• İstanbul 16 °C
  • Ankara 14 °C
  • İzmir 15 °C
  • Konya 14 °C
  • Sakarya 15 °C
  • Şanlıurfa 20 °C
  • Trabzon 15 °C
  • Gaziantep 15 °C
  • Bolu 11 °C
  • Bursa 15 °C

Şehri merak etmeyenler neden şehirde yaşamak ister?

M. Ali ABAKAY

1900’lerde şehirde yaşama oranı, nüfus düşünüldüğünde %’lik hesaplara vurulduğunda mevcut nüfusun beşte birini geçmezken, günümüzde bu oranın artık kaçınılmaz olarak beşte üçe yaklaştığı görülür. Özellikle İstanbul’un gündüz nüfusunun 16.000.000 olduğu düşünülürse, bu sayıdan günlük girişlerle çıkışlar düşülürse 13.500.000 civarında bir sayı düşünülebilir. Bu rakam, ülke nüfusunun neredeyse beşte biri oranındadır.

                Şehirlerin günümüzde nüfusunun artmasında hayvancılıkla tarımın artık gözden düşmesinin bir fonksiyonu değil, temelinde şehirde yaşamanın rahatını düşünen insanın hayallini gerçekleştirme sendromunun yattığını söyleyebiliriz.

                Dünün taşının ve toprağının altın olduğu söylenen İstanbul’da koskoca bir ülke nüfusuna, belki de iki-üç ülke nüfusuna eş değer toplamı ile dünyanın sayılı şehirleri arasında yer alır. Üretimin sayılı merkezlerinden olan şehirde elbette ulaşım sıkıntılı olacak, iş ve ev arasında uzak mesafe söz konusu olacak, kimi harcama kalemleri beklenenin üstünde olacak, kira gibi, gıda gibi, temel harcama kalemlerinde.

                İnsan, neden doğduğu, büyüdüğü topraklardan kopup, yabancısı olduğu şehirlerde yaşamak ister? Sosyolojide bunun birçok sebebi belirtilirken, daha çok ekonomik alanda yetersizlikler, iş alanlarının sınırlı oluşu, istihdamın dengeli olmayışı belirtilir. Bu belirtilenler doğrudur da şehirden köylere kaçışları nasıl ifade edebiliriz? İnsanı bunaltan, hayatını daraltan, psikolojisini önemli oranda bozduran, daima agresif hale getiren şehir yaşamı neden bu denli özlenen ve beklenendir, hayatımızda?

Bu husus elbette bir uzmanlık alanıdır, bizim fazla söz söyleme hakkımız yoktur, alan için. Bizim merak  ettiğimiz, şehri merak etmeyenlerin neden şehirde yaşama isteklerinin bu denli ağır bastığıdır. Yaşadığım şehirde haftada bir günümü daima şehri dolaşmaya, elde makine kare yakalamaya çalışırım. Haftada bir aynı mekânlarda dolaşır, belki iki hafta üst üste gittiğim mekânları birkaç hafta sonra tekrar gezerim.

Gazetecilik yapan dostumuzla iş yerine en çok iki kilometre uzaklıktayız. Acayip biçimde etrafa bakınan dostumuz, oldukça şaşkın:

-Hocam, şuraya gidelim, buraya da bakalım.

Muhatabbımız, bir hafta öncesinde verdiği bir konferansta, şehir için kadîm kent demişti, şehrin kültüründen ve sanatından bahsetmişti. Konuşmasını dinleyenlerden biri olarak çok alkış aldığını da belirtelim.

Gittiğimiz yerleri çocukluğundan beri gezmediğini öğrendik, bu esnada. Yirmi yıldan beridir, bu yerlere gelmediğini itirafı üzerine ben bu rakamı, kırk yıla çıkartıyorum, rahatlıkla.

Sen, konuşmalarında bu şehrin tarihî mekânlarını, güzelliklerini, kültürel zenginliğini anlatacaksın, kitap yazacaksın ve dahi bununla gündeme gelirsin, gelmek istersin de senin iki-üç kilometre, on dakikalık mesafende olan  tarihî dokudan haberin olmayacak, o yerlere gitmeyeceksin, şehrin kalesinin harap olduğunu yazılarında anlatacak, sağa-sola hikâyeler okuyacak, kendini bu şehre adadığını söyleyeceksin.

Yazının başlığını bu yüzden seçtik, şehirde yaşamayı isteyip şehirde ne olduğunu merak etmeyen bu sınıf için dahası ne yazılabilir?

Kendisini şehre adamış bilen, bu yönleriyle popüler olmak isteyen, kitap kaleme alan eşhas, ellisini aşkın gezdiğim şehirde sayısızdır, onların sayısını belirtmek dudak uçuklatır.

Şehir Araştırmaları Merkezi için bir araya getirdiğimiz kaynak eserleri okuyup, şehirler hakkında bilgi sahibi olmak istediğimde, arada bir oldukça zıt bilgilere ulaşırım, bu yazılanları okuyunca bildiklerimden şüphe eder, gezip dolaştığım, yabancısı olmadığım şehirlerin hakkında açıklanan bu yönleri tekrar yerinde görmek isteğiyle plânlarım alt-üst olur.

İstanbul hakkında çoğu prestij yüzü aşkın kitap edinen biri olarak, son yıllarda kimi yayınevlerinin yayınladığı, kendisine “Seyyah-Gezgin” diyen, aralarında bu işi meslek edinen bilindik kalemlerin eseri ürünlere baktığımda herkesin anlattığı İstanbul’un kendisine ait İstanbul olduğunu gördüm. Eyüp’ü anlatan biri istediği zaman Sahabîyi-Türbe ve Camii üçgenine Boğaz’ı alır. İsteyen mezarlıktaki ünlülerin hayat hikâyeleriyle başlar, onların eserleriyle tamamlar, Eyüp’ü. Fransa görmüş tatlı su Frenkleri, entelektüel birikimlerini Pierre Loti hayranlığıyla açıklar, tepeye çıkarak. İstanbulun yedi tepesini anlatır. Bilmiyorum bu tepe, yedi sayısına dahil midir, literatöründe şehrin?

Loti’yi sorsanız az ziyade konuşur, verilen bilgi iki paragrafı geçmez: Türk hayranı, İstanbul âşığı, Fransız Asker-diplomat Loti için neler anlatılmaz ki!..Âşık olduğu kızdan, înzivaya çekildiği tepeden… Bilmeyen bu tepenin Paris’te olduğunu sanır, İstanbul’da olduğunu bile bie…

Mezarlıklar içinde gezintide birçok isme rastlarsınız, her biri adeta devrine hükmeden ve topluma yön veren geçmişleriyle.

Eyüb ile tepe arasına teleferik icad edenler, turizme katkıda bulunmuş, elbette. İki dakika bulmayan sürede aşağıdasınız, yukarıdasınız. On beş dakikayı bulan mezarlık yürüyüşünde bulunanın sağlı-sollu gördüğü kabirler ve kabirlerin kitabeleri, kendisine dünyayı anlatır, bir zaman milyonları arkasında koşturanların şimdiki mekânlarını gösterir, yazdıkları kitaplarla, verdikleri hitabelerle arkasından yüz binleri koşturanların ölümden kurtuluşlarının olmadığını görürsünüz.

Pierre Loti’ye çıktığınızda önünüze konulan çayın tadı ile muhteşem görünümüyle boğazın seyri birleştiğinde sohbetlerin zamanı nasıl erittiğinin farkına varırsınız, çarçabuk. Hele geceyi orada geçirecekseniz, sadece İstanbul’un gece görünümü için buraya gelenlere tanıklık edersiniz.

İmkânınız müsait ise, birkaç günlük tatil süresi içinde İstanbul’u gören, İstanbul’un içinde farklı bir mekân olan, İstanbul’a benzemeyen bu alanın meftunu olur, gidersiniz.

Dediğimiz gibi, yaşadığınız yer hakkında sizin duyumsadığınız ile hissettiğiniz ile başkasının düşündüğü, vardığı nokta oldukça farklıdır. Aynı yerleri anlatıp durursunuz da aynı yerde bulunmadan.

İstanbul hakkında kaynaklardan bahsetmiştim, Şehir Araştırmaları Merkezi için. İstanbul’un fırınları, kaldırımları, çeşmeleri, sokakları, caddeleri, barları, pavyonları kitaplaştırılmış, büyük ölçüde. Nerede eğlenileceği, nerede sabahlanılacağı, nerede dansın-müziğin olduğu, nerede kilisenin, havranın bulunduğu, hangi türbenin nerede olduğu, hangi camii’in kimin tarafından yapıldığı, Topkapı’dan Sultanahmet’e, Beyazıt’tan Üsküdar’a varıncaya kadar yüzlerce kitap ve dergi.

Bu kitapların bir kısmını satın aldığım sahaflarda dikkati çeken bir husus, size satılan kitaptan sonra diğer emsallerinin topluca değil bir-iki adetle sunulması:

-Hocam, şu eser de makbuldur.

Hangi konuda yazılırsa yazılsın, çalışma bir emeğin karşılığıdır, elbette. Yazarına ve eserin konusuna bakıyorum, yaptığım harcamayı düşünüyorum, ister istemez:

-Hocam, hangi üniversitedensiniz?

Durup bakıyorum sahafa, sahaf bana bakıyor. Onun istediği elindeki kitapları elden çıkartıp ona verdiği kitabın emsalini gidip bire alarak, benim gibi meraklısına ticaret yoluyla bile olsa katkı sunmak, benim istediğim tek başına olsam dahi Diyarbekir’de Donkişotluk yaparak seksen bir ili ele alan eserleri bir araya getirip, kendince ülkeye hizmet sunmak, ardından iz bırakmak.

-Ben, öğretmenim… Diyarbekir’den geldim.

Sahaf, şaşırıyor, dışa vuruyor şaşkınlığını:

-Bu merakınız nereden geliyor?

Muhabbetin ikinci faslına geçiyoruz. Depodaki kitaplardan bahsediyor, İstanbul’da kitabın okunmadığını söylüyor, işle ev arasında zaman tüketenlerin artık okumaya zaman ayırmadıklarını söylüyor, eski kazancın kalmadığını ifade ederek, tatile ayrılan paranın onda birinin kitaba ayrılması halinde ülkenin kalınacağını, kültürel hamlelerin başlayacağını ifade ediyor.

Dükkânın deposuna gidemedik, bir türlü. Ne bende o kadar para var ne sahafın benim bu kitapları alacağıma dair inancı. Hem Diyarbekirli olacaksın hem İstanbul’a gelip kitap alacaksın…

Besbelli iki canbaz, aynı ipte oynamaktan uzak. Bu da başka bakış açısı.

İnsanlar, neden şehirde sessiz sessiz ölümü beklerler, sitem etmeden?

Bu yazı toplam 981 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim