I. Meşrutiyet’in ilanı ile II. Meşrutiyet’in ilanı1 arasında kalan yaklaşık 30 senelik zaman dilimi Osmanlı Devleti ve Osmanlı aydınları açısından son derece sancılı geçmiştir. Birçok araştırmacı ve yazar bu dönemi adalet, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi evrensel kavramların perdelendiği “istibdat dönemi” olarak adlandırmıştır. Sultan II. Abdülhamit’in bütün çabalarına rağmen süreçte Osmanlı Devleti içerisindeki özellikle gayrimüslim anasırı artık devlete bağlı tutmanın mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır. I. Meşrutiyetin ilanı sembolik açıdan önem arz etse de II. Meşrutiyet’in ilanı sonrası Osmanlı Devleti’nde âdeta Fransa’nın öncülük ettiği hürriyet (liberte), müsavat (egalite) ve uhuvvet (fraternite) gibi kavramların tekrar önem kazanacağı hayal edilerek ülkede bayram havası esmiştir. Bu dönemde sayısız süreli yayın çıkarak yerli yersiz birçok tartışmalar ve önemli meseleler gündeme gelmiştir. Meşrutiyet Dönemi bir edebî akım ya da topluluğun adı değil bilakis birçok siyasi değişim ve dönüşümleri esas alan, fikrî dönüşümlerin ve hareketliliğin de en üst düzeyde olduğu tarihî bir dönemin adıdır. Bu dönemde ortaya çıkan edebî anlayışlar, II. Meşrutiyetin doğurduğu siyasî, sosyal ve fikrî ortamdan önemli ölçüde etkilenmişlerdir. Ayrıca bu dönem Türk edebiyatının II. Abdülhamid yönetimi, ona olan muhalefet hareketleri de önemli ölçüde rol almıştır. Dolayısıyla bu dönem Türk edebiyatı, geneli itibariyle politik ve sosyal karakterli bir edebiyattır. Ancak Fecr-i Atî topluluğu gibi bu etkilenmelerden uzak duran ve sanatı, ferdiyetçi anlayış çizgisinde tutmaya özen gösteren edebî eğilimler de vardır.[1] [2]
Meşrutiyet Dönemini incelerken fikrî çatışma unsurlarından ve oluşumlardan bahsetmeden konunun anlaşılması mümkün değildir. Değişik yönlerden meselelere yaklaşmakla birlikte dönemde ortaya atılan fikir hareketlerinden her biri “Batmakta olan bir devlet nasıl kurta- rılabilir.” Sorusuna cevap aramaya çalışmaktadır. Bu bakımdan etkili olsun olmasın her fikir hareketi kendi içerisinde değerlidir. Bu dönemlerde değişik seviyelerde etkili olan fikir hareketleri sırasıyla Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve Garpçılıktır. Bu fikir hareketleri içerisinde Osmanlı’da yaşayan herkesin birlik ve beraberliğine dayanan Osmanlıcılık fikir hareketi zamanın gelişmeleri ve bütün dünyadaki ulus devlete doğru gidişatın bir sonucu olarak önemini yitirmiştir. Osmanlıcılık fikir hareketinin savunucuları açısından Namık Kemal, Ziya Paşa, Süleyman Nazif, Tunalı Hilmi, Ebuzziya Tevfik vb. isimleri sayabiliriz.
Türkçülük fikir hareketinin ana gayesi ise Osmanlı Devleti’ndeki Türkleri din ve ırk temeline dayalı olarak birbirine bağlamaktır. Türkçülük fikri açısından Lehçe-i Osmani yazarı A. Vefik Paşa, İlm-i Sarf-ı Türkî adlı eseriyle Süleyman Paşa, Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem, Gaspıralı İsmail, Yusuf Akçura, Hüseyinzade Ali Bey, Ahmet Ağaoğlu, Ahmet Hikmet Müftüoğlu vb. isimler fikirleriyle ve hizmetleriyle önem arz etmektedir.
Batıcılık Fikir hareketinin serüveni, eğer bu kavramı terakki etmek ve geri kalmışlığın sebeplerini kendimizi Batı’yla kıyas ederek bulmak anlamına gelirse, Osmanlı modernleşmesi veya tabir-i diğerle Türk Modernleşmesi diye adlandırılan süreçle paraleldir. Batıcılık fikrinin ilk nüveleri Osmanlı Devleti’nin 1683 senesinde Viyana Bozgunu’na uğramasının ardından farkına vardığı gerileme sürecinden sonra Batı’yı tanıma, gerilemenin sebeplerini araştırma ve ikili ilişkiler geliştirmek maksadıyla Osmanlı’nın Paris ve Viyana gibi başkentlere elçiler göndermesiyle atılmıştır. Batılılaşma serüveninde Batı’ya gönderilen ilk elçimiz Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi, Mustafa Sami Efendi, Sadık Rıfat Paşa, Şinasi, Tevfik Fikret, Hüseyin Cahit, Abdullah Cevdet, Ahmet Cevdet, Kılıçzâde İbrahim Hakkı, Ali Suavi, Celal Nuri, Beşir Fuad, Baha Tevfik, Suphi Edhem, Ziya Gökalp gibi şahsiyetleri sayabiliriz. Tabii Batıcılık kavramı eğer medeniyet ve ilerleme anlamında ele alınırsa İslamcılar ve Türkçülerin birçoğunu da bu gruba dâhil edebiliriz.
Sultan Abdülhamit döneminin devlet politikası olarak karşımıza çıkan İslamcılık fikir hareketi ise özel olarak bütün Osmanlı topraklarındaki Müslümanların birliğini, mefkûrevî olarak da tüm dünyadaki Müslümanların birliğini tesis etmeyi hedeflemekteydi. Abdülhamit, İslamcılık fikir hareketinin gerektirdiği her politikayı uygulamaya çalışmıştı. İslamcılık eğer bir siyasî ideoloji olarak düşünülmezse Osmanlı Devleti zaten kuruluşundan beri şer’’i özellikleriyle hayatiyetini sürdürmekteydi. Fakat özellikle II. Abdülhamit’in yıkılmaya ve yok olmaya yüz tutmuş bir devleti kurtarma noktasında İslam çatısı altında Osmanlı Devleti’ndeki Müslüman unsurları birleştirme gayretiyle birlikte bir siyasî ideolojiye dönüşmeye başlamıştır.
Fikir Hareketlerine genel yaklaşım açısından Yusuf Akçura’nın “Üç tarz-ı siyaset” adlı makalesi ve Ziya Gökalp’ın “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı çalışmaları önemlidir. Birbirlerine ait fikirlere de yer vermekle birlikte her fikir hareketinin ağırlıklı olduğu süreli yayınlar dikkati çekmektedir. Osmanlıcılık fikir hareketi için Şurâ-yı Ümmet; İslamcılık fikir hareketi için Sırat-ı Müstakim (Sebilü’r-reşad); Türkçülük fikir hareketi için Türk Yurdu ve Genç Kalemler; Batıcılık fikir hareketi için İçtihat ve Tanin süreli yayınlarından bahsedebiliriz.
Mehmet Âkif’i bir fikir hareketine dâhil etmek gerekirse hayat tarzı ve fikirlerinin kaynağı olarak iyi bir Müslüman ve İslamcı; Medeniyet ve terakki fikri açısından Batıcı; Millet vatan ve aidiyet hissiyatı açısından Türkçü; Uhuvvet ve bir arada yaşama kültürü bakımından da Osmanlıcı olarak nitelendirilebilir.
- Meşrutiyet’in ilanı ve hürriyet
- Meşrutiyet ilan edildiğinde Mehmet Âkif İstanbul’da Umur-ı Baytariye Dairesi Müdür Muavini olarak görev yapmaktaydı. Mehmet Âkif, İkinci Meşrutiyet’in ilanının hemen sonrasında arkadaşı Eşref Edip ile birlikte Sırat-ı Müstakim gazetesini çıkarmaya başlar. Âkif, rasathâne müdürü Fatin Hoca’nın teşvikiyle daha önceleri gizli üye kabul eden ve Meşrutiyetin ilanı sonrasında alenî üye kabul etmeye başlayan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye olur.
Mehmed Âkif, görev icabı gittiği Rusya’da Müslüman düşmanı bir Rus’un sürekli kendisine takılmasından son derece rencide olmuştur. Onlara göre artık Osmanlı “hasta adam”dır. Rusya’da kendini Osmanlıların kanuni mirasçısı olarak görmektedir. Rus Hoca’nın bu şakaları Akif’i son derece üzmüştür. Meşrutiyetin ilanından sonra aynı Rus Hoca’nın hasta adam biraz canlandığını söylemesi üzerine Akif “Kahraman milleti gördün ya: Biraz silkindi.” demektedir. Bunun üzerine Rus Hoca bunun imkânsız olduğundan bahsetmektedir. Şiirin devam eden kısmında ise başta İstanbul olmak üzere Meşrutiyetin ilanından kısa bir süre sonra yurdun dört bir köşesinde insanların meşrutiyeti nasıl karşıladığına dair genel atmosferi yansıtmaktadır.[3] Meşrutiyetin ilanının hemen sonrası memleketteki genel durumu yansıtması ve yapılan çılgın kutlamaları tablolaştırması açısından Safahat’ın ikinci kitabı olan “Süleymaniye Kürsüsünde” adlı bölümündeki şiirin bütününü buraya almayı uygun gördük:
“Bir de İstanbul’a geldim ki: Bütün çarşı, Pazar
Na’radan çalkanıyor! Öyle ya... Hürriyyet var!
“Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş...
Doğru: Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru.
Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının;
Kafalar tütsülü hülya ile, gözler kızgın.
Sanki zincirdekiler hep boşanıp zincirden,
Yıkıvermiş de tımarhaneyi çıkmış birden!
Zurnalar şehrin ahâlîsini takmış peşine;
Yedisinden tutarak tâ dayanın yetmişine!
Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli;
En ağır başlısının bir zili eksik, belli!
Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük.
Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük!
Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlanacak..
—Yaşasın!
—Kim yaşasın?
—Ömrü olan.
—Şak! Şak! Şak!
Ne devâirde hükümet, ne ahâlîde bir iş!
Ne sanayi’, ne maârif, ne alış var, ne veriş.
Çamlıbel sanki şehir: Zabıta yok, rabıta yok;
Aksa kan sel gibi, bir dindirecek vâsıta yok.
“Zevk-i hürriyyeti onlar daha çok anlamalı” Diye mekteplilerin mektebi tekmil kapalı! İlmi tazyîk ile ta’lîm, o da bir istibdâd... Haydi öyleyse çocuklar, ebediyyen âzâd! Nutka gelmiş öte dursun hocalar bir yandan... Sahneden sahneye koşmakta bütün şâkirdan. Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa, Hep ağızlar deşilip, kimde ne cevher varsa, Saçıyor ortaya, ister temiz, ister kirli;
Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli. Dalkavuk devri değil, eski kasâid yerine, Üdebânız ana avrat sövüyor birbirine! Türlü adlarla çıkan nâ-mütenâhî gazete, Ayrılık tohmunu bol bol atıyor memlekete. İt yetiştirmek için toprağı gayet münbit Bularak, fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it! Yürüyor dîne beş on maskara, alkışlanıyor, Nesl-i hâzır bunu hürriyyet-i vicdan sanıyor! Kadın, erkek koşuyor borç ederek Avrupa’ya... Sapa düşmekte sizin şıklara, zannım, Asya! Hakk’a tefvîz ile üç tane yetişmiş kızını; Taşıyanlar bile varmış buradan baldızını, Analık ilmi için Paris’e, yüksünmeyerek...
Yük ağır, ecri de nisbetle azîm olsa gerek!”[4]
Mehmet Âkif, şiirin devam eden kısmında kendisinin de bir süreliğine de olsa meşrutiyetin ilanının bu akıllarla durgunluk veren havasına kapıldığını itiraf ederek gördükleri karşısında bu fikrinden kısa sürede vazgeçtiğini belirtmektedir. Galeyan geldi mi mantığın kalmayacağını belirterek, kendisinin de galeyana geldiğini, işlerin eskisinden daha da kötüye doğru gitmeye başladığını, vatanın bir kez daha ihmal edilmeye artık gücünün kalmadığını, doludizgin yıkılmaya doğru gittiğini ifade eder. Müslümanların artık kesinlikle uyanması gerektiğini dile getiren Âkif, yoksa kimsede “vatan sevgisi” duygusu kalmadı mı diye sorar. Daha kötü günlere doğru gitmemek için özgürlüğün ve bağımsızlığın artık değerinin bilinmesi gerektiğine değinerek, başka memleketlerdeki tutsak milletlerle konuşmanın hürriyetin değerini anlamak için yeterli olacağını belirtir. Zira hürriyet ve bağımsızlık olmazsa Akif’in bütün hayatını adadığı ne Müslümanlık kalacaktır ne de din. Mehmet Âkif için hürriyet ve bağımsızlık aynı zamanda İslâm’ın ve Müslümanların güvencesidir. Bu sebeple hayatî bir değer taşımaktadır.
Mehmet Âkif, Meşrutiyet’in ilanından hemen iki gün sonra memleketin genel atmosferini yansıtan “Hürriyet”[5] adlı şiirinin ilk bendinde hürriyeti cennetten inme beyaz entarili bir huriye benzetir ve bu huri hürriyet kemerini kuşanarak yurdun dört bir köşesini gezmektedir. İnsanları âdeta büyülemiştir.
“Beyaz entarisiyle kar gibi kız,
Sanki Cennet’ten inme zâde-i hûr;
Ya seher-pâredir ki perrandır
Dûş-i nâzında bir sehâbe-i nûr.
Kuşanıp bir nitâk-ı hürriyyet
Geziyor hâk-dânı dûrâ-dûr!
Hâle-dâr eyleyince bedri şafak
Bu kadar dil-nişîn olur ancak.”[6]
Şiirin ikinci bendinde bir küçük afacan oğlanı göstererek onun bile uçacak kadar hürriyetin ilanına çok sevindiğini belirterek elinde kendisinden daha büyük bir bayrakla tasvir etmektedir ve küçük afacana seslenerek o istibdat denilen sıkıntılı devrin artık geçtiğini artık önümüz açıldığını belirterek “Haydi feth et: gelecek senindir.” demektedir.
Şiirin dördüncü bendinde Mehmet Âkif, her çocuğun eline bir bayrak tutuşturarak çocukları “-Yaşasın hürriyet!” diye doğal tavırlarla bir özgürlük savaşçısı olarak bağırtmaktadır. Bu coşkunun çocuklar aracılığıyla verilmeye çalışılması anlatımı daha çarpıcı ve etkili kılmıştır. "...
Her çocuk bir kocaman bayrak edinmiş, geliyor;
"Yaşasın!” sesleri eflâke kadar yükseliyor.
Görerek yapma değil hem, ne tabî! etvâr!
Şu yumurcaklara bak: Sanki ezelden ahrâr!
—Bağırın haydi çocuklar...
—Yaşasın hürriyyet!”[7]
Mehmet Âkif şiirin devam eden kısmında alkışlarla ve “Vatan Şarkısı” ile hürriyet kutlamalarını devam ettirir. Geçmişi hareketsiz bir mezarlık olarak ifade eder ve herkesi şimdi “dalgalanan ruhu” görmeye davet eder. Zira içinde bulunulan ortam çok hararetli ve dinamiktir. Bir diriliş görüntüsü söz konusudur. Oynamaya giden iki kardeşin babasının da Yemen’den gelerek bu hürriyet havasını görmesini arzulayarak şiirini bitirir.
Mehmet Âkif, bir başka şiirinde de II. Abdülhamid’in Kanun-ı Esasî’yi kabul ederek hürriyeti ilan ettiğini Hindistan’da iken öğrendiğini ve içinde bulunduğu ruh hâlini dile getirir. Milletin ricalarının ve toplumsal baskının neticesinde artık padişahın meşrutiyeti ilan etmekten başka çaresi olmadığını belirtir. Meşrutiyet’in ilanını Allah’ın kullarına bir inayeti bir yardımı olarak görmektedir. Meşrutiyet’in ilan edildiğini duyduğunda sevinç gözyaşları döktüğünü belirtmektedir. Meşrutiyet’in ilanı haberini alan Âkif, bir an evvel vatanına dönmek için can atmaktadır. Gemiyle vatana dönüş yolculuğuna çıkmıştır. Herkes gibi o da ilk an sersemliği içerisindedir. Geri dönerken bindiği geminin okyanusun ortasındaki hâliyle kendisi arasında paralellikler kurmakta ve engin hayallere daldığını belirtmektedir. Ayrıca Kevser içmiş bir sofu gibi kendisini başka dünyalarda hissetmektedir. İslâmcı bir şair olan Âkif’in bile meşrutiyeti ne kadar coşkuyla karşıladığının belgesi niteliğinde olan bu şiir halkın ve aydınların da istibdattan ne kadar bıkmış ve yorgun düşmüş olduğunun da bir göstergesidir. Mehmet Âkif’in bu haberle birlikte artık içerisinde karanlıklar kalmamıştır. Ümitsizliği sonunda yenmeyi başarmıştır. Gemiyle İstanbul’a yaklaştığında İstanbul ona bir başka güzel görünmüştür. Gelecekle ilgili de hayallere kapılır. Bu hayaller Rıza Tevfik(Bölükbaşı)’in “Sultan Hamîd’in Ruhaniyetinden İstimdat”[8] adlı şiirindeki “bir çürük ipliğe hülya dizmişiz.” dizesini hatırlatmaktadır. Mehmet Âkif bile sonu hüsran olan bu İttihad ve Terakki Partisi yolculuğunun geleceğini görememiştir. Çünkü bütün dikkatler sadece Abdülhamid’in baskısından kurtulmak üzerine yoğunlaşmıştır. Mehmet Âkif için II. Meşrutiyet’in ilanının anlamı büyüktür. Meşrutiyet sonrasını şöyle hayal etmektedir: Sayısız okullar açılmış, kadınlar ve erkekler okuyor, fabrikalar çalışıyor ve yerli kumaşlar dokuyor, matbaalar hiç uyku nedir bilmeyen hizmetkârlar gibi gece gündüz millete faydalı eserler basıyor, şirketler ülkeyi baştanbaşa imar edecekler, yeni dernekler halkı aydınlatacak, gemiler ise sürekli servet taşımakta. Oysa tüm bunlar Rıza Tevfik’e daha sonra “Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz.” dedirecek kadar ne ham hayallermiş. Zira İttihad ve Terakki Cemiyeti hemen hemen herkesi büyük hayal kırıklıklarına uğratmıştır.[9]
İttihad ve Terakki eleştirisi
Balkan savaşları Meşrutiyete ve getirdiği sarhoşluk havasına çok büyük bir darbe vurmuştur. Hürriyetin aydınlığı geceye dönmüştür. Bozgun almış başını yürümüştür. Tüm ümitler tükenmeye başlamıştır. Hürriyetin kahramanları olarak kendilerini tanıtanlar dut yemiş bülbül gibi olmuşlardır. Sancaklarımız düşmanlar tarafından birer birer aşağı indirilmiştir. Rahmetin kalbi bile bu savaşlar sırasında belki de kan olmuştur. Savaş o derece şiddetli o derece acımasızdır:
“Sabâhü’l-hayr-ı hürriyyet, ilâhî, leyl-gûn oldu;
Karanlık bir hezimet her taraftan rû-nümûn oldu!
Şehâmet gitti; gayret söndü; kudretler zebûn oldu.
O mevcâ-mevc sancaklar ne müdhiş ser-nigûn oldu!
Sukutun dehşetinden kalb-i rahmet, belki, hûn oldu:”[10]
İstibdat ve II. Abdülhamid karşıtlığı
Mehmet Âkif yakın dostu Mithat Cemal (Kuntay)’e ithaf ettiği “İstibdat”11 adlı şiirinde İstibdat döneminin artık yıkıldığından fakat giderken milletin kalbinde çıkmaz bir kirli hatıra olarak kaldığından bahsediyor ve bu döneme seyirci kalanları eleştiriyor. Mazlum ile zalimin bu dönem içerisinde zaman zaman aynı kefeye konulduğundan bahsediyor. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarına atıfta bulunarak birkaç çadırdan dünyayı kuşatan bir devlet çıkarmış olan bu yüce milletin düştüğü kötü durumu bir türlü kabullenemiyor ve otuz üç sene süren bu ibret tablosunun keşke vasıtası biz olmasaydık diyor.
“Yıkıldın, gittin amma ey mülevves devr-i istibdâd,
Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yâd!
Diyor ecdadımız makberlerinden: Ey sefil ahfad,
Huruş etmezdi, mezbuhane olsun, kimseden feryad?”[11] [12]
Şiirin dördüncü bendinde ise bayraklarımızın göklerden yerlere indirildiğini, atalarımıza karşı mahcup olduğumuzu, yüce bir milletken ne sefil hallere düştüğümüzü bildiriyor ve geleceğe dair ümitlerimizin artık imkânsız olduğundan bahsederek istibdatı “kanlı bir kâbus” olarak nitelendiriyor.
Beşinci bentte ise II. Abdülhamid’ e ve istibdat yönetimine lanetler okur. Tüm temiz alınlara “Bu bir cani” diyerek ya leke sürüldüğünü ya da hapse mahkûm edildiğini, casusların her yana salınarak ülkenin aydınlarına rahat yüzü verilmediğini ve onları ümitsizliğe düşürüldüğünü belirterek adeta şeytanın ruhuna rahmetler okunduğunu ifade ediyor.
“Hamiyyet gamz eden bir pâk alın her kimde gördünse,
“Bu bir cânî!” dedin sürdün, ya mahkûm eyledin hapse.
Müvekkel eyleyip câsûsu her vicdana, her hisse,
Düşürdün milletin en kahraman evlâdını yese...
Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun rûh-i İblîs’e!”[13]
Son bentte ise artık kâbus devrinin geçmesi gerektiğini belirterek herkesi uyanışa çağırıyor. Hürriyete seslenerek hürriyet için ne kadar can verilmiş olduğuna göndermede bulunuyor. Hürriyetin sığınağının en temiz vicdanlar olduğunu, hürriyetin tahtının da baştanbaşa tüm Osmanlı ülkesi olduğunu, bütün milletin de hürriyetin askeri olduğunu belirtiyor:
“Gel ey nâzende hürriyyet ki canlar ferş-i râhındır.
Emindir mevki’in: En pâk vicdanlar penâhındır.”[14]
Tabii Âkif bu şiiri yazarken hürriyetin beraberinde neler getireceğinden o an için habersiz ve İttihad ve Terakki’nin gerçek yüzünü daha görmemiştir. Zira Abdülhamid’i tahtan indirerek yönetimi de ele geçiren İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin bazı mensupları daha sonra gerçek yüzlerini gösterecektir.[15]
Mehmet Âkif, İttihat ve Terakki döneminde Balkan Savaşı’nın da etkisiyle iyice keskinleşen kavmiyetçilik ve ayrılık düşüncesine her zaman karşı olmuştur. İslâm şemsiyesi altında önce Osmanlı coğrafyasındaki Müslümanların daha sonra ise tüm dünya Müslümanlarının bir araya gelerek birleşmesi taraftarıdır. Kavmiyetçiliğe dayalı ayrılıkçılığın Osmanlı devletinin sonu olacağı fikrindedir. Başta Balkanlar olmak üzere Osmanlı Devleti’nde yaşayan herkesin kesinlikle Osmanlı olduğuna vurgu yaparak bu devletleri birbirine bağlayan en önemli bağın İslâmiyet olduğunu belirtmektedir.
İslâm ayrılıkçılık(tefrika) değil birlik, dayanışma dinidir. Mehmet Âkif de bu düşüncesini hemen hemen tüm şiirlerinde vurgulamıştır. Kavmiyeti ön plana alan Türkçülerin ve diğer kavmiyet temelli hareket eden tüm tebaanın ve reayanın karşısındadır. Mehmet Âkif’e ve İslâmcılık düşüncesine sahip diğer âlimlere göre Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına sebep olabilecek en büyük tehlike ırka dayalı kavmiyet anlayışıdır maalesef İttihat ve Terakki Partisi’nin de fütursuz idaresiyle meşrutiyet döneminde bu durum daha da körüklenmiştir:
“Seni tahrik eden üç beş alığın ma’rifeti!
Ya neden beklemiyordun bu rezîl akıbeti?
Hani, milliyyetin İslâm idi... Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.
“Arnavutluk” ne demek? Var mı Şerîat’te yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri.
Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yâhud Kürde;
Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerde!
Müslümanlık’ta “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel’în ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır rûh-i Nebî tefrikanın;
Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın!”
Şu senin akıbetin bin bu kadar yıl evvel,
Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?”[16]
Bir başka şiirinde ise Türkçülerin bir kısmının Türklerin ataları olarak Moğol Hakanı Cengiz’i sanki bir padişahmış gibi göstermek istemeleri karşısında Akif şiddetli tepki gösterir. Bu tip arayışların bir sonuç getirmediğine ve Osmanlı Devleti’ne faydadan ziyade zarar vereceğine
değinir:
“—Yasa yok şimdi.
—Neden, bitti mi?
— Çoktan bitti.
—Dede Cengiz ya?
—Bırak, derdimi deştin: Gitti!
—Getirirler yine lazımsa...
— Hayır, gitti gider.
—Deme oğlum!
—Ya bizim düşmanımızmış o meğer...
Dedenizdir diye bir kahbe çıfıtmış yamayan...
—Size hâ?
—Öyle ya, çok geçmedi, lâkin, aradan
Geldi bir başka gâvurcuk, dedi “Cengiz’le, ayol,
Bu hısımlık nereden çıktı ki, siz Türk, o Moğol!...”
—Sonra?..
—Hiç!
—Hiç mi?
— Sönüp gitti o kızgın piyasa.
—Hem de bir püfle!
—Evet, şimdi ne hakan, ne yasa!
— Kimse ma’kul kefereymiş, o herif.”[17]
Mehmet Âkif, yukarıdaki dizelerinde de görüldüğü üzere İslâm dininin ırka dayalı kavmiyet fikrini kesin olarak yasakladığını belirterek Arap’ın Türk’e, Laz’ın Çerkez’e veya Kürt’e üstünlüğü olamayacağını belirterek Hz. Muhammed(S.A.V)’in kavmiyetçiliği lanetlediğini vurgulayarak kendisinin de şiddetle karşı olduğunu belirtir.[18]
Arnavutluk, Araplık gibi Müslüman Osmanlı unsurlarının ayrılık fikrinde olmalarını çok şiddetli olarak eleştirmektedir. Ona göre Osmanlı Devleti çatısı altında yaşayan her milleti bir arada tutacak olan İslâm birliğidir. Çünkü İslâmiyet kavmî üstünlük ve farklılıkları ön plana çıkaran bir din değil bilakis herkesin bir arada yaşamasını, kardeşliği (uhuvvet) dayanışmayı(tesanüd) öğütler. Âkif, şiirinde adeta ayrılık düşüncesine karşı isyan eder ve haykırır:
“Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı,
Aynı milliyyetin altında tutan İslâm’ı,
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir.
Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir.
Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez...
Son siyâsetse bu, hiç böyle siyâset yürümez.
Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan;
Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan.”[19]
Mehmet Âkif’e göre bir millete tefrika girmeden düşman giremez; çünkü kaleler hep önce içeriden fethedilir. Birliğin ve beraberliğin olduğu toplumlar sonsuza kadar yaşarlar. Âkif’in tüm şiirlerinde birlik fikri çeşitli vesilelerle sürekli olarak vurgulanır. Tefrikanın yok ettiği ve sömürge ettiği toplumlara Fas, Tunus ve Cezayir’i örnek verir. İran’ın da paylaşılmak üzere olduğunu vurgular. Osmanlı Devleti’nin de bu oyuna gelmemesi gerektiğini ifade eder. Âkif, bu durumdan çok muzdariptir. Bölücülük fikirleriyle zayıflayan İslâm milletlerini Avrupa’nın bir lokmada yutacağını belirtir; Çünkü Avrupa bunun için fırsat gözetmektedir. İslâm milletine seslenerek artık uyanmaları gerektiğini belirtir. İslâm milletlerinin birbirinin acılarıyla hemdert olmayışlarını eleştirir. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed(S.A.V)’i örnek göstererek çok uzaklardaki bir müminin dahi ayağına bir diken batsa Peygamber Efendimizin kalbinde yardıma ihtiyaç duyduğunu belirtir. Eğer bu yanlış davranışlar devam ederse Peygamberin ruhunun İslâm milletlerinden davacı olacağını belirtir.[20]
Şu veciz beytiyle bu düşüncesini taçlandırır:
“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.”[21]
Mehmet Âkif, kavmiyetçilik yapanlar kadar Batı’yı yanlış anlayarak memleketi felakete sürükleyen sözde batıcı aydınlara karşı da büyük cephe alır. Gerçek aydının Batı’dan nelerin alınıp nelerin alınmaması konusunda son derece seçici olması taraftarıdır. İlim ve fen alanında çalışan aydınlarımız halkı aydınlatacağım, memleketi ıslah edeceğiz, Osmanlı Devleti’ni kurtaracağız derken ülkeyi bile bile felakete sürüklemişlerdir. Bunun yanı sıra Batılılaşmayı yanlış anlayan ediplerimiz de çoktur. Bunların bir kısmı sadece Batı’nın fuhşuna aracılık yapar, sürekli şaraptan bahsederler, filozof geçinirler ama hiçbirinin bilimle ilgileri yoktur. Zaman zaman işi Allah’a sövmeye kadar götürenleri vardır. Bunlar parayla Protestanlara zangoçluk bile edebilirler.[22] En azılı düşmanımız olan Rusya bile bize onlar kadar zarar vermemiştir. Edebiyatları son derece güçlüdür ve dünya çapında sürekli meşhur eserler verirler.
Mehmet Âkif, kendi memleketinin değerlerine sahip çıkmayan özellikle Batıcı geçinen ve Batı kültürünün de tam olarak ne olduğunu bilmeyenlere karşı ateş püskürmektedir. Gücü yetse on yedi yaşından yukarı şair, yazar kim olursa olsun hepsinin boynuna müstehcen eserlerini takarak dışarı atacağını belirtmektedir.
İlerleme ve modernleşmenin yanlış anlaşılmasından yakınan Âkif, her milletin ve toplumun kendine uygun ilerleme metotlarının olabileceğine değinir. Başka milletlerin körü körüne takipçisi olmanın ne kadar yıkıcı olabileceğini belirtir. Milletlerin başkalaşma ve ilerleme süreçleri yapılarına göre değişiklik göstermektedir. Aydınlara düşen görev milletin bünyesine uygun ilerleme aşamalarını belirleyerek önden halka bir “ilâhî fener” yakmalarıdır. Çünkü bu ışıktan sonra aydınlarının samimiyetine inanan halk onların arkalarından koşarak geleceklerdir.[23]
Mehmet Âkif, Neml Suresi[24]’nin, 52. ayet-i kerimesini epigraf yaparak başladığı bir başka şiirinde çaresizlik içerisinde kıvrandığını ve kendisine milletine yardım eli uzatan dost diye geçinenler de dâhil kimsenin olmadığını vurgulamaktadır. Tam bir bozgun psikolojisini verir mahiyette bir şiirdir. İslâm diyarları bir bir çiğnenmiştir. Hiç kimse yardım eli uzatmamaktadır. Bütün ümitler sönmüştür. Mehmet Âkif vatansız ve evsiz barksız artık bir gariptir. Sığınacak hiçbir yer yoktur. Her yer yokluktan ibarettir. Bırakın yardım edecek birilerini yok diyecek biri bile yoktur. Akif, şiirinde “yok” kelimesini sık sık tekrarlayarak “yokluk”, “bozgun” ve “hicran” temalarını öne çekmiştir. Dönemin ruh hâlini bize tüm derinliği ve çıplaklığıyla yansıtmıştır. Şiirinin devam eden kısmın da da vatan için ağlamakta ve ağlatmaktadır. Giden vatanla birlikte tükenen ümitlerdir.[25]
Mehmet Âkif, savaş ortamı oluşturanlar da tutun da, insaniyetini unutmuş olanlara, Avrupa’nın maskeli vicdanına buna ilaveten en çok da Avrupa kamuoyunun desteğini almak için Ezanın sesini susturmaya çalışan Batıcı, İslâm düşmanı sözde aydınlarımızın yüzüne bol bol tükürür:
“Ey, bu toprakta birer na’ş-ı perîşan bırakıp,
Yükselen, mevkib-i ervah! Sakın arza bakıp;
Sanmayın: Şevk-i şehâdetle coşan bir kan var...
Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!
Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdarımıza!
Tükürün: Belki biraz duygu gelir arımıza!
Tükürün cebhe-i lâkaydına Şark’ın, tükürün!
Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün!
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!
Tükürün Ehl-i Salîb’in o hayâsız yüzüne!
Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!
Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün:
Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün![26]
17 Kânûnisânî 1328”[27]
Sonuç
Mehmet Âkif, zulm ve adaletsizlik kimden veya nereden gelirse gelsin kesinlikle karşısında- dır. Zulm ile âbâd olunmayacağını çok iyi bilmektedir. Mehmet Âkif, Sultan II. Âbdülhamit’in döneminde uyguladığı baskıdan bunalmışlığın bir sonucu olarak Abdülhamit’e karşı kesin cephe almış vaziyettedir. Mehmet Âkif, Sultan II. Abdülhamit’e karşı olmasının yanı sıra mut- lakiyetin, sarayın ve kurumsal olarak kesinlikle hanedanlığın karşısında değildir. Karşı olduğu Abdülhamid Han’ın şahsi uygulamaları ve bundan mütevellit padişahın kendisidir. Başlangıçta büyük umutlar beslediği İttihat ve Terakki Partisi’nin Abdülhamit Han’ı tahtan indirip görevi devraldıktan sonra çok daha ileri boyutta baskı uyguladığını ve adaletsiz uygulamalarını görünce İttihat ve Terakki Partisi’ne de cephe almıştır, ümitleri yıkılmıştır ve büyük bir infiale uğramıştır. Aynı tavır ve yakın hissiyat Tevfik Fikret ve Rıza Tevfik gibi dönemin birçok aydınında da görülmektedir. Zira gelen gideni arattığı âşikârdır.
Mehmet Âkif’e göre zulm, adaletsizlik ve hürriyetsizlik kimden ve nereden gelirse gelsin karşı çıkılarak mücadele edilmelidir. Âkif’in İslamcılık fikrinin öncüsü, en sadık uygulayıcısı ve kendisinin de savunduğu İslamcılık ideolojisinin hâmisi Âbdülhamit Han’a ve uygulamalarına karşı oluşu ne kadar temkinli, eleştirel ve sorgulayıcı yaklaşımlar sergilediğinin bir kanıtıdır. Ona göre galeyanla gelen ve tekâmülünü tamamlayamayan, yapıcı olmak yerine yıkıcı olan, fazilet fukarası, cehaletin karanlığına gark olmuş, insanları şer’i hükümlerden uzaklaştırmaya meyyal bir hürriyetin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Zira Mehmet Âkif ömrü boyunca ‘Hakkın Sesleri’ ni dinlemiş, yaşamış ve yaşatmıştır.
Özet
Mehmet Âkif(Ersoy), İslam’ı hayatının her safhasında en güzel şekilde uygulayan bir fikir ve fiiliyat adamı olarak karşımıza çıkmaktadır. Hayatı boyunca birçok güçlük karşısında inandığı değerlerden asla taviz vermemiştir. O, bu vasıflarıyla gerçekten tam bir ‘karakter heykeli’dir. Âkif herkes tarafından İslamcı bir şair olarak kabul edilmesine rağmen hayatı boyunca da en çok Müslümanları eleştirmiştir. Çünkü o herkesin kendine göre bir İslam icat ederek dinin hurafe ve bidatlerle kirletilmesine karşıdır. Haksızlık, zulüm kimden ve nereden gelirse gelsin karşısındadır. Zira Safahat’ta haksızlık, zulüm ve yanlış tevekkül anlayışına karşı derinden bir tepkisellik görülmektedir.
II. Meşrutiyet’in ilanı karşısında Mehmet Âkif, uyguladığı politikalardan hoşlanmadığı II. Abdülhamit’in tahtan indirilmesine dönemin diğer aydınları gibi çok sevinmiştir; Fakat II. Abdühamit’i tahtından indirerek yönetime el koyan İttihat ve Terakki Partisi’ne de temkinli yaklaşmaktadır. Zira daha sonraki gelişmeler halkın ve aydınların büyük hayaller besleyerek desteklediği İttihat ve Terakki Partisi’nin ‘bir çürük ipliğe dizilen hülyalar’dan öteye bir anlam ifade etmediği çok geçmeden anlaşılmıştır. Mehmet Âkif, İttihat ve Terakki Partisi’nin adaletsiz ve zalimce uygulamaların görünce aydın sorumluluğu gereğini yerine getirerek İttihat ve Terakki Partisi’ne de cephe almıştır.
Bütün bu gelişmelerin ışığında makalemizde dönemin değişkenleri ve II. Meşrutiyet Dönemindeki karmaşa ortamında Mehmet Âkif’in sorunlara yaklaşımları incelenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Mehmet Akif Ersoy, meşrutiyet, İttihat ve Terakki Partisi, Safahat, İslam
Abstract
The Second Constitutional Era’s Shadows in Safahat
Mehmet Âkif (Ersoy), Islam in the best way at every stage of life that implements emerges as a man of ideas and deeds. To believe in the face of many challenges throughout his life never compromises. He is a really complete with these characteristics’ character is a statue. Akif be accepted by everyone, although Islamist his life as a poet, many Muslims have criticized the most. Because it’s all by himself by inventing a religion Islam is against tainted with superstition and subsequent innovations. Injustice, oppression, and where he comes from is opposite. Because in Safahat injustice, against oppression and a deep sense of trust in the wrong reactivity is observed.
Mehmet Âkif against the proclamation of the Constitution, which turns its policies like other intellectuals of the period to the Abdülhamit II’s dethronement was very glad; But II. Abdühamit seized power from his throne by downloading the Union and Progress Party is also wary. Because of the subsequent development of the people and intellectuals supported by feeding big dreams of Union and Progress Party’s’ reverie of a bruise when strung from beyond soon as it was understood to mean something. Mehmet Âkif, unjust and cruel policy of the Union and Progress Party, the sight of the need to fulfill the responsibility of intellectuals of Union and Progress Party has taken the front.
In light of these developments and variables in our article Mehmet Akif’s approach to problems in the Se- cond Constitutional Era’s chaotic environment were examined.
Key Words: Mehmet Akif Ersoy, constitutionalism, Union and Progress Party, Safahat, Islam
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.