Bence burada konumuz açısında en önemli kelime “birlik” kelimesidir. Buna göre eğer ortada birlik yoksa millet de yoktur, birlik zayıflamışsa millet olma gerçeği de tehdit alında demektir.
Birliğin ise “dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek” sayesinde sağlandığı/sağlanabileceği görülür. Bunlar burada ayrı ayrı değerlendirilebilir. Ayrıca bu kavramlara yenileri eklenebilir. Mesela ortak kabul görmüş bir isim birliği sağlayıcı bir değer olabilir. Şayet bu tür isimler bir şair /yazar ise bu değerin aynı zamanda eserleri üzerinden de gerçekleşmesi söz konusu olabilmektedir.
Bu bağlamda kendi tarihimize baktığımızda mesela bir Yunus Emre’nin, Süleyman Çelebi’nin bu nitelikte isimler olduğu görülecektir. Eser, yazarından bağımsız olamayacağı için de, Yunus Emre Divanı’nın, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inin böyle bir fonksiyon icra ettiği görülecektir. Bu şahsiyetlerin en önemli özelliği ise hem eser ve şahsiyetleriyle birlik çağrısı içinde oldukları hem de kendilerinin millet tarafından bütün zamanlar boyunca birleştirici bir değer olarak görülmeleridir.
Son dönemde bu anlamda öne çıkan en önemli isim ise Mehmet Âkif Ersoy olmuştur. O da diğerleri gibi, gerek şahsiyeti gerekse şiirleriyle, özellikle de İstiklâl Marşı’yla hem birlik fikrini savunmuş hem de birleştirici bir değer olarak görülmüştür. Âkif’in bu konuda söyledikleri hem kendi döneminde onun bu yönünü anlamak hem de ülkemizin ve bölgemizin bugün içinde bulunduğu şartları doğru değerlendirebilmek açısından hayli önem taşımaktadır.
Mehmet Âkif’i bu konu çerçevesinde iki açıdan değerlendirmek gerekiyor. Bunlardan ilki Âkif’i yaşadığı dönemde bir birlik fikrini savunan ve birliği bozan unsurlara karşı mücadele eden bir şahsiyet olarak ele almaktır. Diğeri ise Âkif’in günümüzde ortak kabul gören bir değer olarak nasıl görülüp algılandığını göstermektir. Tabi burada sadece Âkif’in şahsiyeti değil eserleri de söz konusu edilmelidir.
Birlik fikrini savunan bir şair olarak Âkif
Mehmet Âkif’te birlik fikrinin anlaşılması için neden bu kavramı öne çıkardığını öncelikle belirtmek gerekiyor. Bunun iki önemli sebebi vardır. İlki, yaşadığı dönemin özellikleri, diğeri ise onun değerler dünyasında bu kavramın taşıdığı önemdir. Önce yaşadığı döneme bakalım:
Âkif, 19.asrın son çeyreği ile 20. asrın ilk çeyreğinde yaşadı. Bu dönemin en belirgin özelliği imparatorluklar çağının kapanması ve onların yerine ulus devletlerin kurulmaya başladığı bir dönem olmasıdır. Bu dönem Rus ve Avusturya-German İmparatorluğu gibi Osmanlı imparatorluğunun da önce dağılma ardından yıkılış dönemidir. İşte Âkif, bu süreçte Osmanlı’nın hem dağılma ve yıkılış hem de Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş sürecine tanıklık etti. Her iki dönemde de önce birliğin dağılmaması ardından da yeniden inşası için en gür seda ondan geldi.
Burada gerek meselenin daha iyi anlaşılması gerekse Âkif’in tavrının daha iyi kavranması için Osmanlı’nın devlet olarak temel niteliğine biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Osmanlı, farklı etnik topluluklardan oluşan bir devletti. İnanılan dinin en temel değeri olan “Vahdet” fikri inançta olduğu gibi sosyal hayatta da yansımasını bulmuş, devleti oluşturan farklı unsurlar, bu inanış etrafında ve yine inançlarının bir gereği olarak “kardeşlik” fikri” etrafında bir birlik ve bütünlük kurmuşlardı. Denilebilir ki Osmanlı’nın uzun süre hayatiyetini sürdürmesinde en temel değer bu birlik ve kardeşlik anlayışı olmuş, uzunca bir süre başta Anadolu coğrafyası olmak üzere Osmanlı’nın hâkimiyet alanına giren Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkan coğrafyasında bu anlayış üzerine varlığını sürdürmüştür. Dahası bu birlik içinde sadece Müslüman kavimler değil Osmanlı tebası olarak yaşayan diğer din mensupları da vardı. Dinleri farklı olsa da bir üst kimlik olarak “Osmanlı tebası” olmayı benimseyerek bu birlik içinde yer almışlardı.
19. asra gelindiğinde ise önce Balkanlar’da ardından Arabistan coğrafyasında Batılıların özellikle de İngilizlerin kışkırtmalarıyla ayrılıkçı hareketler başladı. Önce Arnavutlukta isyan hareketleri görüldü. Ardından Rusların kışkırtmalarıyla bunu Yunanistan ve Sırp isyanları takip etti. Daha sonraki yıllarda ise Arap isyanları görüldü. Bu olayların pek çok sebebinden söz edilse bile öne çıkan sebep, Batı’da yükselen değerin ulus-devlet fikri olmasıydı. Kavmiyet düşüncesi bu sebeple Osmanlı hâkimiyeti altında yaşayan farklı etnik topluluklara da benimsetildi. Her biri bağımsız bir ulus-devlet olmak için harekete geçtiler. İçerde ise İttihat Terakki yönetiminin Türkçülüğü öne çıkaran anlayışı dışarıdan gelen bu saldırıya başarı için uygun bir zemin hazırladı.
Mehmet Âkif, iyi yetişmiş bir Müslüman münevver olarak içerde ve dışarıda olup bitenleri çok iyi gözlemledi. Ortaya çıkan problem kavmiyetçiliğin yol açtığı tefrika idi. Bu durum, hem tevhid (birlik) dini olan İslam’a aykırıydı. Hem de sonuçları itibariyle birlik ve dirliği ortadan kaldıracak en büyük tehlike idi. Durumu çok iyi tahlil eden Âkif, mücadelesini öncelikle şiirleri ve yazılarıyla sürdürdü. Öncelikle aydınları ve siyasileri uyandırmaya çalıştı. Ardından mesajını geniş kitlelere ulaştırmak için Tevhid inanışının müşahhaslaştığı mekânlar olarak camileri seçti ve oralarda halka vaazlar verdi.
Onun şu beyitleri bu konudaki düşüncesini ve tavrını en iyi veren ifadelerdir:
Hani milliyetin İslâm idi kavmiyet ne
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine
Arnavutluk ne demek var mı şeriatta yeri
Küfr olur başka değil kavmini sürmek ileri
Arabın, Türk’e Laz’ın Çerkez’e yahut Kürd’e
Acem’in Çinliye rüçhanı mı varmış nerde
İslâmiyette anasır mı olurmuş ne gezer
Fikr-i milliyeti tel’in ediyor Peygamber
En büyük düşmanıdır ruh-u Nebi tefrikanın
Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın
Âkif’in sesi ne yazık ki duyulmadı, ikazları dikkate alınmadı. Böylece Osmanlı’nın Anadolu dışındaki parçaları birer birer ana kütleden ayrıldılar. 1. Dünya Savaşı’nın ardından ise Anadolu işgal edilmeye başlandı. Ardından da Osmanlı tasfiye edildi. Böylece Türk milleti tarihten silinmek tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.
Ortada iki seçenek vardı. Ya bazı aydınların ve siyasilerin savunduğu fikri benimseyerek manda ve himaye altına girmek ya da şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun, yeniden ayağa kalkarak işgale karşı çıkmak, saldırganları topraklarımızdan uzaklaştırmak ve yeni bir devlet kurmaktı. Bu da topyekün bir mücadeleyi gerektiriyordu. Bu mücadele ise yine birlik fikri içerisinde gerçekleşebilirdi.
Milli Mücadelede Âkif’in Birleştirici rolü
Âkif, Milli Mücadele öncesinde olduğu gibi bu yeni süreçte de aynı bilinç ve kararlılıkla birlik mesajlı mücadelesini sürdürdü. Yine konu ile ilgili yazılar, olmak amacıyla Anadolu’ya geçti. Balıkesir’den başlayarak, Ankara’da, Çankırı’da, Kastamonu’da vaazlar verdi. Konya, Afyon, Burdur gibi pek çok yere giderek halkın ileri gelenleriyle görüştü. Milletvekili seçildiğinde ise mücadelesini siyasiler ve münevverler arasında sürdürdü. İstanbul’da başladığı kalem mücadelesi Anadolu’da da devam etti. Sırat-ı Müstakim dergisi Ankara, Kastamonu ve Kayseri’de Milli Mücadelenin en gür sesi olarak yayın yaptı.
Onun hemen bütün şiirleri, yazıları ve vaazları birlik meselesinde önemliydi elbette. Onarlın her birinde de birlik meselesi en çok işlenen konu idi. Bir vaazında söylediği şu sözler bu konudaki düşüncelerini özetler niteliktedir. “Ey cemaat-ı Müslimîn! Milletler topla, tüfekle, zırhlıyla, ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki bağlar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın “Kale içinden alınır.” sözü kadar büyük söz söylenmemiştir. Evet, dünyada bu kadar sağlam, bu kadar şaşmaz bir düstur yoktur. İslâm tarihini şöyle bir gözümüzden geçirecek olursak, güneyde, doğuda, kuzeyde, batıda yetişen ne kadar Müslüman hükümetleri varsa hepsinin tefrika yüzünden aralarında sonradan var olan fitneler, fesatlar, nifaklar, ayrılıklar yüzünden istiklâllerine veda ettiklerini, başka milletlerin esareti altına girdiklerini görürüz. Emevîler, Abbasiler, Fatımîler, Endülüslüler, Gazneliler, Moğollar, Selçuklular, Kuzey Afrikalılar, İranlılar, Faslılar, Tunuslular, Cezayirliler... hep bu ayrılık gayrılık hislerine kapıldıkları için saltanatlarını kaybettiler.”
Fakat Milli Mücadele sürerken birliği sembolleştirecek ve kurulması için mücadele edilen devletin milli marşı olacak olan İstiklal Marşı ise tam bir “birlik ve mutabakat metni” olarak Âkif’in mücadelesinin sembol şiiri oldu. Böylece Mehmet Âkif’in sürdürdüğü birlik mücadelesi sonuç verdi. Daha az sayıda bir nüfusa ve daha az km. kare toprağa sahip olsak bile yeni bir devlet kurmayı başardık. Bu yeni yapı Âkif’in ne kadar hayal ettiği bir yapıdır? Bu, ayrı bir
konudur ama şu an bir devlet ve vatana sahipsek bunu bütün bu başarıda Âkif’in en büyük pay sahiplerinden biri olduğunu burada belirtmek gerekmektedir.
Bu başarıda İstiklal Marşı’nın nasıl bir fonksiyon icra ettiğini anlamak için bu marşla ilgili şunları da söylemek gerekir: İstiklal marşı, Âkif’in kaleminden ortak bir vicdanın ürünü olarak doğdu. Çok iyi tasarlanmış kurgusuyla milletin ortak kabulünü sağlayacak dört ana kavram bu marşın omurgasını oluşturdu. Bunlar, “vatan-millet-din ve devlet kavramları idi. Âkif, bu marşıyla milletine hem umut verdi hem de bir bilinç tazelemesini sağladı. Ne için savaşmamız gerektiğini, birleşmenin hangi değerler etrafında olabileceğini en anlaşılır biçimde dile getirdi. Öyle ki sivil- asker her millet ferdi bu metin üzerinde birleşti. Bu birliğin neticesi ise zafer oldu.
Âkif’in birlik ve tefrika konusundaki fikirleri
Mehmet Âkif, döneminde ve sonrasında da çok önemli bir tavrın sahibi oldu. Hem problemleri tespit etti. Hem de çarenin, çözüm yolunun ne olduğunu gösterdi. Safahat’ın 2. kitabından itibaren bu meseleyi ağırlıklı olarak şiirlerinde ve yazılarında ele aldı. Aynı şekilde vaazlarında da en çok bu mesele üzerinde durdu. Bu sebeple onun bu konuda yazdığı çok sayıda şiir ve yazı bulunmaktadır. Bunlardan en çok öne çıkanlardan hareketle onun bu meseleyi nasıl ele aldığına bakalım:
Âkif’e göre kendini medeni bizi ise gayr-ı medeni gören Batı bizi bölmek parçalamak istemekteydi:
Medeniyet! Size çoktan beridir diş biliyor
Evvelâ parçalamak sonra da yutmak diliyor
Batı, bunu bazı İslam ülkelerinde başarmıştı. Sıra bizdeydi. Âkif’e göre geçmişten ders almak ve bugün olup bitenleri ona göre değerlendirmek gerekirdi:
Bırakın eski hükûmetleri meydandakiler
Yetişir, şöyle bakıp ibret alan varsa eğer
İşte Fas işte Tunus işte Cezâyir gitti
İşte İran’ı da taksim ediyorlar şimdi
Bizim parçalanmamız ise tefrikaya düşmek yahut düşürülmek suretiyle gerçekleşebilirdi. Tefrikayı doğuran sebeplerin en başta geleni ise kavmiyetçilik fikriydi.
Müslümanlık sizi gâyet sıkı, gâyet sağlam
Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlıyamam
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize
Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı
Aynı milliyyetin altında tutan İslâm’ı
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir
Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir
Şikâyet edilen, tenkit edilen bu durumlar karşısında yapılması gerekenler ise tefrikadan uzak durmak, vahdeti temin etmektir:
Sizin felâketiniz: Târumâr olan «vahdet»
Eğer yürekleriniz aynı hisle çarparsa
Eğer o his gibi tek, bir de gâyeniz varsa
Düşer düşer yine kalkarsınız, emîn olunuz
Âkif, bunu nasıl başardı?
Hemen herkes şu ya da bu konuda fikirler söyleyebilir. Önemli olan bunların dinleyenler/ okuyanlar yani muhatapları nezdinde bir karşılık ve kabul görmesidir. İşte Âkif, bunu başarmış bir insandır.
Bunu nasıl başardığına gelince; o, her şeyden önce söylediklerine bizatihi samimiyetle inanmış bir insandı. Özü de sözü de birdi. Tutarlı bir kişiliğe sahipti. Gerçekçiydi.
Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim
İnan ki, her ne demişsem görüp de söylemişim
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek
Sözün odun gibi olsun, hakikat olsun tek
Yine müktesebatı itibariyle çok iyi bir fikri, edebi donanıma sahipti. Devrinin en çok okuyan, araştıran münevverlerinden biriydi. Bu yüzden problemleri doğru bir biçimde kavramıştı. Hadiselerin güncel görüntülerine takılmadan onların arka planında yatan sebepleri görecek hem bilgiye hem de ferasete sahipti. Edebi kabiliyeti ile de fikirlerini muhataplarına etkili biçimde anlatabilen bir özellikteydi. Diğer yandan halkın içinde olması, onlarla inanç, duygu, düşünce birliği içinde bulunması sebebiyle de çevresindekilere güven verebilen bir insandı. Bütün bunlara elbette onun mücadeleci, azimli, inançlı ve kararlı tutumunu da eklemek gerekir.
Milli Mücadeleden günümüze birleştirici bir değer olarak Âkif
Bir devletin yahut milletin birlik içinde mücadele ederek yıkılan bir devletin ardından yeni bir devlet kurması elbette çok önemli bir başarıdır. Fakat onun kadar hatta ondan da önemli olan şey ise bu devletin yaşatılmasıdır. Bu da yine kurulurken olduğu gibi kurulduktan sonra da o devletin çatısı altında birlik içinde yaşamakla mümkündür. Bunun sağlanması için de yine birleştirici değer ve sembollere ihtiyaç duyulur.
İşte Âkif’in birleştirici bir değer olarak önem ve değer taşıması Milli Mücadele öncesinde olduğu gibi sonrasında da devam etti. Bunu en belirgin olarak gösteren unsur ise yazdığı İstiklal Marşı’nın hem o günlerin hatırasını canlı tutan hem de geleceğe dönük mesajlarıyla “istiklalin ve istikbalin marşı” olarak kabul edilip benimsenen bir şiir olmasıdır. Bu yüzden
Âkif, hiç unutulmadı ve bu sebeple unutulmayacaktır. Bunun en önemli tezahürü ise Âkif’in toplum hafızasında ve gönlünde özel bir yere sahip olmasıdır. Bu durumun müşahhas ifade biçimlerine baktığımızda söylemeye çalıştığımız hususları daha açık görme imkânımız olacaktır:
1-Âkif, fikrine muvafık yahut muhalif bile olsa hemen herkesin saygı duyduğu ve sevdiği bir isim durumundadır.
2-Hemen her yerleşim biriminde mahalle, cadde, sokak, okul ya da camilere adı en çok verilen isimlerin başında gelmektedir.
3-Pekçok aile, ona yönelik sevginin bir ifadesi olarak çocuklarına Mehmet, Âkif, Mehmet Akif ve özlediği gençliği ifade eden Âsım adını vermiştir/vermektedir.
4--Kısa fasılaların dışında vefatından bu yana her yıl vefat yıldönümünde ayrıca çeşitli vesilelerle anılan bir isimdir.
5- Şiirlerinin okunmadığı bir mekân nerdeyse yoktur. Okulda, kışlada, camide, evde şiirleri en çok okunan bir isimdir.
6-Safahat’ı temel dini kaynaklardan sonra evlerde en çok bulunan bir kitaptır.
Bütün bunlar, Mehmet Âkif’in hem sağlığında hem de vefatından sonra ortak bir değer, sembol bir isim olarak görülüp öyle benimsendiğini ortaya koymaktadır.
Mehmet Âkif, bugün de gelecekte de ortak değer olarak yaşaması elbette önemlidir. Fakat bu durumun daha anlamlı ve etkili hale gelmesi ise onun tefekkür dünyasının, mücadelesinin, ideallerinin, tasavvurlarının, hayal kırıklıklarının, sevinçlerinin çok iyi anlaşılması ve anlatılması gerekmektedir. Hemen her fırsatta İstiklal Marşı’nın söylenmesi/okunması, adının okullara verilmesi, Safahat’ın çok sayıda insana ulaşması gibi hususlar önemlidir ama yeterli değildir.
Kaynaklar
Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, Hz. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul, 2000
D. Mehmet Doğan, İslâm Şairi-İstiklâl Şairi Mehmet Âkif, Ankara 2008
Eşref Edib, Mehmet Âkif Hayatı-Eserleri, İstanbul 1960
Tahsin Yıldırım, Milli Mücadele’de Mehmet Âkif, İstanbul 2007
Orhan Okay, Mehmet Âkif, Bir Karakter Heykelinin Anatomisi, Ankara 1989
İsmail Hakkı Şengüler, Açıklamalı Mehmet Âkif Külliyatı, c.1-10, İstanbul 1992
Mustafa Özçelik, Gençler İçin Mehmet Akif ve Safahat, İstanbul, 2009
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.