• İstanbul 12 °C
  • Ankara 11 °C

Doç. Dr. Melih Erzen: Safahat’ta Aydın Eleştirisi

Doç. Dr. Melih Erzen: Safahat’ta Aydın Eleştirisi
Mehmet Âkif, şiirlerinde vatanın ahvâlini, karşı karşıya kalınan sıkıntıların sebeplerini ve kurtuluş için yapılması gerekenleri belirtirken devrin aydın profilini de eleştirir.

Giriş

XX. Yüzyıl sonrasında Türkçede yer edinerek Batı toplumlarındaki intellectuel kelimesi yerine kullanılmaya başlanan münevver yahut Cumhuriyet sonrasındaki kullanımıyla aydın, söz­lük anlamı bakımından “bilgisi ve görgüsü ileri olan kimse1 anlamına gelmektedir. Batıdaki entelektüel kavramının, oluşum şartları ve tanımladığı kesimin nitelikleri bakımından “mü- nevver/aydın”dan farklı bir anlamsal arka plana sahip olduğu, üzerinde sıklıkla durulmuş bir mevzudur. Aydın kavramının batıdan aktarma olduğunu belirten Şerif Mardin, bu kelime ön­cesinde geleneksel Osmanlı toplumunda yer edinmiş olan âlim (bilgin) yahut ârif (derin veya gizli bilgileri kavrayabilmiş kişi) kelimelerini hatırlatarak bunların Avrupa’da aydına karşılık gelen intellectuelden tamamen farklı bir temele oturduğunu vurgular.[1] [2] Bu düşünceye göre entelektüel olarak adlandırılan sınıfın oluşumu, tamamen farklı bir toplumsal ve kültürel geçmişi kapsamaktadır. Mesela Fransız tarihçi Jacques Le Goff, batılı entelektüeli Ortaçağ’ın okumuş rahipleriyle (clerc) ilişkilendirirken;[3] Cemil Meriç, “sofistlerin torunu” dediği entelek­tüelin geçmişini sofist-rahip-filozof kavramları üzerinden izaha yönelir.[4] Esasen Avrupa’da entelektüellerin müstakil bir sınıf/grup olarak ortaya çıkışı, geç bir döneme rastlamaktadır. XVIII. Yüzyıl sonrasında, devletten bağımsız hareket eden burjuva kökenli bireylerin teş­kil ettiği bir kesimin yavaş yavaş belirmeye başladığı görülür. Herhangi bir yükümlülüğü- zorunluluğu olmaksızın fikir üretimiyle iştigal eden bu kimselerin Avrupa’nın aydın sınıfını meydana getiren entelektüeller olduğu kabul edilmektedir.[5] Fransa’da, 1894 yılında, Yüzbaşı Alfred Dreyfus’un -delillerin zayıflığına rağmen- casuslukla suçlanıp tutuklanmasına itiraz eden Emile Zola’nın devrin Cumhurbaşkanına hitaben yazıp L'Aurore gazetesinde yayımlat­tığı “J’Accuse...!” (İtham Ediyorum!) başlıklı açık mektubu ve bu konuda ona destek veren aydın grubu da entelektüel kavramının yer edinip şekillenmesinde etkili olur.[6] Zola, adalet adına sorumluluk üstlenerek iktidarı karşısına alma cesaretini göstermiş ve bu tavrıyla bir entelektüel modeli ortaya koymayı başarmıştır.

Türk aydını ile batılı entelektüel arasındaki farklar ve Türk aydınının açmazları da üzerinde çokça durulan meselelerdendir. “Osmanlı Aydını” başlıklı bir yazı kaleme alan Mehmet Ali Kılıçbay’a göre; Tanzimat devri Türk aydını, bir ayna görevi üstlenerek batıyı yansıtmaktan ileri gidememiş ve hazır fikirlerin öğreticiliğini üstlenmekle yetinmiştir. Bu yönüyle, Tanzimat aydınının, fikirsel manada üretici konumunda bulunan batılı aydından ayrıldığını belirtmek gerekir.[7] Konuyla ilgili önemli metinleri bulunan Cemil Meriç, entelektüelliğe aday Türk ay­dınını en iyi tanımlayan kelimenin müstağrip olduğunu öne sürer ve bu kelimeye orijinal bir açıklama getirmeyi de ihmal etmez: “Kırk Haramiler’in mağarasını keşfeden ve yabancı bir medeniyetin hazinelerini ülkesine taşımak isteyen toy bir delikanlı”.[8] Bu ifadesiyle, bizde aydın olarak isimlendirilen kimselerin Avrupalı aydınların tekrarcısı olmaktan öteye gidemediği­ni ve bu yüzden pasif bir konumda olduklarını vurgulayan Meriç’e göre gerçek aydın, yani entelektüel, “bilgi hamalı” olmaktan kurtulmayı başaran ve kendi kafasıyla düşünüp fikir üretebilen cesur kimsedir.[9] Meriç’e paralel şekilde Kılıçbay da entelektüelin ortaya çıkması için bilginin gerekli bir şart olduğunu fakat yeterli olmadığını, entelektüelin yalnızca bilgili insan olarak tanımlanamayacağını belirtir ve entelektüelleri, “resmen görevli olmadıkları hal­de, düşüncelerini, bedelini ödemeye razı olarak açıklama” cesareti gösteren kimseler olarak tanımlar.[10] [11]

Aydın kavramının entelektüel kelimesiyle tam olarak örtüşmediği, konuyla ilgili fikir beyan eden birçok isim tarafından vurgulanmakla birlikte, toplum içerisinde bilgi ve birikimiyle özel bir yere sahip olan kimselerin bu zümreyi oluşturduğu hususu, genel kabulü oluşturur. Aydının tüketici konumunda mı yoksa üretken mi olduğu, bu sıfatı hak etmek için ne gibi vasıflara sahip olması gerektiği ise ayrıca tartışma konusu olmuş ve bu çerçevede birçok farklı fikir ileri sürülmüştür.11

Cumhuriyet devri sonrasında, aydının konumu ve görevleri hususunda ortaya konulan fikir­lerde ciddi bir zenginlik göze çarpar. Ancak son dönem Osmanlı aydını da bu konuda fikir beyan etmekten geri durmamıştır. Üstelik söz konusu dönemde, yalnızca düşünce yazılarını değil, bazı sanat eserlerini de bu çerçevede ele alabilmemize imkân tanıyan verilerle kar­şılaşırız. Kaleme aldığı şiirlerde, Osmanlı Devleti’nin son yıllarındaki aydın problemini deş­mekten geri durmayan Mehmet Âkif Ersoy (1873-1936), bu açıdan dikkate değer bir isimdir. Âkif’in Safâhat’ta yer verdiği “münekkit, mütefekkir, münevver, erbâb-ı ilmiyye, erbâb-ı te­fekkür, müctehid, mütefelsif, fakih, havâs, feylesof, üdebâ” gibi kelimeler, aydın sınıfı içeri­sindeki kimseler için kullanılan sıfatlardır. Bu kimselerin kendilerine lâyık görülen sıfatları hak edip etmediği, aydın olarak kabul edilebilecek kişilerin hangi özellikleri taşıması gerek­tiği ve Osmanlı aydınının olumsuz yönleri, Safahât’taki şiirlerde üzerince ciddiyetle durulan meselelerdendir. Âkif’in son dönem Osmanlı toplumunda mühim bir aydın kimliği edinmiş olması ve halen değerini muhafaza eden bir aydın olmayı sürdürmesi, bu incelemeyi daha da gerekli kılmaktadır.

Osmanlı Aydınına İlişkin Tespit ve Tenkitler

Mehmet Âkif, aydın eleştirisi çerçevesinde değerlendirilebilecek ifadelere henüz Safahat’ın girişinde başvurur. Okuyucularına seslenen Âkif, bu şiirleri yazmaktaki amacının sanat yap­mak olmadığını özellikle belirtirken hem sanatçının vazifelerine değinmiş hem de devrinin edebî camiasında etkin rol oynayan Servet-i Fünûn şairlerine yüklenmiş olur. Edebiyatta millileşme hareketinin başladığı 1910 yılı sonrasında bile sanat için sanat anlayışının ve san- timantalizme dayalı edebiyatın kısmen devam ettiği düşünülürse, Âkif’in vurgusu daha iyi anlaşılacaktır:

Bana sor sevgili kâri’; sana ben söyliyeyim,

Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ânm;

Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;

Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım.

Şi’r için “göz yaşı” derler; onu bilmem, yalnız,

Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!

Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyliyemem;

Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzânm!

Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa;

Oku, zîrâ onu yazdım iki söz yazdımsa.[12]

Benzer bir çıkışı “Fâtih Kürsüsünde” adlı şiirinde yapan Âkif, hayal ile ilgisi olmadığını söy­ler ve tek gayesinin hakikati -gerekirse sanatsız bir şekilde- ifade etmek olduğunu belirtir. Böylelikle yine devrin sosyal gerçeklerden uzak edebî üretimi hedef alınmıştır, denebilir. Bu vesileyle Âkif, şairin asıl görevinin yalnızca sanat gayesi güderek hayal âlemlerinde dolaşmak olmadığını, topluma hizmet olduğunu vurgular.

Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verişim...

İnan ki: her ne demişsem, görüp de söylemişim.

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek;

Sözüm odun gibi olsun hakikat olsun tek!

(Fâtih Kürsüsünde) [13]

“Süleymaniye Kürsüsünde” adlı şiirinde Âkif’in kürsüye çıkardığı vaiz, bir aydın modeli sun­mayı sağladığı gibi ayrıca bu vaiz vasıtasıyla devrin aydınlarına dair gözlemler sunulur. Vaizin eleştiri oklarından nasibini alan ilk kişiler âlimler olur. Bu sınıfın ve bu sınıfı denetleyen meka­nizmanın bozulmasından şikâyet edilir. Cahillerin, ancak gerçek âlimlere yakışacak sıfatlarla yüceltilmesi eleştirilir:

Hele ilmiyye bayağıdan da aşağı bir turşu!

Bâb-ı Fetvâ denilen dâire ümmî koğuşu.

Anne karnından icâzetlidir, ecdâda çeker;

Yürüsün, bir de sarık al sana kâdiasker!

(Süleymaniye Kürsüsünde)[14]

Aydınların halka ulaşıp insanları uyarmakla vazifeli olduğu, yine şiirdeki vaiz tarafından sık­lıkla vurgulanan bir fikirdir. Bu konuda gazetelere büyük bir önem atfedilmesi, Âkif’in aydın algısı içerisinde kalem erbabının mühim yer tuttuğunu göstermektedir. Nitekim Müslüman halkı gaflet uykusundan uyandırmak için birçok yeri dolaşan vaiz, Rusya’ya geçip oradaki Müslümanlarla diyalog kurduğu zaman ilk icraatı bir gazete kurmak olmuştur. Vaize göre bu, insanları aydınlatma yönünde çok önemli bir hamledir. Oysa İstanbul’daki gazeteler böyle bir katkı sunmanın aksine ileri sürdükleri fikirlerle halkı olumsuz yönde etkilemektedir. Bu yargıda Âkif’in dinî-millî değerlere verdiği önem ve değerlerden kopuk bir modernleşme karşısındaki duruşu elbette belirleyici olmuştur:

Bir cerîdeyle hemen başlayıverdim va’za.

Zaten en başlıca yol budur halkı îkâza.

Medeniyetteki insanlar için matbuât,

Şimdi kürsülerin en yükseği, lâkin, heyhat,

Sizde hiç böyle değil, belki tamâmen aksi:

En fenâ bir cereyan gösteriyor en iyisi.

(Süleymaniye Kürsüsünde)[15]

Vâiz, çıkardığı gazetenin üslûp kaygısı etrafında şekillenmediğini, bunu önemli görmedi­ğini söylerken devrin yalnızca sanat kaygısı güden yayın organları hedef alınır ki bu anla­yış, Âkif’in poetikasıyla da tam bir uyum arz emektedir. Vaizin Rusya seyahati ve gözlemleri esas alınarak gerçekleştirilen bir tenkit de Avrupa’ya tahsil için gönderilen aydın namzeti gençlerin yurda yozlaşmış ve yabancılaşmış bir halde dönmeleridir. Batıya müspet ilimler öğrenmek üzere, bin bir fedakârlıkla, gönderildiği halde millî-mânevî değerlerini yitirerek bir çeşit asimilasyona uğrayan ve kurtuluşun ancak “batılı ahlâkı” (!) benimsemekle mümkün olacağını söyleyen gençler, sözde aydınlar olarak eleştirilir. Tabii bu noktada, Tanzimat yılları itibarıyla Avrupa’ya gönderilen gençlerin birer “batıcı” aydın olarak yurda döndüklerini ve Osmanlı Devleti’nin son devrindeki aydınlar topluluğunu onların teşkil ettiğini de hatırla­mak gerekecektir.

Âkif, kürsüdeki vaiz vasıtasıyla kurtuluş çarelerini sıralarken mevcut problemlere değinir ve yine sözü aydınlara getirir. Ona göre tüm problemlerin temelinde aydın le halk arasındaki kopukluk yatmaktadır. Çünkü aydınlar bir milletin beyni konumunda iken halk da beden vazifesi görmektedir. Bu sorunu doğuran yalnızca halkın duyarsızlığı değil, bundan ziyade aydınların tutumudur. Aydınlar batı taklitçiliği yaparak halkın manevî değerlerini hiçe sa­yınca halk da bir refleks olarak aydınlara karşı tavır almış ve onların aleyhine hareket etmeyi yahut içe kapanmayı tercih etmiştir. Aydın geçinen kimselerin her meselede batıyı örnek alması hatta bu yolda İslâmiyet’i terakkiye engel kabul etmesi, halkın onlara karşı mesafeli bir duruş sergilemesine yol açmıştır. Ancak halk da daha gerçekçi kurtuluş yolları aramak yerine batıya ilişkin ne varsa reddetmeyi alışkanlık edinmiştir. Pozitif ilimlerin ehemmiyeti de bu yüzden fark edilememiştir.

Sizde erbâb-ı tefekkürle avâmın arası

Pek açık. İşte budur bence vücûdun yarası.

Milletin beyni sayarsak mütefekkir kısmı, Bilmemiz lâzım olur halkı da elbet cismi. Bir cemaât ki dimâğında dönen hissiyât, Cismin a’sâbına gelmez, durur âheng-i hayât;

(...)

Açılıp gitgide artık iki hizbin arası.

Pek tabi’î olarak geldi nizâın sırası.

Yıldırımlar gibi indikçe “beyin”den şiddet,

Bir yanardağ gibi fışkırdı “yürek”ten nefret.

Öyle müdhiş ki husumet: Mütefekkir tabaka,

Her ne söylerse fenâ gelmede artık halka;

Hem onun zıddını yapmak ebedî mu’tâdı.

Bir felâket bu gidiş... Lâkin işin berbâdı:

Mütefekkir geçinenlerdeki taşkınlıktan,

Geldi efkâr-ı umûmiyyeye mühlik bir zan:

“Bu fesâdın başı hep fen okumaktır” dediler;

Onu mahvetmeye kalkıştılar artık bu sefer.

(Süleymaniye Kürsüsünde)[16]

Vaizin ifadeleri üzerinden ele alınan problemlerden biri de gerçek ilim adamlarının bulun­mayışıdır. Taklitçilik yapmaktan başka hiçbir icraatı olmayan, teoriler içerisinde gömülüp kalmaktan uygulamaya geçemeyen basiretsiz kimselerin aydın kabul edilemeyeceği vurgu­lanır.

Milletin ve devletin içerisinde bulunduğu durumdan birinci derecede aydını sorumlu tutan Âkif’in fikir haritasında “İslâm dünyasındaki aydınların kendi tarih ve dinlerine yabancılaşması meselesi[17] mühim bir yer tutar. Âkif’e göre aydınlar, toplumun gidişatından sorumlu oldukla­rını asla unutmamalıdır. Bu itibarla her ulusun aydını gibi Osmanlı aydını da evvela milletinin ruhuna uygun bir esas üzerinden ilerlemeyi öğrenmeli; batı taklitçisi olmayı ve İslâmiyet’i terakkiye engel saymayı bırakarak kendisine yol açacak değerlerin bilincine varmalıdır:

Bir de hâtırlamıyorlar ki, umûmen beşerin,

Dâimâ koştuğu son maksada yükselmek için;

Tutacak silsile akvâma değildir hep bir;

Belki her milletin için ancak o “mâhiyyet”tir,

Ki kopar kendisinin rûh-i umûmîsinden.

Şimdi, bir kavmin içinden mütefekkir geçinen

Zümre evvelce bu “mâhiyyet”i takdîr ederek,

Sonra kaç safhası mevcûd ise tenvîr ederek,

Çekecek oldu mu önden o İlâhî feneri;

Arkasından da cemâat yürür artık ileri.

(Süleymaniye Kürsüsünde)[18]

Osmanlı aydınının en büyük hatalarından biri, İslâm dinini terakkiye engel görerek ruhen ve ahlâken batılılaşmayı öngörmesidir. Çünkü aydın geçinen bu kimseler, İslâm dininin ger­çeklerinden habersizdir. Avrupalılara iyi görünmek adına dinsizliğe meyleden bu kimseler, korkaklık ve ahmaklık arasında gidip gelen sahte aydınlar olarak tanımlanır. “Hakkın Sesleri” adlı şiir kitabında Âkif, Osmanlı aydınlarını aynı gerekçeler dolayısıyla tenkit eder. Batı’ya yaranmak adına dinî-millî değerlerin inkârını aptalca ve ahlâksızca bulur:

Hele i’lânı zamanında şu mel’un harbin,

“Bize efkâr-ı umûmiyesi lâzım Garb’ın;

O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini,

Halka îman gibi telkîn ile, dînin sesini

Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!..

(Hakk’ın Sesleri)[19]

Yine “Hakkın Sesleri”nde aydınlar, İslâm dinine göre düzenlenmiş toplum yapısı ve aile ku­rumu üzerinde değişiklik yapmakla suçlanır. Asıl amacını “ıstılah” yapmak gibi gösteren bu “müfsidlerden” Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedildiğini göstermek için “Bakara Sûresi”nden ayetler alıntılanır.[20] Halk, bu tür zararlı aydınlara karşı ikaz edilir.

Âkif’in aydınlarla ilgili olarak en çok şikâyetçi olduğu durum, onların İslâmiyet’e ilişkin asılsız suçlamalarıdır. Ona göre; batılı ülkeler gibi gelişmek yolunda dinin engel olduğu düşüncesi, cahillik ve saygısızlıktır. Dinin mahiyetinden habersiz bu kimselerin ictihad iddiasında bu­lunması ise tamamen anlamsızdır. Çünkü bunun için gerekli olan, çalışma azmi ve isteğidir. Bu şart yerine gelmediği sürece İslâm dininin sunduğu cevherler fark edilemeyecek, aydın geçinen züppeler herkese zarar vermeye devam edecektir:

Hülâsa, hepsi çalışmak, yorulmak istiyecek.

Fakat çalışmak için önce şart olan: İstek.

O yoksa, hangi vesîleyle biz ilerliyelim?

Sıkıntısız mütefennin, üzüntüsüz âlim,

Ne tatlı şey! Buna bir çâre yok mu? Hah! Bulduk:

Tokatlıyan’da, yarın, toplanır beş altı kopuk,

Birer kadeh biradan sonra davranır erken, Omuzlayıp kırarız bâb-ı ictihâdı hemen.

(Fâtih Kürsüsünde) [21]

Âkif, aydın zümresinin yozlaşmasını hicvederken yer yer ağır bir dil kullanır. Kendini filozof, hukukçu, edip, tarihçi, siyasetçi, müctehid gibi farklı kimliklerle tanıtan kimselerin aslında bu pâyelerin hiçbirine lâyık olmadığını belirterek böyle kimseleri bukalemuna benzetir:[22]

İşin reculleri kimse çıksın orta yere;

Ne var, ne yok, bilelim, hiç değilse, bir kerre.

Sabahleyin mütefelsif, ikindi üstü fakih;

Sular karardı mı pek yosma bir edîb-i nezîh;

Yarın müverrih; öbür gün siyâsetin kurdu;

Bakarsın: Ertesi gün ictihâda pey vurdu!..

Hülâsa bûkalemun fıtratında züppelerin

Elinde maskara olduk... Deyin de hükmü verin!

(Fâtih Kürsüsünde) [23]

Esas itibarıyla Âkif, İslâm âleminin içerisinde bulunduğu kötü durumu eğitimsizliğe bağlar ve bundan yine -bir yönüyle- aydınları sorumlu tutar. İslâm âlemini meydana getiren top- lumlardan hiçbirinin hakkıyla okumadığını, mekteplerin yetersiz olduğunu; eğitimci sıfatıyla tanıtılan kimselerin ise bu kutsal görevi yerine getirecek vasıflara sahip olmadığını söyler. Ona göre eğitimci yani aydın olmanın ön şartları; alanına hâkim olmak ve imanlı, edepli, vic­danlı davranmaktır.[24] Şiirin devamında genç aydınlar olarak gösterilen zümreyi ağır bir dille tenkit eden Âkif’e göre; bu kategoriye giren kimseler eğlence düşkünü olup batılı bir gö­rünüm kazanmak adına Müslüman erkeğe yakışmayacak kılıklara girmekte, Beyoğlu’ndaki ahlâksızlık mekânlarında zaman geçirmekte, üstelik bu da yetmezmiş gibi bir de dinî değer­lere saldırmaktadır. Bu noktada Âkif, yine Tevfik Fikret’in “Tarih-i Kadim” şiirine gönderme yaparak onun Kur’an-ı Kerîm’e “kitab-ı köhne” diyerek saygısızlık yaptığını hatırlatır:

“Hayâ, edeb gibi sözler rüsûm-u fâsidedir:

Vatanla âile, hattâ, kuyûd-i zâidedir.”

Diyor da hepsine birden kuduzca saldırıyor...

“Ayıp değil mi?” demişsin... Aceb kim aldırıyor!

Namaz, oruç gibi şeylerle yok alış verişi;

Mukaddesât ile eğlenmek en birinci işi.

Duyarsanız “kara kuvvet” bilin ki: Îmandır.

“Kitab-ı köhne” de -hâşâ- Kitâb-ı Yezdan’dır.

(Fâtih Kürsüsünde)[25]

M. Âkif, “Berlin Hatıraları” adlı uzun soluklu şiirinde bir Avrupa şehri olan Berlin’e ilişkin göz­lemlerini aktarırken sadece şehirler bakımından değil, toplum ve aydınlar bakımından da bu şehri İstanbul, yani Osmanlı ile kıyaslar. Bu kıyasta Avrupa aydını olumlu bir görünüm çizer­ken Osmanlı aydını, sorumluluğunun bilincinde olmadığı için tenkit edilir. İlme dair ilgisizliği dolayısıyla halkın da aydınlar gibi kabahatli olduğu belirtilir. “Havâssınız yazıyorken avâmınız okudu, / Yazanların da okutmaktı, çünkü, maksûdu.[26] diyen şair, bir yönüyle de Osmanlı top­lumu için açıkça aydın-halk birlikteliğinin yoksunluğuna vurgu yapar. Ona göre Almanya’da aydınlar, nitelikli eserler üretmek yoluyla vazifesini yerine getirmiş; halk da gerekli ilgiyi gös­tererek üstüne düşeni yapmıştır. Bu ortak bilincin doğal getirisi de ülkenin kalkınması ol­muştur. Oysa Osmanlı aydını ciddiyetsiz bir duruş sergilemiştir. “Fâtih Kürsüsünde” adlı şiirde de Avrupa’nın fennî ilimlerde gelişmişliği övülürken aynı titiz bilim adamlığının ve çalışma azminin Osmanlı aydınında bulunmadığı ima edilir. Şaire göre doğu halkları ahlâkî manada daha köklü değerlere sahip olduğundan ilimde yol alması gereken de onlardır. Bunu gerçek­leştirebilmek için gerekli olan ilk koşul ise “çalışmak”tır.

“Âsım”da, Köse İmam vasıtasıyla Meşrutiyet devri aydınları topa tutulurken hürriyet nidası atan cahiller ve kahraman rolü oynayan sözde aydınlar eleştirilir. Ortaoyununda aldığı komik roller dolayısıyla Rıza Tevfik alay konusu edilir. (Esasen Âkif’in, Rıza Tevfik’e öfkeli olmasının sebebi onun “Tarih-i Kadim” şiirini Tevfik Fikret’ten alarak yayan kişi olduğuna inanması do- laysıyladır. Ayrıca Feylesof Rıza’nın Âkif-Fikret polemiğinde Fikret’ten yana tavır sergilediği bilinmektedir.[27]) Halkın itibar ettiği bir aydın olarak Ziya Gökalp ve ayrıca bazı yöneticiler de ciddiye alınmaz. Bu kimseleri deha olarak kabul eden cahil halk ise en az aydınlar kadar kabahatli bulunur:

Ne dedim bilmiyorum, tâ öteden bir çapkın, Galiba sezdi ki, yekten dedi: “Halt etme sofu! Gördüğün fesli: Senin milletinin feylesofu. Bu ve emsâli dehâlar tutuyor memleketi. Sen bu şenlikleri gördünse kimin ma’rifeti?” Dedim: “Ezberleyelim, saysana, oğlum, bir bir, Şu dehâlar dediğin kaç kişidir, kimlerdir? “İçtimaî biri, dehşetli siyasî öbürü;

Hele mâliyecimiz yok mu, bu ilmin pîri.”

(Âsım)[28]

Şiirde Âkif, yer yer devrin aydınlarıyla ilgili ironik söylemlere başvurur. Onların kadına bakışı, medenilik algısı ve namus anlayışı dikkatlere sunulur. Gerçek aydınların sorumluluk bilinci taşıyarak meydanı böyle kimselere bırakmaması gerektiği hatırlatılır.

“Hâlâ mı Boğuşmak?” adlı şiirinde Âkif, Osmanlı Devleti’nin kurtuluşu için farklı görüşler ileri süren fakat bir türlü fayda sağlayamayan kimselere taş atar. Bilhassa Ziya Gökalp’le özdeşle- şen[29] ve İttihatçıların da benimsediği “Turan” fikri, bu bağlamda eleştirilir ve milliyetçi görüş­lerin İslâm toplumu için uygun olmadığı hatırlatılarak vatanın kurtarılması için birlik çağrısı yapılır:

“Hürriyeti aldık!’ dediler, gaybe inandık;

“Eyvah, bu bâzîçede bizler yine yandık!”

Cem’iyyete bir fırka dedik, tefrika çıktı,

Sapasağlam iken milletin erkânını yıktı.

“Tûran İli” nâmıyle bir efsâne edindik;

“Efsâne, fakat, gâye!” deyip az mı didindik?

Kaç yurda vedâ etmedik artık bu uğurda?

Elverdi gidenler, acıyın eldeki yurda!

(Gölgeler)[30]

Ayrıca belirtmek gerekir ki; Mehmet Âkif, aydınlara yönelik tenkitlerini yalnızca Osmanlı ile sınırlı tutmamıştır. “Süleymaniye Kürsüsünde” şiirinde, vaize söylettikleri bu bakımdan mü­himdir. Âkif, İslâm âlemini bir bütün olarak değerlendirdiği için diğer İslâm topraklarındaki bozulmayı da yansıtır. Türkmenistan’da din âlimi, yani aydın olarak bilinen kimseler, dini hükümleri kendilerince yorumlayarak İslâm âlemine zarar vermektedir. Nicelik bakımından üst düzeyde görünen medreseler tamamen bozulmuş ve niteliksiz bir hâle gelmiştir. Edebi­yatçı olarak kabul edilen kimseler ise ahlâksız konuları işlemekle meşguldür.[31] Yine bir İslâm coğrafyası olan Hindistan’ı da değerlendiren vaiz, buradaki âlimlerin takdire şayan kimseler olduğunu belirtir. Ayrıca Avrupa’ya tahsil için gönderilen Hindistanlı gençlerin batı ahlâkına itibar etmediğini vurgular. Bu yönüyle onlar için bir gelecek umudunun bulunduğunu söyler.[32] Hatta bu gençlerden birinin sözlerini temsilen aktarır ve bu vesileyle Osmanlı aydını ile ilgili fikirlerini ortaya koyar. Buna göre Osmanlı’nın yaşadığı olumsuzlukların müsebbibi, olup bitene geriden bakan yani vazifesini hakkıyla yerine getiremeyen aydınlardır. “Milleti adam etmek için adam gerek”mekte fakat Osmanlı aydını ile halk arasındaki bağların zayıflı­ğı, büyük bir engel olarak ortada durmaktadır.[33]

Kalem Sahiplerine (Ediplere) Yönelik Eleştiriler

Âkif, şiirlerinde genel olarak Osmanlı aydınının veya İslâm coğrafyasındaki aydınların eleş­tirisini yaptığı gibi ayrıca yazar ve şairlerin teşkil ettiği kalem erbabına yönelik eleştiriler de ortaya koyar. Bunu yaparken özellikle genç neslin itibar ettiği yenilikçi sanatçılara yüklenir. Dinî ve millî değerlerin yok sayılarak Batılı yaşamın esas alınması, temel eleştiri sebebidir.

Aydınlar içerisinde önemli bir sınıfı teşkil eden edebiyatçılara yönelik eleştirilerin “Süley- maniye Kürsüsünde” adlı şiirde önemli yer tuttuğunu görürüz. Vaizin ağzından tenkitlerini sürdüren Âkif, bu kez Meşrutiyet’in ilanıyla başlayan coşkulu fakat manasız havaya dikkat çeker. Her kafadan farklı bir sesin çıktığı, hürriyetin ne olduğunu bilmeyen kişilerin hürriyet naraları attığı, sözde aydın kimselerin özgürlüğün nişanesi olarak öğrencileri serbest, okulla­rı ise boş bıraktığı bir dönemden söz eder. Buna ayrıca ahlâk fakirliğini de ekler. Vaizin sözleri üzerinden fikirlerini ortaya koyan Âkif’e göre Meşrutiyet sonrasında ahlâkî yozlaşma daha da artmıştır. Edip diye bilinen kimseler, gazeteler üzerinden birbirlerine hakaret etmekte ve memleketin bölünmesine hizmet etmektedir. Dini değerleri hedef alarak Avrupaî bir ya­şama yönelen kimseler, halk için olumsuz örnekler haline gelmiştir. Bu noktada yaptığı bir gönderme ile Âkif, Servet-i Fünûn şairlerinden Cenap Şahabettin’in daha sonra evleneceği baldızıyla (Nâciye Hanım) Paris seyahatine çıkmasını kastederek[34] ahlâksızlığın sanatçı veya aydın olarak bilinen bir kimsenin vasfı olamayacağını da ifade etmiş; bu vesileyle Osmanlı’da “sözde edip”ler bulunduğunu ileri sürmüştür.

Dalkavuk devri değil, eski kasâid yerine, Üdebânız ana avrat sövüyor birbirine!

Türlü adlarla çıkan nâ-mütenâhî gazete, Ayrılık tohumunu bol bol atıyor memlekete. İt yetiştirmek için toprağı gayet münbit Bularak, fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it! Yürüyor dîne beş on maskara, alkışlanıyor,

Nesl-i hâzır bunu hürriyet-i vicdan sanıyor!

 

Kadın erkek koşuyor borç ederek Avrupa’ya...

Sapa düşmekte sizin şıklara, zannım, Asya!

Hakk’a tefvîz ile üç tane yetişmiş kızını;

Taşıyanlar bile varmış, buradan baldızını, Analık ilmi için Paris'e, yüksünmeyerek... Yük ağır, ecri de nisbetle azîm olsa gerek!

(Süleymaniye Kürsüsünde)[35]

Esasen şiirdeki eleştiriler, bütün bir edebî birikime yöneliktir. Divan şiirinin zevk âlemleri ve şaraptan beslendiği; yeni nesil yazar ve şairlerinse kendi değerlerine yabancılaşıp batının ahlâksızlığını örnek aldığı belirtilir. Âkif, modern bir görünüm yakalamak adına dinî değer­lere karşı çıkarak yozlaşan kimseleri tenkit ederken tıpkı daha önce Cenap Şahabettin’i eleş­tirdiği gibi bu kez de Tevfik Fikret’i hedef alır. Fikret’in 1905 yılında yazdığı “Tarih-i Kadim” adlı şiirinde dinî değerlere saldırması dolayısıyla Âkif, onu eleştirmekte ve Robert Kolej’de yaptığı öğretmenliği kastederek ona “zangoç” yakıştırması yapmaktadır:

Üdebânız hele gâyetle bayağı mahlûkat...

Halkı irşâd edecek öyle mi bunlar? Heyhât!

Kimi Garb’ın yalınız fuhşuna hasbî simsar;

Kimi, Îran malı der; köhne alır, hurda satar!

Eski dîvanlarınız dopdolu oğlanla şarab;

Biradan, fâhişeden başka nedir şi’r-i şebab?

Serserî: Hiç birinin mesleği yok meşrebi yok;

Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok!

Şimdi Allah’a söver... Sonra biraz bol para ver.

Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!

(Süleymaniye Kürsüsünde)[36]

Aslında Fikret, devrinin önemli bir figürüdür. Yönettiği Servet-i Fünûn dergisi etrafında topla­nan gençlerin gözünde o, adeta bir zirvedir. Öyleyse denebilir ki; bu şairlere yönelik tenkit­ler, aynı zamanda onu örnek alan şair adaylarının eleştirisini ve uyarılmasını da içermektedir. Zaten Âkif bu yaklaşımını şiir içerisinde yansıtır: Ona göre yapılması gereken, on yedi yaşın­dan yukarı olup da bu tür eserlerle ediplik iddiasında bulunan kim varsa eserlerini utanç belgesi diye boynuna asıp sınır dışı etmektir.

Aydınların önemli bir bölümünü meydana getiren kalem erbabı tam anlamıyla hayal kırıklığı yaratmıştır. Kendine edip diyen kimseler, yazdıkları sözde sanat eserlerinde işret âlemlerini ve şehevî arzuları işlemişlerdir. Bu olumsuz temayülün şekil verdiği Divan şiiri sonrasında ise ahlâk kaygısı tamamen ortadan kalmış; çirkin bir görünüm arz eden edepsiz neşriyatlar yapılmaya başlanmıştır. Bu tür neşriyatın olumsuz etkilerini bir göndermeyle örneklendiren M.Âkif’in bu kez işaret ettiği kişi, yine bir Servet-i Fünûn mensubu olan Mehmet Rauf’tur. Âkif, onun yazdığı Bir Zanbak’ın Hikâyesi[37] adlı müstehcen içerikli kitabı kastederek sanatçı ve edebiyatçı olarak tanınan kimselerin ahlâkî değerleri hedef aldığını söyler:

“Değil mi bir tükürük alna çarpacak te’dib,

Ne hükmü var?” diye üç beş hayâ züğürdü edîb, Bitirmek istedi ahlâkı, ârı, nâmûsu;

Çıkardı ortaya, gezdirdi saksılar dolusu,

Hevâ-yı fuhşu kudurtan zehirli “Zanbak”lar!

(Berlin Hatıraları)[38]

Hemen ardından gelen mısralarda[39] yine aynı edebî ekole mensup olan T. Fikret’i bilhassa onun “Tarih-i Kadim” ve “Tarih-i Kadim’e Zeyl” adlı şiirlerinde ileri sürdüğü din karşıtı fikirler dolayısıyla eleştirir. Bunu yaparken Âkif, Fikret ve onun gibi düşünenlerin anlayışını ironik bir dille özetler: Halkı Allah inancından caydırarak taassubu yok etmek, kadınların yalnızca ko­caları tarafından değil, herkes tarafından beğenilmesi için tüm engelleri kaldırmak, alafran­ga bir yaşam tesis etmek suretiyle oluşturulacak “sosyete” zümresi sayesinde “gerçek devri­mi” hayata geçirmek...[40] Âkif bunları söyledikten sonra yine Tevfik Fikret’in Robert Kolej’deki hocalığını hatırlatarak onu yozlaşmış kesimin sözcüsü olarak ilan eder. Onun önemsediği tek şeyin kelimelerin ahengi olduğu, toplumsal değerlerin hatta “namus” kavramının onun için hiçbir anlam ifade etmediğini söyleyen Âkif, tenkidin dozunu yükseltmiştir. “Onun sarıldığı âheng-i lafzâdır, yoksa / Sığar mı fıtrat-ı âzâdı kayd-ı nâmûsa?[41] derken Fikret’i apaçık namus­suzlukla suçlar. Ona göre halka yolunu şaşırtan da Fikret gibi yozlaşmış sözde aydınlardır. Çünkü halkı okur-yazarlıktan yani ilimden soğutarak kaderci bir anlayışa sevk eden onlardır. Cehalet uykusuna dalan halk, uyandığında vatanın düşmanlarca parçalandığını görmüştür.

“Âsım”da Mehmet Âkif, bilhassa Köse İmam ağzından edebiyatçıları eleştirmeyi sürdürür. En çok tenkit edilen ve şikâyetçi olunan mesele, edepten yoksun bir edebiyat yapılıyor olma­sıdır. İmam’a göre “iğrenç adamlar” olan şairler[42], dalkavukluk ettikleri vasıfsız adamları ün- lendirmekle yahut edep dışı konularda yazmakla meşgul olmuşlardır. Tasavvuf adı altında hakikatten uzak fikirleri din yerine insanlara sunan divan şairleri topluma zarar vermişlerdir. Ayrıca Hocazâde’nin Âsım’la diyalogunda da edebî camianın çelimsizliğinden söz açılır. Mil­letin hak ettiği şairlerden yoksun olduğu; halkın bu sebeple halen uykuda olduğu belirtilir.

Esasen Âkif’in Servet-i Fünûn şairleri yahut devrin aydın zümresi içerisinde kabul edilen isimlerle çatışması, hiçbir şahsi meseleye veya anlaşmazlığa dayanmamaktadır. Hatta Mit­hat Cemal’in naklettiği anılara bakıldığında karşıt fikirler dolayısıyla ters düşmelerinden evvel onun Fikret’i, Cenap’ı ve hatta Abdullah Cevdet’i şair olarak beğendiği; Halkalı Ziraat Mektebi’nden tanıdığı Ziya Gökalp’i ise çalışkanlığı dolayısıyla takdir ettiği anlaşılmaktadır.[43] Fakat bu isimlerin de aralarında bulunduğu bir kesimin İslâm toplumunun dinî-manevî de­ğerlerini hedef alması, edebî eser adı altında gayri ahlâkî mevzuları işlemesi ya da kavmi­yetçilik gibi -Âkif’e göre İslâm âlemi için çok tehlikeli- bir düşünceyi savunması, onun bu şahıslara cephe almasına sebep olmuştur. Hatta Âkif, “Tarih-i Kadim”i yazan Fikret için “Bu adam Peygamber'imesövdü, babamasövse affederdim, fakatPeygamber'ime sövmek... Bunu ölürüm de hazmetmem.[44] diyerek ona olan tepkisinin şahsi meselelerden kaynaklanmadığı­nı, bir aydın olarak kendisini sorumlu tuttuğu İslâm toplumu adına söz aldığını işaret eder.

 

Âkif, bazen de kendisine yakın bulduğu dostlarına yönelik yapıcı eleştirilere başvurmuştur. Süleyman Nazif’e hitaben yazdığı şiir, bu yaklaşıma iyi bir örnek teşkil eder. Bu şiirde Âkif, Süleyman Nazif’in İstanbul’un işgali sırasında yazdığı “Kara Bir Gün” adlı yazıyı işaret ederek onun cesur bir aydın olduğunu belirtir. Ancak buna rağmen ümitsizliğe itibar etmesini ise eleştirir. Ona göre her ne kadar İslâm âlemi zor günler yaşıyor olsa da muhakkak bu durum sona erecektir. Gerekli olan, büyük bir gayretle çalışmak ve ümidi muhafaza ederek Allah’a sığınmaktır. Böyle zamanlarda daha da önem kazanan aydın, vazifesini hatırlayarak topluma umut ve cesaret vermelidir.

Sonuç

Şiiri ve şairliği topluma hizmet etmek adına vasıta kabul eden Mehmet Âkif, Safahât’ı bu anlayış çerçevesinde kaleme almıştır. Devrinin sosyal meselelerine çareler arayan ve yapıla­bilecekler hususunda halkı uyarmaya çalışan Âkif, mevcut problemleri ve bu problemlerin kaynağını tespite yönelirken “aydın” meselesi üzerinde önemle durur. Devrinin aydınlarını tahlil eder ve onların yanlışlarını, eksikliklerini ortaya koyar. Bunu yaparken Âkif’in üzerinde en çok durduğu sorun, aydınlardaki alafranga merakı ve dinî-millî değerlerin inkârıyla be­liren yozlaşmadır. Ona göre Osmanlı aydını, kültürel ve ahlâkî yaşayış da dâhil olmak üzere batıyı her açıdan taklit ederken kendi değerlerini değersiz bulmaya başlamıştır. Bu anlayış çerçevesinde din olgusuna saldıran ve İslâmiyet’i ilerlemeye engel kabul eden kimselerin aydın olarak kabul edilmesi, Âkif’e göre mümkün değildir. Bu tür kimseler yüzünden halkın aydınlara olan güveni zedelenmiş ve toplum, cehalete gömülerek kaderine razı olmuştur. Oysa yapılması gereken, dinî ve millî değerleri yitirmeden yenilenmektir.

Söz konusu dönemde, aydın sınıfı içerisinde özel bir yeri bulanan edebiyatçılar da Âkif’in eleştirilerinden nasibini alır. Yazdığı “Tarih-i Kadim” şiiriyle dini değerleri olumsuzlayan Tevfik Fikret başta olmak üzere Cenap Şahabettin, Mehmet Rauf gibi Servet-i Fünûn mensubu sa­natçıları, doğu ahlâkına mugayir davranış ve kitapları dolayısıyla ağır tenkitlere uğratılır. Hal­kın aydın sandığı kimselerin, ortaya attığı fikirlerle, İslâm toplumuna ve Osmanlı Devleti’ne zarar verdiği vurgulanır. Halk da aydınlar da mevcut olumsuzluklara karşı uyarılır; ümidi asla yitirmeden azimle çalışmanın tek çıkar yol olduğu ifade edilir.

Kaynaklar

Altınkaş, Evren, Batıda, Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye’de Aydın Kavramının Gelişimi (1750-1950), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İzmir, 2011.

Ayvazoğlu, Beşir, 1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi, Kapı Yayınları, İstanbul, 2010.

Balcı, Yunus, Türk Romanında Aydın Problemi (1908-1950), T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002.

Erişirgil, Emin, İslâmcı Bir Şairin Romanı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1986.

Ersoy, Mehmet Âkif, Safahât I-II, Zaman Yayıncılık, İstanbul, 1994.

Gökçek, Fazıl, Mehmet Âkif’in Şiir Dünyası, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2005.

Karakışla, Yavuz Selim, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Müstehcenlik Tartışmaları ve Bir Zanbak’ın Hikâyesi”, Tarih ve Toplum, İstanbul, Nisan 2001, C.35, S.208, s.15-29.

Karataş, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004, 2. Baskı.

Kılıçbay, Mehmet Ali, “Osmanlı Aydını”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, 1. Cilt, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.55-60.

Kılıçbay, Mehmet Ali, “Önsöz”, [Jacques Le Goff, Ortaçağda Entelektüeller, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2006, 2.

Basım] içerisinde, s.9-14.

Kuntay, Mithat Cemal, Mehmet Âkif: Hayatı-Seciyesi-Sanatı, Oğlak Yayınları, İstanbul, 2014.

“Kurtuluş Kayalı ile Mehmet Âkif’e Dair Söyleşi”, Âkif’ten Âsım’a, Ed. Sezgin Çevik, T.C. Kültür ve Turizm Bakan­lığı Yayınları, Ankara, 2007, s121-136.

Le Goff, Jacques, Ortaçağda Entelektüeller, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2006, 2. Basım, s.17.

Mardin, Şerif, “Tanzimat ve Aydınlar”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, 1. Cilt, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985,s.46-54.

Meriç, Cemil, “Batıda ve Bizde Aydının Serüveni”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, 1. Cilt, İletişim Yayınları, İstanbul, 1983, s.130-137.

Meriç, Cemil, “Entelektüelin Soy Ağacı”, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s.25-41.

UÇMAN, Abdullah, “Tevfik Fikret - Rıza Tevfik”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Der­gisi, İstanbul, 2006, S.34, s.211-235.

Safahat’ta Aydın Eleştirisi

Özet

Osmanlı Devleti’nin çözülme dönemini işaret eden XIX. Yüzyılın ikinci yarısı itibarıyla, vatanı kurtarma yolun­da ortaya konulan fikirler büyük bir çeşitlilik göstermeye başlar. Bu fikirlerin savunuculuğunu üstlenerek gün­deme taşınmasını sağlayan kişiler ise devrin sınırlı okur-yazar kitlesi, yani edebiyatçıları olur. Çoğunluğunu yazın camiasından bilindik simaların teşkil ettiği bu aydınlar, bir taraftan benimsedikleri görüşün savunusunu yaparken bir taraftan da karşıt fikirleri temsil eden aydınları eleştirmiş yahut onlar tarafından eleştirilmişlerdir. Bu aydınlardan biri olan ve en az şairliği kadar mütefekkir yönüyle de dikkat çeken Mehmet Âkif Ersoy, Türk düşünce tarihinin dikkatle değerlendirilmesi gereken isimlerindendir. Onu tartışmak ve anlamak noktasında, Safahat’ın önemi ise yadsınamaz. Öyle ki Mehmet Âkif, sanatını da fikrî dünyası çerçevesinde inşa etmiş ve şi­irlerini topluma seslenmede bir vasıta olarak kullanmıştır. Dolayısıyla onun şiirini anlamak aynı zamanda devri anlamak açısından ehemmiyet taşır. Mehmet Âkif, şiirlerinde vatanın ahvâlini, karşı karşıya kalınan sıkıntıların sebeplerini ve kurtuluş için yapılması gerekenleri belirtirken devrin aydın profilini de eleştirir. O, aydın olarak isimlendirilen kimselerin hatalarına, eksikliklerine sürekli göndermeler yapar. Gerçek aydının sorumluluklarını ve toplum için ehemmiyetini ise özellikle vurgular. Âkif’in şiirini okumak, bize söz konusu dönemin aydınları­na ve bu aydınların konumuna ilişkin yeni bir bakışı yorumlamak imkânı sunmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, aydın olgusu, Türk şiiri, eleştiri

Mehmed Âkif, Âsım ve Gençlik, 2015

Kitabın tamamı: https://kitap.tyb.org.tr/kitap/asim.pdf 


[1] Turan Karataş, Ansiklopedik Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004, 2. Baskı, s.58.
[2] Şerif Mardin, “Tanzimat ve Aydınlar”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, 1. Cilt, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.46.
[3]      Jacques Le Goff, Ortaçağda Entelektüeller, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2006, 2. Basım, s.17.
[4] Cemil Meriç, “Entelektüelin Soy Ağacı”, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s.25-41.
[5] Mehmet Ali Kılıçbay, “Osmanlı Aydını”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, 1. Cilt, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.55.
[6] Evren Altınkaş, Batıda, Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye’de Aydın Kavramının Gelişimi (1750-1950), Dokuz Eylül Üni­versitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İzmir, 2011, s.122.
[7]      Kılıçbay, “Osmanlı Aydını”, s.60.
[8]      Cemil Meriç, “Batıda ve Bizde Aydının Serüveni”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, 1. Cilt, İletişim Yayınları, İstan­
bul, 1983, s.133.
[9]      Meriç, Mağaradakiler, s.24.
[10] Mehmet Ali Kılıçbay, “Önsöz”, [Jacques Le Goff, Ortaçağda Entelektüeller, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2006, 2. Basım] içeri­sinde, s.13.
[11] Bu görüşlerin genel bir değerlendirmesi için bkz. Yunus Balcı, Türk Romanında Aydın Problemi (1908-1950), T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.21-28.
[12] Mehmet Âkif Ersoy, Safahât I-II, Zaman Yayıncılık, İstanbul, 1994, s.22.
[13]    Ersoy, a.g.e., s.438.
[14]    Ersoy, a.g.e., s.314.
[15] Ersoy, a.g.e., s.320.
[16] Ersoy, a.g.e., s.358-360.
[17] Fazıl Gökçek, Mehmet Âkif’in Şiir Dünyası, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2005, s.181.
[18] Ersoy, a.g.e., s.364-366.
[19]   Ersoy, a.g.e., s.388.
[20]   Ersoy, a.g.e., s.416.
[21]   Ersoy, a.g.e., s.514.
[22] Erişirgil’e göre Âkif’in burada kastettiği kişi Ziya Gökalp’tir (Bkz. Emin Erişirgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1986, s.210.). Buna Dr. Abdullah Cevdet’i dâhil etmek de düşünülebilir.
[23] Ersoy, a.g.e., s.518.
[24] Ersoy, a.g.e.,524-526.
[25] Ersoy, a.g.e.,538-540.
[26] Ersoy, a.g.e., s.646.
[27] Abdullah Uçman, “Tevfik Fikret - Rıza Tevfik” İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, İstanbul, 2006, S.34, s.233-235.
[28] Ersoy, a.g.e., s.800.
[29] “Kurtuluş Kayalı ile Mehmet Âkif’e Dair Söyleşi”, Âkif’ten Âsım’a, Ed. Sezgin Çevik, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2007, s.133.
[30] Ersoy, a.g.e., s..916
[31] Ersoy, a.g.e., s.326-328.
[32] Ersoy, a.g.e., s.334.
[33] Ersoy, a.g.e., s.338.
[34] Beşir Ayvazoğlu, 1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi, Kapı Yayınları, İstanbul, 2010, s.128-130.
[35]    Ersoy, a.g.e., s.348.
[36]    Ersoy, a.g.e., s.362.
[37] Mehmet Rauf, 1910 yılında yayımlanan bu kitap dolayısıyla 8 ay hapse mahkûm edilip askerlikten çıkarılmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Yavuz Selim Karakışla, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Müstehcenlik Tartışmaları ve Bir Zanbak’ın Hikâyesi”, Tarih ve Toplum, İstanbul, Nisan 2001, C.35, S.208, s.15-29.
[38] Ersoy, a.g.e., s.656.
[39] Âkif, “Berlin Hatıraları”nın Sebilürreşâd’daki tefrikasında yer alan 98 mısraı Safahât’a almamıştır.
[40] Ersoy, a.g.e., s.1038-1040.
[41]    Ersoy, a.g.e., s.1042.
[42] Köse İmam, böyle bir sıfat kullanırken “hikmetli şiir” söyleyen Attar, Sa’dî vb. şairleri bunun dışında tutar.
[43] Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Âkif: Hayatı-Seciyesi-Sanatı, Oğlak Yayınları, İstanbul, 2014, s.26-28, 63-64.
[44] Kuntay, a.g.e., s.101.
Bu haber toplam 1064 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim