• İstanbul 17 °C
  • Ankara 14 °C

GÖZLERİMİZ GÖRMEZSE KULAKLARIMIZ DUYMAZ MI?

M. Ali ABAKAY

Çoğunlukla okur, yaşadığımız döneme, olana-bitene dair yazılar bekler, çalışmalarını takip ettiği yazarlardan. Yıllardır kendi penceresinden gördüklerini yazanların hem sevileni hem nefret edileni şüphesiz vardır.

 

Bir dönem, aldığımız tezgâh altındaki gazetelerden biliriz, bunu. 1980’de mevcut kaos ortamını tırmandıran olaylar, çoğumuzun hafızalarında canlılıklarını korur, acılarını unutmuş değiliz aslında, istemediğimiz dönemin.

 

Her gün siyah beyaz tek kanal televizyonda tırmanan-tırmandırılan olaylar veriliyor, haberlerde ölü-yaralı sayıları açıklanıyordu. Herkesin televizyon seyretme imkânının olmadığı o dönemde haberler radyodan saat 13.00 ve 19.00 haber saatinden takip ediliyor, bu saatlerde açık radyodan yükselen spiker sesinden başka birisinin sesi duyulmazdı, yer ev olsun, kahvehane olsun.

 

Bazen komşular, sabah saatlerinde güne başlarken, kahvaltı sonrası İstekler Programında çıkan türküleri-şarkıları dinlemek için bize gelirken, çabuk tükenmesinden korktuğumuz radyoyu, istek saati bittikten sonra hemen kapatırdık.

 

Her çarşamba akşamı Radyo Tiyatrosu’nu kaçırmaz, tekrarını Pazar günü keyfini çıkara çıkara dinlerdik. Maç saatlerinde kaçak yollarla gelen küçük cep radyomuzun sesini açarak, ayrıcalıklı olduğumuzu pil tükeninceye kadar etrafa his ettirirdik.

 

Hani, elimizdeki radyonun, evimizdeki radyonun her sene postahaneye pulunun karşılığında az para verilmezdi. Televizyonu olan herkes bandrol parasını senede bir ödemek zorundaydı.

 

Genç kuşak, şimdi konuştuğu telefonun parasını faturasının veya kontürünün içinde ödemektedir. Aldığı televizyonu seyrederken bu bandrol ücreti, elektrik tüketiminin içinde TRT’ye verilmek üzere her ay alınmaktadır.

 

Siyah-beyaz televizyon kanalı, elbette TRT Patentli. Daha çok sonraları televizyon kanalları özel olarak açıldı. İsteseniz de istemezseniz de tek kanallı devirde anlatılan-konuşulan ne ise onu seyredecek, onu dinleyeceksiniz.

 

Gazeteler, genelde İstanbul basımı olduğu için öğleye yakın gelir, diğer kimi gazeteler bir gün sonrası elimize ulaşırdı. İlçeden şehre giden araçlar, ikindiye doğru gazete gelmişse alır, bazen akşama ilçeye varan gazete ertesi gün, genelde abonelere verilmek üzere muhafaza edilirdi. Gazeteyi günlük almak da herkesin baş edebileceği bir şey değildi. Herkes gazete alacak parayı kolaylıkla bulamazdı.

 

Alınan gazete, genelde kahvehanede okunur, kişiler okunan haberi ele alır, kendi düşüncelerini ifade ederken birbirine hırslanan, sinirlenen yok muydu? Çoğunlukla didişmesi söz konusu olanlara sorular sorulur, aradan çekilince horoz dövüşleri kaçınılmazdı.  Birbirinin kalbini kıranlar, ayrı köşelere çekilir, kürsüler bazen kalkar, araya girenlerce kavgalar engellenirdi.

 

1974 Kıbrıs Çıkarmasında “Ayşe tatile çıksın!..” denildikten sonra televizyonun haberleri kaçırılmaz oldu. Kahvehane girişinde o saatte her kese en azından üç-dört kez çay verilirken, park bahçe olarak akılda kalan yeşil alana girmeden kapıda kesin ücret alınır, verilecek çaylar sinema saatinde artırılır, haberler saatinde görüntüyü engellememek için televizyon önce iki masa üst üste bırakılırken sonradan tavana monte edilmiş oldu. Çay içme seansları artıkça kâr oranı artıyor, sinemadan daha önemli ve canlı olan sihirli kutuyu duyanlar, görmek için akın akın gelirdi.

 

 

Sinema perdelerinde filmlerin makinede kopukluğu esnasında ışıklar açılır, kapağı mantarlı buzlu suda soğutulmuş gazozlar ve gazete külahlarında çekirdek, eğlencenin tamamlayıcısı olurdu. Filmin bazen kaldığı yerden değil, baş kısmından başlaması söz konusu olurdu. Yeni filmlere ek olarak, seyre açık olan ikinci filmin bir bölümü, oltaya balığın gelmesi misali sadece bir hileydi.

 

Gazetelerden bir haber, bazen iki-üç kez okunur, eleştirisi yapılır, yazılan üzerinde düşünce alış-verişleri uzardı.

 

Makarios’un kaçışı, Filistin’de Yaser Arafat’ın durumu, Amerika ve Rusya arasındaki çekişme, 1970’lerde gençlik arasında görülen dalgalanma, farklı isimler altında birleşenlerin dernek çalışmaları, gündüz silinen, geceleri karanlıkla birlikte duvarlara yazılan yasak şeyler içeren yazılar,..

 

Biz, sinemaya giderken ertesi gün Okul Müdürü’ne ifade verir, sıra dayağından geçerdik. Öğretmenler, akşamleyin kahveleri dolaşır, kahvede yakalan öğrencilerin vay haline!.. Asker, 18 yaşını doldurmamış öğrencileri, kimliklerine bakarak kontrol eder, yaşı küçük olanların kahveye gelmesine engel olurdu.

Yasak kitap, tanımını öğrenmeden önce çizgi romanlar yanında okuduğumuz kitaplar Kemalettin Tuğcu yanında cenklerle kimi halk hikâyeleri idi. Bazen sırtında bir çanta, kolunda bir teyp, yazdığı tek yapraklık destanımsı şiiri satanlara rastlardık.  

 

Daha çok geceleri, radyo antenine iki metreye yakın üstü soyulmuş kablonun çıplak kalmış tel bakırını ekleyenleri bilirdik. Böylelikle yurt dışından yayınlanan kimi korsan-yasak radyolardan isteyen haberleri isteyen müziği tadını çıkara çıkara dinlerdi. Cızırtıları azaltan yedek anten vazifesi gören bakır tel, bazen bilmeyenler olarak bizim için tekerlekli tel arabaya dönüşürdü. Biz de akşamleyin zılgıtı yerdik, dayak nasipte yoksa.

 

Şimdi haberleşme araçları arttı, bir telefon aynı zaman içinde bilgisayara dönüştü. Televizyondan radyoya, müzikten sinemaya, gazeteden kitaba, konuşmaktan yazışmaya ne varsa cebimizde taşıyabileceğimiz kadar küçüldü.

 

Evimizde olan telefon ile şehirlerarası konuşmak için en az üç –dört saat beklerdik. Bir telgraf ile az kelime sarf ederek meramımızı yıldırım olarak yüklü para ile dile getirirdik.

 

Şimdi bir e-maille bu işi hal ediyoruz. Telefonla görüntülü olarak konuşmak mümkün. Kocaman canlı yayın araçları yerine bir telefon kafi gelmekte, bir haberi vermek için.

 

Tüm bunları bilen bizim kuşağımız, günümüzde olana ve bitene dair bizi sessizlikle, açıklama yapmamakla suçlayınca, akla gelenleri sıralamak istedik.

 

Gözleri görmeyenlerin kulakları duymuyor mu, olanı-biteni?

 

Kültürden ilimden irfandan yana yazan, sanatla düşüncesini ifade eden birisini, birilerini sırf tuttuğu takımı “ sevmiyor ” diye eleştirme hakkı olur mu?

 

Bu gün çay içmek için oturduğum kahvehanede güncel durumlara dair ifade ettikleri düşüncelerine destek için arada bir bana fikrim soruldukça, misafir olmamın gereği, yedi dereden yedi tepeden ne buldumsa konuşuyordum:

 

-Yani… Dediğinizde yanlışlık yoksa haklısınız!.. Sakın doğru söylemiyorsunuz demiyorum.

 

-Anladım. Vallahi, bu konu oldukça derin. Benim fazla haberim yok, bu konuda.

 

-Aslında kaçak çayın tadını bozmayalım, biraz sonra çaylar biterse muhabbete devam edelim.

 

Dostları incitmek istemedim, aslında. Arada bir yazdığımız yazılara konu bulmak, yazdıklarından hiçbir ücret almayan bizim için çok zor, güç.

 

Kendilerine yukarıda özetlediğim hatıraları anlatınca, can kulağıyla beni dinlemelerine sevindim. Konuşmam bittikten sonra tekrar başa geldik:

 

-Hocam, hangimiz haklıyız? Allah için söyle!..

 

Kendilerine ne diyeceğimiz şaşırdım, acıkası. Fikrimi çay parasını ödeme şartıyla açıklayacağımı söyledim, köşeye sıkışınca. Ne yalan söyleyeyim, misafiri olduğum masada iki arkadaş da kabul etmedi. Kulağı delik kahveci, buluşumuza sevinmedi, açıkça:

 

-Ya Hoca, ne olmiş!... Sen hiç düşünmez değilsin, bir şeyler söle!..

 

Kahveciye döndüm, onu da kırmadım:

 

-Hadi sen söle de beni meraktan kurtar. Sen ne dersin?

 

Çay parasını ödendikten sonra topluca kalkarken, yaşlı bir hemşehrime hal hatır sordum, basamaklara varmadan:

 

-Baban nasıl? Eyi mi?

 

Kendisine dünya değiştirdiğini söyledim, yüksek sesle, duyması için.

 

O yaşlı muhterem hemşehrim, rahmet diledi ve ekledi:

 

-Elli seneden fazla oldu, konuşa konuşa bu mesele bitmez. Görmediğini söyleyenlerin çıkan sesleri duymaması mümkün değil, Oğul!.. Onların ustası hesabına gelmediğinde sağır rolü oynardı, hesabına geleni duyar, gelmeyeni işitmezdi.  

 

Kendisine tebessüm ettim, arkadaşlar biraz uzaklaşmışken. Kahveciye seslendi, yaşlı muhterem adam:

-La kahveci senin adın da İsmet değil mi?

 

Kahveci, bunu duymazlıktan geldi. Demek Menderes konusu biz gelmeden tartışılmış. Kahveci, Menderes’i savunmamış. İdamına şahitlik eden yaşlı adam, baskın çıkmış, haksız olarak suçlanmış. Ben yanındayken kahveciye laf çakmıştı.

 

1961 Eylül 17… Bugünlere gelirken, halen mazlum olan Menderes’in suçlanmasından yana olanlar var. Kör olup, kulağının duymadığını iddia edenlere ne demeli?

 

Ben Eylül aylarını sevmedim, birçok yüzden. Eylül ayının birinde dayak yediğim için değil, aslında. Eylül, hazan ayıdır, hüzün mevsimidir, bahar sonrası yazın bitimidir. Tabiatın kışa yolculuğunun işaretçisidir.

Dahası Eylül, acılarımızın depreştiği ayın ismidir. Yıllarca süren, sürdürülen kardeşkanının son bulmasına sevindiğimiz aydır da neden bunca kayıpların eylüle kadar devam ettirildiğine halen aklımızın çalışmadığı aydır?

 

 Kahvehaneyi terk ederken, yaşlı adamın el sallamasına aklı ermeyen arkadaşımdan biri sormadan edemedi:

 

-Emmi tanıdığın mı?

 

“Yok” diyemedim, doğrusunu söyledim:

 

-Baba dostumuz, oğlu benim okul arkadaşımdı!..

 

Anlayamadı, kısa cevabımı, arkadaşım. Ben de üstelemedim, açıkçası. Üçümüz, caddenin karşısına geçmek için gelen otobüsün gitmesini bekledik, birden. 

Bu yazı toplam 1305 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim