“Ya Rabb!.. Nil Nehrinden Yusuf beklenir demde.
Hüznünle yanaklar ıslaklığını yitirdi demde, ey dertli coğrafyam, insanım, milletim. Yaşadığım coğrafyaya dair kederim, birçok yazıma konu olurken, bizi bu yönümüzle tanıyan dostların sitemi, aslında medeniyetimize sahip çıkmayışımızın sorgulanmaması üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Bir güz mevsiminde rüzgâra eşlik eden yaprakların serencamını yaşamaktadır, her yaşadığım sene. Ruhun malzemelerinden sual edilince bana “Şehir “derim, gayr-ı ihtiyarî, “Şehir olmazsa insanlığın kurduğu medeniyetin yaşanması, dünden bugüne taşınması, yarına miras bırakılması elzemdir” Lakin insana saygı esas olmadığı vakit, şehrin ne manası kalır?
***
Medeniyeti, yaşanan deme göre hayat tarzı bilenlerin içine düştüğü açmazın sancılarıyla yoğrulan ruhumuz, alışkanlık haline getirilen her türlü nefsanî isteklerin ardından kendisini sürükleyen ömre bakınca, dünden bugüne gelenlere karşı kayıtsızlığın git gide artmasıyla kendi değerlerine sahip çıkmayan, kendi değerlerini küçümseyen, başka değerlerin taklidî bir yaşantıya kucak açma zorunluluğuna esaret biçiminde sürüklenen kuşakları ortaya çıkartmıştır, son yüzyıl içinde.
Medeniyeti taşla harcın birlikteliği ve duvarlar biçiminde sıralanmış yapılara hapseden, mimarî açısından değerlendirenler, bunu “bacasız turizm” denilen aldatmacadan ibaret turizm yaftasıyla her parlattıkça, medeniyetin aslî unsurlarını törpülemekle ömrünü geçirenlerin mutluluğu, başkalarının mutsuzlukları üzerine bina edilmeye başlamakta ve ortaya çıkan manzarada kendi değerlerine yabancı, yabancı değerlere aşina, yüzyılın enformatik cehaletine kurban kuşakların parçalanışını seyre dalan benliğim, altın lalelerin zümrüdle safirle elmasla süslenmiş zincirleri halen kabul etmeme direncinin olmasından yanadır.
***
Hayatı çelik-çomak oyunu bilenlerin ömürden ruhu soyutlamaları üzerine inşâ ettikleri yaşamın, başkasının ürettiğini tüketme metoduyla şekillenen global esaret, zaman içinde yeme-içme alışkanlığını değiştirince giyime ve kuşama sirayet etmekle kalmamış, bu mimarî bağımlılığa, konuşmaya özellikle dilin bozulmasına, hayatın her alanında başkasına aidiyeti belli olan ve sır gibi saklanan kurallar çerçevesinde beynelmilel –uluslar arası hale getirilmiş çağdaş mahkumiyetin pençelerine düşmeye zemin hazırlamaktan başka ne mana taşır?
Medeniyeti gittikçe kendi heva ve heveslerine göre şekillendiren anlayış, kendiisnden başkasına yaşam hakkı tanımazken, sadece kendisini ön plânda tutup, demokrasi anlayışını bu temeller üzerine yükseltirken, kendisini buyurgan-emreden, ötekileştirileni emre boyun eğen-biat eden konuma getirmeye çalışırken, hak ve hukuk mücadelesinde kendi reyini sade bir vatandaşın oyuyla eş değer görmemekte, elit tabaka olduğunu, beyaz sınıfın egemen olması gerektiğini yüksek perdelerle dile getirmeyi ihmal etmemekte, kendisinden başkasını parya konumunda düşlemektedir.
Kendilerine verilen emrin gereğini aşikâr olarak yerine getirenlerin bu milletin tarihine, inancına, kültürüne, geleneğine yapılan ihanetlerinin ardı arkası kesileceğe benzememektedir. Onlar, Dünya sahnesinde iyi rolde görünüp maskelerle dolaşan kana susamış vampir anlayışın temsilcisi olarak, kendilerinden başkasına yaşam hakkını tanımayan, herkesi kendilerine hizmetkâr-itaatkâr görme hayallerinin gerçekleşmesi için, hedefe ulaşmak için her şeyi mubah görme zilletine tutulmuş, ruhen hasta, bedenen yorgun ve zihnen perişan yapıda, kendi yapılarıyla paralel her anlayışın destekçisi, adalete-insan fıtratına mugayyîr tarzda her şeyin sahibi olan Allah’a dünyayı sadece yaratma görevinin düştüğünü, yürütme-yönetme görevinin kendilerinin hakkı olduğunu açıkça beyan ediyorlar.
***
Şimdi kalemi bırakıyorum, bırakmak istiyorum elimden, son satırları yazarken. Dahasına tahammül göstermiyor, sabrı ve sebatı bir kenara bıraktım, dua etmek isteyince, içimden:
“Ey Nil, vücuda gelen medeniyete tanıklığın yüzlerce senedir. Nice Firavun, zulmüyle zelil oldu. Gah Musasını bekledi Firavun gah Yusufunu bekledi Nil.
Ya Rabb, Musasını sabırsızlıkla bekler oldu, Firavunlar. Ya Rabb, Yusufunu düşlemektedir, Nil. Haksızlık karşısında susmak, kime yaraşırsa bizi onların bayrağı altında haşretme.
Ya Rabb!..Kıızldeniz’de biliyoruz Firavunun nasıl boğulduğunu ve güne nasıl geldiğini. İman etmek isteseler de çağdaşları ; duamız, onların kabul edilmemesinden yanadır, dilimizle gönlümüzle.
Ya Rabb!.. Sen her şeyi bilensin, görensin, duyansın. Geri çevirme ellerimizi. Elimizle olmasa dilimizle, dilimizle düzeltemediğimiz davranışlardan buğz etmekle uzaklaşıyoruz, onlardan.
Ya Rabb!.. katından yardım meleklerini gönder, üstlerine. Mekke’yi kuşatanların üzerine saldığın ebabiller gibi. “
Duruyorum, kendi halimde, şimdi. Ebabiller geldi, görüldü ve gitti… Yeni ebabiller beklenirken günümüzde, o halde yaşayan insanlar neden o denli uyuşuk ve pasif?
Kaleme sarılmanın demidir, artık:” Ya Rabb!.. Öncelikle sana iman edenlere tevhidi hakikat etrafında ümmet olma şuuru nasip et, biz dahil. Ümmet olma şuurundan bizi, mahrûm eyleme”
Son duaya “Amin!” demeyenleri, sana şikâyet ediyoruz, Rabbim!..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.