1990’lı yılların sonlarına geldiğimizde bile şimdilerde adına "cep telefonu" dediğimiz mobil telefonlar, gündelik hayatımızda pek yaygınlaşmamıştı. Değil kendisi, akıllı telefonun adı bile yoktu. Evlerde, dairelerde, ticârethânelerde bir masa veya sehpa üstünde kırmızı, açık yeşil, açık mavi… gibi renkleriyle sabit telefonlar, bir ev kedisi uysallığıyla sakin sessiz bekler ve arada bir miyavlamaz fakat z, ı, r, n harfleriyle ortalığı titreterek dikkat "arayan var" derlerdi…
Bir cuma sabahıydı; kuyruğunu kıvırmış başını patilerine dayamış sevimli bir kedi gibi çalışma masamda yarı uykulu-yarı uyanık bekleşen telefonumuz çaldı. Ben, bugün de masamda olan kırmızı renkteki telefonumuza ulaşana kadar zil sesi devam etti. Sabahın bu erken saatinde kim arıyordu ve niçin arıyordu? ‘‘Hayırdır inşallah!" dileğiyle ahizeyi kulağıma götürürken "buyurunuz efendim" demem üzerine tok bir ses, konuşmaya başladı:
-Beyefendi, adresinizi söyleyiniz, sizi mahkemeye vereceğim!
Tehdidin sahibini tanımıştım.
Oyununu bozdum:
-Hayrola Yavuz abi; suçum ne?
O sıralarda ikimiz de Türkiye gazetesinde sütun sahibiydik. Biz, haftada 6 gün, Yavuz Bülent Bâkiler, sadece cumartesi günleri yazıyordu. Bir defasında "haftada bir gün az, bunu çoğaltsak iyi olur" dediğimizde "silah zoruyla bile kabul etmem!" diyerek reddetmişti.
Telefon görüşmemizde "suçum ne?" diye sorunca şu cevabı verdi:
-Beyefendi, yarın yazacağım yazının mevzuunu tesbit etmiştim. Fakat şimdi gazeteyi açtım ki sen, onu bugün yazmışsın. Ben, şimdi ne yazacağım?
Gülüştük, cumalaştık…
Devamı: https://www.turkiyegazetesi.com.tr/kose-yazilari/rahim-er/ana-sairi-650335
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.