Kudüs, dinler târihinin her bir safhasında şâhitlik etmiş, taş duvarlarında, kubbelerinde ve sokaklarında bu şehâdeti her dem ehil kulaklara ulaştıran bir şehirdir. Bununla birlikte insanlığın ortak vicdânını yansıtan ayna, târih boyunca her peygamberin soluklandığı menzil, tevhidin evrensel dâvetinin tezâhür ettiği, çağrısıyla ilahî mahali mekân kılan dirilişin ruhûdur. Sâdece toprakla belirlenmiş coğrafyadan ziyâde küllî bir hâfıza; halkları ihâta eden mekândan öte, bir târihe ve halkların rûhuna kök salmış semboller diyarıdır. Kudüs, Amin Maalouf’un satırlarında kanla yoğrulmuş, gözyaşıyla sulanmış bir destan olarak karşımıza çıkarken Sezai Karakoç’un dizelerinde dirilişin ilâhî ve nebevî ufku olarak dile gelir.
Bugün Kudüs’e ve özellikle Kudüs’ün kalbi, Mescid-i Aksâ’ya bakmak, onu samîmîyetle temâşâ edebilme cesâretini gösteren herkesi, kendi özüne, fıtratına, gâyesine ve vicdânıına dâir yüzleşmeye dâvet eder. Bu yüzleşme, tıpkı Mescid-i Aksâ’nın avlusunda o sesleri birleştirip kaydeden mûsîkî, her kokuyu ve tadı geçmiş hâtıralara tutunduran tutkal gibi hem târihin derinliklerinden hem de bugünün insanları birbirine sıkı sıkıya bağlayan acılarından ve neşelerinden süzülür gelir. Şimdi insanın hayâta ve yarınlara vakur şekilde tutunma duygusu neşe, çocukların Aksâ avlusunda her şeyi bir süre unutturan o topun peşinden koşarken acıyı perdeleyen topun kibirli habis adımlarla Mescid’i kirleten işgal güçlerince çalınmasıyla yetim kalır. Her ne olursa olsun büyüğünden küçüğüne tüm gözler özgürce kubbeler üzerinde uçan kuşlara odaklanmış şekilde haysiyet kıyâmına durur, dirençli şekilde utancı, yok sayıp görmedikleri o işgâlin öznelerine bırakırlar. Kudüs ve Aksâ, emâneti yüklenme cesâretiyle ve dahi kudretiyle sınananların şehridir. Dirilişi bekleyenlerin, seferin zaferden önemli olduğunu bilenlerin kutlu, mukaddes mahallidir.
Mescid-i Aksâ’nın adında “en uzaktaki mescid” saklıdır. Ama bu uzaklık, öyle bir uzaklıktır ki, uzakları Mîracın hakîketini idrâk nispetinde yakın eder. Uzaklık bizlere her işimizde sabrı, meşakkati ve Hz. Ebu Bekir’in sadâkatini de hatırlatır. Yine bu uzaklık bir müjdeye ve hediyeye de gebedir. Miraç gecesi, Hz. Peygamber’in (sav) Taif’te yaşadığı derin acının ardından Mescid-i Aksâ’da göğe yükseltilmesi bir derse karşılık düşer: Maddî dünyânın çâresizlikleri karşısında asıl güç, rûhun teslim olmaması ve buna mukâbil dikey seyrindedir. Kudüs, acıların ve muhâsaraların tam ortasında pes etmemişlere, ilâhî bir seyrüseferde olma idrâkinde olanlara tesellî mekânı, ulaşılma mûradı olan hakîkatin merkezine yeniden dönüş yoludur.
Dönüş, insanın hakîkati tecrübe edebileceği o müstesnâ yerin eşiğine ve ulvî bir hikâyenin yamacına bırakır insanı. “Dışarıdan İçe Dönüş Hikâyesi” bize çok mühim şeyler anlatır. Zorluk ve baskılar, insanı maddî hesaplardan sıyırarak, bizzat kendisi ve kendi fıtratıyla karşılaşacağı, derûnî muhâsebe merkezine yöneltir. Miraç gecesinde tüm peygamberlerin Aksâ’da toplanması, burayı yalnızca Müslümanların değil, 124 bin peygamberin ortak emâneti, Hz. Peygamberi önlerinde kendisine tâbi oldukları bir önder ve Onun ümmetini her şeyin üstünde şâhit kılar. Kubbesi gökkubbe olan Mescid-i Aksâ bu mânâda evrensel tevhîd külliyesi, bütün insanlık için en asil varoluş ve diriliş kapısıdır. Söz konusu külliye ve kapının pusulası Kubbetussahra’nın iç kubbesini tezyîn eden ayet-i kerîmelerdir. Şâhit olanlar ne zaman tevhîd şuûruyla kuşanmış, fıtratını ve o ulvî fıtratta saklanmış ilâhî hazineyi keşfetmiş, mürüvvet ve fütüvvet ahlâkının ilkelerini baş tâcı etmiş, çalışmayı, üretmeyi ana ilkeleri hâline getirmişse bu şehâdetin gereğini yapmışlar, hâkimiyetleri fıtratı, adâleti ve hikmeti dipdiri ayakta tutmuş ve yüceltmiştir. Bunun okunabileceği yegâne nesne varsa her bir ayrıntısı azim, hasret ve muhabbetle nakış nakış işlenmiş Nureddin Zengî’nin minberidir. Bize çağımızda lâzım olan yine hakîkatin çağıldayacağı, çağrısıyla çağları kuracağı o minber ve o minberin ufkuna hâkim, Hakk’ın ve çağının şâhitleridir. Ne zaman ki o cehâlet, rehâvet ve sefahat hâli, şâhitlerin rûhunu zehirledi, zehirlenen yerlerden gargatlar ve zakkum gibi meyvesi acı acziyet ağacı sökün etti. Yahudiler ümmetin zilleti ve rehâvetinden başka nereye saklanabilirler ki, değil mi?
Edebiyat, işte bu içine düşülen zillet hâllerini trajik şekilde hatırlatır bize. Şâir Nizar Kabbanî, Aksâ’nın acısını, eylemsizliğe düşmüş toplumların yüzüne bir tokat gibi çarpar. O tokat, şimdi ellerinde Davut misâli hakîkatin ve adâletin önündeki engel olan Câlud’u yere sermek için sâdece sapan ve taş taşıyarak izzeti muhâfaza eden, hakları olan her şeyin günden güne çalındığı genç ve diri yürek sâhiplerinin asâletini çarpar ümmetin yüzüne. “Ellerinde yalnızca taşlarla dünyâyı şaşkına çeviriyorlar” dediği çocuklar, Aksâ’nın direniş rûhunun günümüzde en canlı timsalleridir. Bununla birlikte onun şiirinde Kudüs, silahlı gücün değil, haysiyetin, şerefin ve izzetin mâbedi, yeniden şerefli dönüşünün yurdudur.
Kudüs, yaradılışa dâir önsözlerin de yazıldığı bir diyardır. Böylesi bir hamle fıtratın ve bu fıtratın istikâmetten uzaklaşmaması için ubûdiyetle kuşandırılabilme dikkatine uzanır. Rivâyetlere göre Mescid-i Aksâ, Hz. Âdem tarafından inşâ edilmiş, Kâbe’den kırk yıl sonra insanlığın secde mekânlarından ikincisi olmuştur. Büyük ata Hz. İbrahim oğlu Hz. İsmail ile ilk mescid Kâbe’yi, Hz. Süleyman ise ikinci Mescid’i yeniden ihyâ etmiş ve ayağa kaldırmıştır. Yani inşâ ve ihyâ edenler kadar bozan, yıkan ve tahrif edenler de eksik olmamıştır.
Târih, emânet bırakılan mukaddes mekânların en trajik tahribatlarına mâruz kalmaktan kurtulamadığını da yazar. Bu durum ise insanların hem imtihanlarını hem de kibirlerini resmeder. Kuşkusuz cezâlandırma îtibâriyla Allah’ın güçlü kullarını, rûhları kibir, zulüm ve cehâletle kirlenen İsrailoğullarını cezâlandırmada tekrâren muvaffak kıldığını biliriz. Roma İmparatoru Titus’un yıkımı, Hadrian’ın şehri paganlaştırma çabası bu cezâlandırma kadar Aksâ’nın kimliğinden soyutlanmak istenmesi gibi başarılı olamayan mâceralar simgesidir. Bâbil sürgünü, acıların her çağda tekrar eden mâzereti oluştururken Tevrat’ın Yunanca’ya çevrilirken uğradığı tahrifat, siyonizmi eşyanın, târihin ve nihâyetinde hakîkatin tahrif merkezine yerleştirmiştir. Târihin bu kırılmaları bizlere belki de en çok Kudüs’ün insanlık vicdânında ve amellerinde dâimâ bir sınanma mekânı olduğunu gösterir. Bir de sâhip çıkılamayan emânetin karşılığında zillet ve rezîlet yüklediği el değiştirme hâdiselerinden neşet eden trajedileri…
Kudüs’e sahip çıkma gayreti, yalnızca askerî çerçevede düşünülmemelidir. Böylesi bir çaba, emâneti taşıma yetkinliğini her alanda ispat edebilme meselesidir. Hz. Ömer’in Kudüs’e girişindeki tüm cihâna değer tevâzuu, ferâseti ve izzeti, söz konusu hamleyi her dâim besleyecek ahlâkın en saf örneğidir. Muallak Kaya’sını kendi elleriyle temizlemesi, kutsallığı kendisinden menkul olmadığı için mekânın arınmasını üç yağmur vaktine bağlaması, fethi bir hizmet ve kulluk şuûruna dönüştürmesi, Kudüs’e girdiğinde uğradığı mekânlardan birisi olan Kıyâme Kilisesi’nde kendisine vakti gelen namazını kilisede kılabileceği teklif edilse dahi buranın bu şekilde yaptığında mescid yapılacağı öngörüsü mezkûr fazîletleri ete kemiğe büründürür. Kudüs’ün fethi, bu inceliklerin de fethidir. Şu anda bu fetih yeniden, Filistin ve Kudüs’te meskûn olanların topraklarını terk etmenin haram olma şuûrunda filizlenir.
Osmanlı, Kudüs emânetini en uzun süre taşıyan devlettir. Kanuni’nin surları onarması, şehre su getirmesi, surları ve Mervan Mescidi’ni ihyâ etmesi, fethin yalnızca toprağı değil, hayâtı ihyâ etmek anlamına geldiğini gösterir. Öyle bir hayâttır ki bu, tevhîd kubbesi altında farklı milletlere kendilerini muhâfaza edebilme hakkıyla huzûr içinde yaşayabilme emânını sunar. Osmanlı minareleri, bu medeniyet tasavvurunda yalnızca taş değil, hilâlin mührü olur. Osmanlı’nın su ile şehre hayât vermesi de üzerinde düşünülmeye değer. Su, temizliğin nişânesidir. Bu temizlik maddî olduğu (tahâret) kadar mânevîdir (nezâfet) de. İslâm ilmihalinin su bahsi ile başlaması da bu bakımdan câlib-i dikkattir. Bedenin kuvveti, fazîletlerle nefsin kuvveti, gayba îman ve ilim ile rûhun kuvveti, temizliğin gâyesidir. Fetih ve istikâmet bunlarla kâim ve dâim olabilir. Bu incelikleri kaybetme ne büyük bir tâlihsizliktir. Arkasında büyük trajedileri haykırır.
Bu hâl, Mehmet Akif İnan’ın şiirlerinde en saf hâliyle yankılanır: “Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu.” İnan, Aksâ’yı İslâm ümmetinin kaybettiği vicdânla özdeşleştirir. Onun dizelerinde Aksâ’nın mesajı açıktır: “Götür Müslümana selâm diyordu… Kucaklasın beni İslâm diyordu.” Kudüs, ümmetin maddî kuvvetlenişi ve mânevî dirilişiyle kurtulacak o emânettir. Bu emânet, Mescid-i Aksâ’da imkân bulan tüm ümmeti nöbete ve haysiyet kıyâmına dâvet eder.
Kudüs, sembollerin de şehridir. Özellikle yüz kırk dört dönüme serpilen Mescid-i Aksâ’da her kapı, her taş, her meydan ve her mîmarî eser bir mânâ taşır. Demir Kapısı direnci, Pamukçular Kapısı vakıf düzenini, Silsile Kapısı adâlet nizâmını, Esbat Kapısı ataya hürmeti ve yeni nesle muhabbeti, Hata kapısı beşer için tevâzu ve acziyeti, Miraç biniti Burak’ın bağlandığı duvara komşu Faslılar Kapısı insanın her durumda bir yönünün semâlara açık olduğunu, Rahmet Kapısı ne kadar güçlü olunursa olsun fâniliği, Müzdeviç Kapısı Hz. Peygamber (sav)’in tüm ümmetlerin peygamberi olduğunu seslendirir. Bununla birlikte iç ve dış surlardaki her bir iz bir medeniyetin şâhitliğini dile getirir. Ancak unutmamamız gereken bir şey daha var, ifâde edilen tüm bu semboller, asıl mânânın perdelenmesine izin vermemelidir. Hz. Peygamber’imiz için söylenir, yakut taşlar arasından nasıl bir taşsa Hz. Peygamberimiz beşerler arasında öyle bir beşerdir. Diyebiliriz ki insan, canlılar arasında nasıl bir canlıysa Kudüs de şehirler arasında öyle bir şehirdir. Onu bu şekilde kılan ne taşıdır ne toprağıdır bilâkis, o taşın ve toprağın şâhit olduklarıdır.
Kudüs zulme karşı adâletin diriliş anahtarı olarak görülebilir. Dahi Kudüs, seferin zaferden önemli olduğu felsefenin tezâhür şehridir. Kudüs’te muhâsara altında bile doğruluktan, adâletten, sabırdan ve azimden ayrılmamak, asıl zaferdir.
Kudüs’ün trajik târihi, yalnızca Haçlıların işgâliyle değil, buna mukâbil Memilla mezarlığında İsrailoğulları tarafından köle olarak ucuza alınıp katledilen binlerce Hristiyan gençle de kaydedilmiştir. Bu zulmün evrenselliği de, bizlere Kudüs’ün bütün insanlık için bir vicdân aynası olması gerektiğini gösterir. Fakat aynı zamanda, Ubâde İbn Sâmit ve Şeddâd İbn Evs gibi sahabilerin, Eyyübî, Memlük ve Osmanlıların hâtırası ise emânete sadâkatle hizmet edenlerin, Kudüs’ü içinde bulunan tüm canlılar için Şehri-i Selâm kılan izlerini canlı tutar.
Kudüs, ne Doğu’nun ne de Batı’nındır. O, her iki kutbu kendisinde birleştirir, târihi peygamberler târihinin hayât bulduğu tevhîd sahnesidir. Mescid-i Aksâ ise Kâbe’ye olan uzaklığıyla, aslında insanlığa şunu haykırır: Ne kadar uzaklaşırsanız uzaklaşın, tevâzu, ilim, edeb ve îmanla yeniden merkeze, fıtrata, hakîkate ve Hakk’a dönebilirsiniz. Kudüs, o hâlde küllî varoluşun dâimî ufku, kapıların sırrı ve emâneti yüklenme dâvetidir.
Bugün Kudüs kalesinin taşları, Mehmet Akif İnan’ın dizelerindeki hasretle, Nizar Kabbanî’nin öfkesindeki asil isyânla, Nuri Pakdil’in sarsılmaz sadâkati, Filistinlilerin azmi ve sabrıyla örülmekte ve bu örgü ümmete irâde, cesâret ve ferâset kazandırdığı nispetle yeniden fethe hazırlanmaktadır. 1948’den bu yana Filistinli Müslümanlar ve Kudüs’ün sâkinleri, bu emâneti büyük bir şerefle taşımaktadır. Dünyânın geri kalanından talepleri ise samîmî dua ve gücü yeten herkesin bu asâlet ve haysiyet kıyâmında onlara omuz vermelidir. Kudüs, seferin asla bitmediği, zaferin ise tüm şartlarıyla hak edilebildiğinde ilâhî bir ödül olarak bahşedileceğinin müjdelendiği şehirdir.
Kudüs’ü, Mescid-i Aksâ’yı temâşâ etmek, insanlığın Hakk’ın sesini ona duyurabilecek vicdânını dinleme cesâretini gösterebilmesidir. Ve bu vicdân, bizi kıyâmete eriştirecek varoluş ve dirilişin sonsuz seferinde, hepimizi emânete sâhip çıkabilmeye çağırır.
24-28 Eylül 2025
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.