Yarışmanın seçici kurulu üyesi ve Yunus Emre Enstitüsü Başkan Yardımcısı Adnan Tekşen
GAP deneme yarışmasında kazanan yazıları değerlendirdi:
Peki bu denemeleri okurken neler yaşadık, nerelere gittik, neler dikkatimizi çekti. Bunları sizlerle de paylaşmak istedim.
Veysel Kaya, ile mitolojiye yolculuğa çıktık. Sisyphos metaforu ile her defasında yeni umutlarla yola çıkıp aldığımız yeni yenilgileri sorguladık. Varlığımıza sıra dışı olmanın verdiği güçle, çabalarımızla anlam katmaya çalıştık. Yazının gücüne sığındık, bir farkındalık oluşturma gücüne…yazıyla içimizi sağaltmaya çalıştık. Yazıyla kayamıza yeniden yüklendik tepeye doğru.
Pınar Melik ile dertlere, tasalara karşı, büyüyünce küçülen hayallerimizi zenginleştirmek için çocukluğumuzun masumiyetinden medet umduk, onlara olan özlemimiz dile getirdik.
Nurgül Töre ile tabiatla ruhsal durumlarımız arasında bir denklik bulmaya çalıştık. Gecen ayların yorgunluğunu gelecek sabahların umudunda attık. Rüzgârın sırtına atlayıp seyri âleme çıkarak insan olmak için özgürlüğümüzü serazad yaşamak istedik. Dört mevsimde bir rüzgar
olduk. Sonbaharda fırtınaya dönüştük. Güneşin bitmek tükenmek bilmeyen sıcaklığında bitkin düştük. Kışta kuru bir esintinin acımasızlığına teslim olduk.
Anıl Temiz ile içimizdeki sıkıntıları dindirmek için tabiatla söyleştik.
Hakkı Akyüz yarınlara, hayallerimize döndürdü bizi yine. İdeallerimizle, hayallerimizle varolmamız bir anlam kazanacaktı. Toplumsal sorumluluğumuzu hayallerimizle beslemeyi, büyütmeyi öğretti. Hayallerimiz kadar vardık, hayallerimiz kadar var edecektik dünyayı.
Şadiye Ayça YILMAZ , hayat denilen yolda başarılı olmak için yolun ortasında kalmamayı hatırlattı bize. Seçimimizi yapmadan hayata da bir katkımız olamayacağını vurguladı. Keşfetmek, hayata hareket katmak, doğayı canlandırmak için gerektiğinde dengelerin bozulması gerekiyordu çünkü.
Gül Saraç ile daha insani bir dünya için benliğimizi, önyargılarımızı sorguladık, benciliklerimizle hesaplaştık. Egomuzu sarstık. Empatik bakışımızı körleten medyatik bakış açısını yargıladık. Bir hoşgörü ortamının izini kolladık.
Tuğba Bilgi ile ruhumuzun huzura kavuşacağı diyarları hayal ettik. Acılar içindeki muhteşemliği görmeye çalıştık. Hayatı bir bilgelik ve erdemle karşılamak gerektiğini, bilgelik ve erdemin ise ancak çabayla, aşkla gelişip ruhlara gıda olacağını anladık. İçimizdeki yuva kurmuş sessizliklerden beslenip, içimizdeki keşfedilmeyi bekleyen ummanlara yelken açtık.
Bişenk Bartan ile kırılmış bir aynada benliğimiz aradık. Hüznümüzün doruklarında benliğimizin diplerine dokunmaya çalıştık. Hızla giden zamana karşı, sözcüklerin adresi sayfalarda, bir çiçek gibi rengarenk açılan gizemlerde yaşamın anlamını aradık. Bu arayışta kimi zaman duygu barınaklarına sığındık.
Şenay Öcek’le, insanları küçük hesapların kuşattığı, herkesin kendi mabedine kapalı olduğu bir dünyada, küskün ateşler içindeki ruhumuza şifa verecek bir hekim, şefkatli bir anne eli olarak iç sükutumuza sığındık.
Selda Özdemir bizi modernleştikçe yabancılaşma riskine karşı uyardı. Fiziki büyüme karşısında manevi yönünden nasıl küçüldüğümüzü, masumiyetimizi ve sorumluluğumuzu nasıl yitirdiğimizi gösterdi bize. Yabancılaştıkça yitirdiğimiz değerlere, mutsuzluğumuzun arttığına; peşi sıra nasıl çaresizleştiğimize dikkat çekti.
Gülçin ARGÜVEN ile sanatın özüne ve işlevine eğildik. Sanatın varlıkları farklı boyutlara götüren, yürek seferlerinin esrarengiz kapısını aralayan bir vesile olduğunu gördük… Dede Efendi’nin, Itri’nin, Mimar Sinan’ın, Mikelanj ile Da Vinci’nin dünyalarına girdik. Kaysın gönlünde aşk, Veysel´ in sazında nağme olan bu hal lisanının sevdayı taşta nasıl somutlaştırdığını gördük. Sanatın deruni bir hakikati yaşattığını, bir mürebbi olduğunu, bir yürek seferi olduğunu paylaştık.
Şahin Kürkçü değişmenin sonunda yalnızlığa itilmiş, bencillikten kokuşmuş yüreğimize bir umut iksiri aradı bizim için. Kimsesizler parkında tebessümler kondurmaya çağırdı bizi yalnız insanlarım yüzlerine. Yine geçmişin yitirilmiş değerlerinden şifalar aramaya başladık sayrılı yüreklerimize. Tüm umutları çantamıza doldurarak bu akşam arka sokaklara oturmaya çağırdı bize. Bize meydan okudu. Haydi siz de var mısınız? Diyerek.
Özlem Salhan ile aşkı irdeledik tarih içinde felsefeciler ve sanatçılarla. Dünyevi aşkı, ilahı aşkı..Aşk özünde kâinatın varlığının esaslı ve sırlı sebebi olsa da her iki anlamda insanın şahsına karşı işlediği, en güzel ve en doğru suç ortaklığıydı. Aşk hayatın bütün tekdüzeliğine, sıradanlığına karşı soylu bir başkaldırıydı. Salhan’ın uyarılarına kulak verdik. Bize şöyle diyordu: “Aşkınızdan değil, onun kaçmasından korkun ve doğruluğuna yanlışlığına bakmadan sonuna kadar savunun aşkınızı.”
Behiye Demir ile bu defa zamanın neliği üzerine kafa yorduk. Günübirlik yaşantımızda birçok cümlemizde öylesine kullandığımız bu zaman sözcüğü neleri içinde taşıyordu. Yine boş takıntı ve heveslerle kaybedilmiş zamanlarımıza hayıflandık. Olanca hızıyla akan zamana karşı nereye, nelere tutunabilirdik? Kaybettiğimiz zamanla neleri kaybetmiştik. Kaybedilmeden değeri anlaşılamayan şeylerin başında geliyordu oysa zaman. Ertelediğimiz zamanları sorguladık… içine sevgiyi sığdıramadığımız zamanları….
Erkan Erviş ile gece dönenip dururken yatağımızda, mutsuzluğumuz üzerine kafa yorduk.
Asuman Özen serazad ruhumuzu eski dilin rüzgarında sefere çıkardı. Bu yolculukta modern dünyadaki açmazlarımızı, eleştirilerimizi, duygularımızı onunla dillendirmeye çalıştık. Sonunda asuman dolusu bir i’tizar kaldı yüreklerimizde.
Zeynep Şüheda Demir ile bir kulaktan dolup da, bir yüreği parçalayan sözü sorguladık. Aslında bütün sözlerin üstünde tek sözün, evreni ve tüm varlıkları yaratan “Ol” sözünün önünde el bağladık…Kelamullahı, yani Allahın kelamını, Allahın sözünü getiren elçilerle sözün, sözsüzlüğün, yani sükutun hikmet dehlizlerinde yol aldık.
Zeynep Alparslan hayat denilen kasırganın önünde savrulup durmamamız için, hayatın tenhasında durmayı öğretlenmiş bir figüran olmaktan kurtulmamız için silkeledi bizi. Sevgiyi ortadan kaldıran modern yaşama biçimine, beton yapılarla ruhumuzda oluşan kalın parmaklıkları aralamaya, yüreklerimizde ölüme kadar fark edilmeyen kalın parmaklıklar ardındaki tutsaklıktan kurtulmaya çağırdı bizi. Doyumsuzluktan sıyrılıp, hırs duvarlarını yıkmaya çağırdı…İç bahçem yöneltti bizi. Hayata yeniden başlamaya. Ne dersiniz ?
Ahmet KURT ile insanlığın öldüğü, insanı yalnızlaştığı bir dünyada hayat denklemini çözerek sevgiye ulaşmaya çalıştık.
Musab KIRCA bir arabanın arkasında okuduğu ‘Silemiyorsan karala…’ cümlesinin peşine takılıp bizi bir yolculuğa çıkardı. Evet gerçektyen de öyle değil miydi ? Biz de bu araba arkası yazısında belirtildiği gibi modern hayatın ilişki ve iletişim biçimleriyle girdiğimiz mücadelede zaman zaman güçsüz düşüp mücadeleyei kazanamayacağımızı hissettiğimizde karalama yoluna gitmiyor muyduk ?..Oysa sanat vardı yanımızda. Bu ontolojik mücadelede anlatılamaz olanı dile getirme çabasıyla çaresizliğimizde yanı başımızda duruyordu… Bir uçurum sürüklendiğimizde uçurumdan kurtulmak için tutunmak zorunda olduğumuz bir tutam ottu şiir kimi zaman. Bireyselliğine saplanmış modern insanın kelimesizliğine bir dil oluyordu medya. Bunlarla hayata tutunmaya çalışıyorduk.
Sefer AKGÜL kendiyle, benliğiyle beraber bizi de ateşten nehirlere attı . Hayatı sorguladık bir duygu coşkusunun, bir isyan selinin ortasında akarken Mezopotamya’nın gözyaşıyla yoğrulmuş topraklarına doğru… Yusuf ile Züleyhaların, Mem u Zîn’lerin, Leylâ ile Mecnûnların efsaneler toprağına varmak istedik…Tevrat’tan, Zebur’dan ve İncil’den süt ve incir tadında süryanice Mezmurlar okunan bu coğrafyada, Hafız Osman hattıyla yazılmış Kur’an seslerinin yuyup yıkadığı Halil-ür Rahman kubbelerinde, Harran topraklarında Diyarbekir’de Adıyaman’da, Mardin’de, Şırnak’ta ,Siirt’te. Arapça yalvarır, Kürtçe düşünür, Türkçe türküler söylüyorduk, Kürtçe ağıtlar yakıyorduk. Yüzyıllardır süren bir medeniyetin harmanlayıcı gücüne sığındık. Suyun kenarında binlerce yıldır geleceğe birlikte baktığımız bu topraklarda kana ve kine dair ne varsa yuyup yıkamaya çağırdı bizi Akgül.
Esra BAŞKÖY ile siyah beyaz fotoğraflar metaforuyla yeniden geçmişe başvurduk, kadirbilirliğe, hatıralara, sadakata başvurduk. Hayatımızı renklendirme adına her geçen gün saflığımızdan, güzelliğimizden ve gerçeklikten daha fazla ödün verir olduğumuz modern dünyada, insanların içindeki güzelliği siyah ve beyazın saflığından başka bir renkin yansıtamayacağını dinledik…Kazandığımızı sandığımız görsellik ve nesnellik, bizi içine çekip yutacak bir girdaba dönüşmek üzere. Görünenden daha uzağı göremeyecek bir dünyaya doğru yolculukta uyarı sözcükleriydi bunlar.
Vecdi DEMİR günümüzde sahip olmanın varolmayı nasıl gölgelediğine dikkatimizi çekti. Buna karşılık, ölümü anlamanın hayatımıza katacağı anlamın ve değerin altını çizdi. Evet ölüm bu yönüyle hayat hayat veriyordu.
Ziver İlhan ile zulmü, zalimi lanetledik. Hayatımızın her aşamasında, her noktasında sinsi, gizli açık sergilediği kötülüklerin izini sürdük. Bir sülük gibi kanımızla beslendiğini gördük. Hemen her an yanı başımızda olduğunu…her an karşımızda olduğunu…
Özlem YILDIRIM, sevgisiz, acımasız, maskelerle dolaşılan bir dünyaya çaresizliğiyle sitem ediyor. Biz de onunla betonarme binalarda taşlaşmış kalplere, insanlığın kaybolduğu mekanlara sitem ettik. Muhtaç gönüllere bir tatlı selam aradık, bir komşu muhabbeti gözledik.. Kaybolan insanlığı aradık didik didik sokaklarda. Şehir insanları insanları, insanlar da şehirleri dışlamıştı. İnsansız kalmıştı şehir, insandan mahrum bırakılmıştı sokaklar.
Vehbi DİNÇ ile yazmayı bir iç yolculuğun ilk adımı olarak gördük. Dışa karşı bir isyan. Suskunluğun bozulduğu an. Mevlana’dan Orhan Pamuk’a Fuzuli’den Dostoyevkski’ye, Shakespeare’e kadar bir varolma mücadelesi. Yok olmaya, anlamsızlaşmaya karşı bir çıkış. Yazmak DİNÇ’ göre bu anlamda kendini aşmak. “Tüm gidişlere meydan okumak. Yazmak tüm gitmelerin avdetleri. Hayır, ben buradayım, gitmiyorum, demek.”
Mehmet Ali PEKTAŞ ile bir his ve duyguların ormanı olan Asya’nın gönül coğrafyasında gezindik, yeniden hayat bulduk.
Abdülkadir SATIŞ, adeta dünyanın temelini oluşturan adalet kavramını irdeliyor. Ona göre adalet hakikatın asal öğesi. Gerek özle gerek tüzel planda adalet duygusunu kaybettiğimizde hakikatı da kaybederiz. Fikri, ideolojik ayrılıklar, kişisel çıkarlar, bağnazlık adaletin gerçekleşmesinin önündeki en temel engeller. Bunlardan sıyrılmışlık, yani fıtrilik adil olmanın temeli. Yani hırslarımızdan arınmalıydık. Böylece adalet de insan ruhunu ve vicdanını koruyacaktı.
Yasin Yaşuk elimizden tutup kainat kitabını okumaya çağırdı. Tarihin içinden, şehirlerin içinden, tabiatın içinden gizleri keşfe çıktık.































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.