"Amalar, dünya çirkinliğini görmedikleri için sevinmelidir."
Oturdu, gölgesinde ağacın. Öğle sıcaklığının kavuruculuğunda kuş seslerini takip ederek, güneşten korunmaya çalışan yaşlı adam, üzerindeki ceketini önüne bıraktı. Sırtını ağaca verdi. Ayağındaki lastikleri, yanı başına koydu.
Kurumaya daha yüz tutmamış ağacın çevresinde hissettiği serinlik, su kaynağından gelen esintiyle rahatlatmıştı, kendisini. Yeşilliğin canlılığı, ruhuna canlılık katmıştı.
Dinlendi, bir müddet. Kendisine geldi, açıkçası. Yeleğinin iç cebinden çıkardığı tarağını, günlerce yıkanmamış keçeleşmiş saçıyla buluşturması, terden-tuzdan başına rahatsızlık veren kaşıntıyı azaltmak içindi.
Dinledi, etrafı. Gelen gürültü-kahkaha sesi, bir grubun yakınında olduğunu gösteriyordu. Yanı başını yokladı. Kavalını alarak, varlığını belli etmeye karar verdi.
Şimdi çobanlık yaptığı Zozan'daydı. Yüzlerce koyunun otladığı Zozan Pınarı'nda mes'ud idi. Kavalın nağmelerine verdiği mana,ruhun huzurunu hüzünle demletiyor, insanın iç dünyasına farklı pencereler açıyordu.
Koyun-kuzu, bu ses eşliğinde adeta daha bir huzurla yaylanıyor, sıraya girmiş gibi saf bozmuyor, dağılmıyordu.
Şırıl şırıl akan pınar başında genç kızlar, kapkacak yıkıyor, kaval sesine sevda sözlerini yüreklerinden kopan eziklikle eşlik ediyordu.
O, her gün gibi kavalını konuşturarak, içindekini dışa vuruyor, hüznün insanı alıp erittiği gurbette kalabalıklar içinde yalnızlığın pençesinde kimsesiz olmanın acısını yaralı yüreğinde hissediyor, her kavalı eline alışında adeta biraz teselli buluyordu. Çobana eşlik eden kavalı ile köpeğinden başka ne olurdu, bu yayla başında.
Nazé, genç, güzel kızıydı, Zozan'ın. Arada bir, aldığı izinle sağıma gelirdi. Babası Hamid Ağa, tek kızı olan Nazé'nin üstüne titrerdi. Nazé, süt sağımına mı geliyordu yoksa Zozan'ın insan içine huzur veren havasına, serinliğine mi? Belki de köydeki sıkıcı hayattan bunalıyordu. Her istediği elinin altında, ayağının dibinde olan Nazé, varsın olsun berivân gibi haftada bir Zozan'a gelsin, Çobanın kaval çalışına âşık olsun.
Her sağıma gelen berivan, çobana emanetti, yola çıkmayıncaya kadar. Hamit Ağa, sımsıkı tembih etmişti, kendisine:
-Nazé de kızım diğerleri de. Onlar, sana emanettir, Zozan'da.
Pınarın yanına usulca geldi. Kızlara bir şey söylemedi. Halime Kadın'a selam verdi, fısıldar gibi. Halime Kadın, selamını aldı. Yanı başına oturdu, Halime Kadının.
Halime Kadın, köyün yaşlı kadınlarındandı. Hamit Ağanın kucağında büyüdüğü Halime, köyün ebesiydi, akıl danışılacak kadınıydı, hekimiydi. Kocası ölünce Hamit Ağa, kendisine sahip çıkmış, üzerinde emeği olan Halime Kadın'ı annesi gibi görüyordu.
Halime Kadın, cicimden çıkardığı katığı verdi, çobana; İnce sac ekmeği, bir top tere yağı, üç-dört domatesle bir baş soğan.
Sırtını döner gibi yaptı, yemeğine başlamadan. Besmele çekerek, başladı yemeğe. Halime Kadın, yanındaki destiden yayık ayranını sefer tasına doldurarak uzattı, kendisine. Aldı, sefer tasını, yudumladı bir-iki kez.
Kızlar, dinledikleri çobana bakıp bakıp gülünce, rahatsızlığını belli etti, onlardan taraf yönünü çevirerek. Halime Kadın, utangaçlığını bildiği çoban'a saygısızlığa tahammül etmezdi. Kızlar, bunu arada bir yapardı da bu kadarı fazla idi, bu gün:
-Ne gülersiniz, bakışırsınız, kumru misali. Güğümleri doldurdunuz, küçükleri yıkadınız. Haydi merkeplere de beni söyletmeyin.
Nasıl yemek yediğini şaşırmıştı, bu gün. Isırdığı domatesi, ikincisi izlemişti. Dürümü, her koparması, farklıydı. Diğer günler gibi soğanı yumruğuyla kırmamıştı. Ayranı nasıl içtiğini anlamadı. Kar rengi tereyağ, bembeyazlığıyla Nazénin teni misaliydi. Önünde duruyordu, tencere kapağında.
Kızlar, denklerini hazırlamıştı. Halime Kadın, işaret verince yola çıkmaya başladılar. Dört-beş kız giderken kimin attığını bilmediği taş, suya değince üstünü tamamıyla ıslatmıştı. Bakmadı, taşın geldiği yere.
Kalktı, yerinden. Kavalını kuşağına bıraktı. Kızlarla Halime Kadın, ana yola çıkıncaya kadar, onları takip etti. Kendileri gözden kayboluncaya kadar bekledi, yol üstünde.
Islaklığı üzerinde duruyordu. Kötüye yorumlamak istemedi, atılan taşı. Belki dikkat çekmek isten başka kızdı. Taşı atan Nazé olamazdı. O olsa, kızlar köyde bunu yayardı. Belki Halime Kadın, bilerek atmıştı, taşı. Kendisini denemek istemiş olabilirdi.
Kavalını çıkardı, kuşağından. Sihirli parmaklar ve üfleyişe derinden derine yankılandı, ses. Mutlaka gözden kaybolanlar, dinliyordu, sesini. O, ne söylemek isterdi, bu kavalla? Bilen, biliyordu, söylenmek isteneni.
Zozan'da kavalını eline alınca kendisiyle başa çıkana rastlanmamıştı, yıllardır. Komşu köylerden gelenler, hakkını teslim etmişlerdi, kendisine:
-Sen çalınca bize dinlemek düşer, bu sihirli nağmeleri, inleyişleri...
Kalabalık yakınındaydı. Gülüşen gençlerdi. O, kavalını üflerken, ceketine atılan bir kaç madenî para sesini duydu. Diğer gençlerin gürültüyü kesmesiyle etrafında altı-yedi kişinin olduğunu sezmişti.
Birden bir genç, gruba seslendi:
-Tamam, güzel çalıyor. Pınarbaşına gitmek için yola koyulduk, arkadaşlar. Bu kör de nereden çıktı. Naşşşş ileri!..
Bir zaman o da Pınarbaşı'nda oturuyordu, elini-yüzünü yıkıyor, ayaklarını buz gibi suyuna bırakıyordu. Görmeyen gözünden damlayan yaşlar, yanaklarını ıslatmıştı, bile. Çoban ağlıyordu.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.