Benim Şehirlerim / Fahri Tuna
ALİFUATPAŞA-GEYVE-TARAKLI
HUZURUN İKİNCİ ADRESİNE YOLCULUK
Şehirde yaşıyorsunuz. Ekonomik kriz, gürültü, okul taksiti, trafik, piyasalarda daralma, zorunlu işten çıkarmalar, sel felaketi, dayınızın oğlunun işsiz kalması, demokrasi açılım, tv ve gazetelerdeki cinayet haberleri, vs.. vs… I. Köprü yine tıkalı, sanki yandaki minibüsten Ferdi Tayfur’un yanım sesi yükseliyor: “Huzurum kalmadı, fani dünyada…”
Siz de kendi kendinize sormadan edemiyorsunuz: “Nereye gidiyor bu dünya? Ne zaman içimiz söyle rahat bir nefes alacağız? Bu dünyada içimizin huzurla dolacağı bir ye yok mu?”
Sonra aklınıza, uyku tutmadığı bir gecenin yarısında, gözleriniz yarı açık yarı kapalı, tvde izlediğiniz bir belgesel geliyor: “Taraklı: Huzurun birinci adresi.”
Huzur… Bu sıralar en aradığınız unsur. Bu sıralar ve her zaman.
İSTANBUL’A 200 KİOMETRE
“Taraklı” yazıp Google’a soruyorsunuz. 225.000 sonuçtan birine tıklıyorsunuz: “Sakarya İlinin en güney ucunda yer alan Taraklı, 19. YY. kalma Osmanlı Dönemi evleri ve tarihi yapılarıyla ünlü bir ilçedir. Sokak dokusu bozulmayan görünümü Taraklı Evlerinin bulunduğu alan SİT alanı ilan edilmiş ve korumaya alınmıştır. Bu alanda 120 adet tarihi ev bulunmaktadır. Kaldırımlı sokakları ve bu sokakların buram buram tarih kokan süsleri ve 100 ila 300 yıllık evlerin süslediği Taraklı`nın 1289 yılında alınışından bu yana, halk tahtadan tarak ve kaşık yapımıyla uğraşmıştır. İlçeye ismini veren tarağı, cumbalı, renkli evleri, doğası, tertemiz sokak ve parkları, rutubetsiz, temiz havası, betona yenik düşmemiş, odun kokulu daracık sokakları ile önemli bir turistik çekim merkezi yapmaktadır. Taraklı, Adapazarı`na 70 km, İstanbul ve Ankara`ya 200 km uzaklıktadır.” Görsellere baktığınızda enfes Türk sivil mimarisi örnekleri dikkatini çekiyor. İçinizden bir ses “evet, evet senin aradığın orada” diyor. Karar veriyorsunuz; “hanımı da alıp bu hafta sonunu Taraklı’da geçirmeliyim! ”
514 YILLIK TARİHİ KÖPRÜDE TAVŞAN KANI ÇAYLAR
Cumadan ev ahalisine “hafta sonu sürprizi”ni haber verip, Taraklı Çakırlar Konağından yer ayırtıyorsunuz… Güzel bir sonbahar cumartesisinde Üsküdar’dan eşinizle yola çıkıyorsunuz. Kurtköy, Gebze, Körfez, İzmit, Sapanca derken, Adapazarı gişelerinden çıkıyor, Bilecik yoluna sapıyorsunuz. Akovanın güneyindesiniz. Meşhur Geyve Boğazı çıkıyor önünüze. Kıvrım kıvrım Sakarya Nehrinin etrafında, yer yer kahverengiye çalan yoğun yeşil tonlar… Yamaçlarda, bağlarda üzüm hasadı yapan çiftçiler selamlıyor sizleri…sanki bir yer yüzü cennetinde hissediyorsunuz kendinizi. 20 km kadar sonra önünüze Kurtuluş Savaşının nabzının attığı yer “Alifuatpaşa Kasabası” çıkıyor karşınıza. Hani Kurtuluş Savaşı’nda, Yunanlıların Polatlı’ya kadar Batı Anadolu’yu işgal ettiği günlerde, General Ali Fuat Cebesoy kumandasındaki bir avuç kahraman Mehmetçiğin, düşmana ilk yenilgiyi tattırdığı çatışma. Kasabaya giriyorsunuz; bu kez karşınıza başka bir sürpriz çıkıyor; Fatih Sultan Mehmed’in oğlu II. Bayazıt’ın Sakarya Nehri üzerine 1495 yılında yaptırttığı tarihi köprü… Otonuzu sola çekip park ediyor, iniyorsunuz. Caminin dibinde metfun Ali Fuat Cebesoy’un kabrine gelip; Kurtuluş Savaşı’nda şehit olmuş veya kahramanlıklarıyla Kurtuluş Savaşına büyük katkılar sunmuş gazilerimizin ruhlarına birer fatiha gönderiyor, tarihi köprünün ayaklarındaki çay bahçesinde eşinizle tavşan kanı çaylarınızdan yudumlamaya başlıyorsunuz; solunuzda Sakarya Nehrinin şırıltısı, boğazın ılık meltemi yüzünüzü okşarken, dilinizde de Necip Fazıl’ın nefis dizeleri…
SAKARYA; SAF ÇOCUĞU MASUM ANADOLU’NUN
İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya:
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Rabb'im isterse, sular büklüm büklüm burulur.
Sırtına Sakarya'nın, Türk tarihi vurulur.
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu?
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Sakarya, saf çocuğu, mâsum Anadolu'nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
İSTANBUL VE PARİS’İN GÜLLERİ GEYVE’DEN…
Bir iki dakikalık mesafede Geyve’ye düşüyor yolunuz. Geyve’de 1451 yılında, tarihî İpekyolu üzerindeki yolcular üç gün üç gece “kimsin nesin nereden gelip nereye gidiyorsun?” sorusu sorulmadan, yiyip içsinler konaklasınlar diye Sinan Bey tarafından babası Elvan Bey adına vakfedilen Elvanbey İmareti’ne şöyle bir göz atıyorsunuz; erken dönem Osmanlı mimarisinin hemen bütün özelliklerini yansıtan eser, bugün Geyve İlçe Kütüphanesi olarak kullanılıyor. Sakin, sokakları elma, ayva, üzüm, kavun ve gül kokan şirin ve sade Geyve’nin içindiniz artık. Geyve atasözlerini şiire uyarlamasıyla tanınan, “Pendname”, “Gurbetname” ve “İbretname” adlı şiir kitaplarıyla ünlü, II. Bayazıt ve Yavuz Selim dönemi Divan şairlerinden Mehmet Süreyya Güvahî’nin şehri. Ayrıca “Doğu’nun 7. Çocuğu” Sezai Karakoç’un meşhur Mona Roza’sının mısralarındaki “Mona Roza, siyah güller ak güller / Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak / Kanadı kırık kuş merhamet ister / ah senin yüzünden kana batacak / Mona Roza, siyah güller ak güller” imgeleri de buradan… İstanbul Büyükşehir Belediyesi’yle yapılan anlaşmalar gereği, İstanbul Caddeleriyle Paris parklarındaki bazı güller Geyve’de yetiştirip ihraç ediliyor… Rumeli Fatihi Süleyman Paşa’nın Geyve’de yaptırttığı Süleymanpaşa Camii’nin orijinal ahşap minaresi ile artık seyrek de olsa varlığını sürdüren Geyve evlerinden bazılarına bir göz atmadan geçemiyorsunuz; hele hele Antakyalı Ali Efendi evine hayran kalıp Taraklı’ya doğru “bismillah” deyip yola çıkıyorsunuz.
“ORADA BİR KÖY VAR UZAKTA”
Taraklı’ya doğru Geyve’den ayrılırken, sağdaki yamaçlarda şirin mi şirin 50-60 haneli bir köy dikkatinizi çekiyor; tam da içinizden “on binlerce Anadolu köyünden birisi” diye geçiriyorsunuz ki, sağınızda bir tabela: “Sarıgazi Köyü, Orada Bir Köy Var Uzakta” şiirinin yazıldığı köy. Çocukluğunuzda hep bir ağızdan yüzlerce kez söylediğiniz “Orda bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de, o köy bizim köyümüzdür” şarkısı, ilkokul günlerinizi hatırlıyor ve sağa dönüp “köye bir selam verelim de, bizim de artık bir köyümüz olsun” diyorsunuz. Bir iki dakika içinde şirin mi şirin, doğal mı doğal, gariban mı gariban bir köyde buluyorsunuz kendinizi. Köy meydanından bir ev önce, sağda yeşil boyalı, iki katlı bir evi gösteriyor size, yaşı doksana merdiven dayamış, hafızası ve gözlerinin feri yerinde Ayşe Teyze: İşte şiirin yazıldığı ev” diyerek ve ekliyor: “Benim rahmetli beyim anlattıydı; dokuz yüz beşte Yalova’da askerken bir beyle karşılaşmış, o bey bizimkinin Geyve Sarıgazili olduğunu öğrenince, “benim adım Ahmet Kutsi Tecer, ben çocukluğumda o köyden ilçeye okula gidip geldim, o köye bir de şiir yazdım, muhtar Hasan Amca’ya, Fatma Nineye, bütün köy halkına selam götür” demiş…” Teşekkür ediyorsunuz verilen bilgilere ama Anadolu’nun bu onurlu ve misafirperver insanları sizi bırakmıyorlar: “Garnınız açtır, Allah ne vediyse bir iki lokmamızı yiyin, hiç olmazsa bir salkım üzümümüzü yiyin de bereketlensin!” Bu insanları kırmak olmaz; size kokulu üzüm ikram ediyorlar ki, o kadar nefis; “sanki Anadolu’nun bütün rayihası bu üzümde toplanmış” diyorsunuz..
SAKARYA’NIN EN PLANLI KÖYÜ: DOĞANTEPE
Anadolu’nun bu “cebi fakir gönlü zengin” insanlarına teşekkür edip tekrar yola koyuluyorsunuz: Solunuzda iki büyük yamacın kesiştiği bir vadi var; adı “İpekyolu Vadisi”. Büyükçe de bir köy: “Doğantepe”. Doğantepe 1924 Mübadillerinin köyüymüş; Selanik Vilayetinin İskeçe, Kavala, Drama ve Gümülcine’sinden gelen 200 haneden oluşan bir köy. Köyün hemen üzerinde o zamanlar Ortaköy adlı bir Rum yerleşimi varmış, vadide de 12 ipek fabrikaları. Mübadeleden onlar Yunanistan’a gidince, oradaki Türkler de devlet tarafından buraya yerleştirilmiş. Köyün ilk öğretmeni Tavşancıllı Mehmet Bey, öyle bir köy planlamış ki, daha 1925’lerde plan proje, içme suyu-kanalizasyon, hatta arıtma tesisi kurdurmuş. Durup fotoğraflıyorsunuz; camisi, okulu, dik ve geniş caddeleri, sokakları yeşili ve kahverengisiyle “Allah Allah, böyle bir köy nasıl olabilir?” diye şaşkınlığa düşmekten alamıyorsunuz kendinizi. Meğer Sakarya’nın 508 köyü içerisinde “en planlı ve en güzel köyüymüş Doğantepe.”
SOĞUKSU’DA ÇAYIN LEZZETİ HİÇ BİR YERDE YOK
On dakikalık bir yolculuktan sonra Soğuksu’da Mevlüt’ün çay bahçesindesiniz şimdi. Önce “buz gibi” soğuk ve şifalı sudan yudumluyor, sonra da meyve bahçesindeki tahta masalarda, elinizi uzattığınızda koparıp yediğiniz elma, ayva, üzüm asmaları arasında bir yorgunluk çayı içebilirsiniz artık. Otuz-otuz beş yaşlarındaki Mevlüt görünüyor, o saygılı, edepli, mütebessim bir yüz ifadesi, “buralar benim değil, aslında sizin” ses tonuyla “hoş geldiniz, ne içersiniz?” diye soruyor. Mevlüt’ün “hoş geldiniz”indeki “n”yi “hafif yumuşak y”gibi söyleşiyi, yani “nazal n” telaffuzu daha bir güzellik ve şirinlik katıyor. Evet; az önce dalından kopardığınız, bir elinizde altın sarısı ayva, bir elinizde Amasya kırmızısı elma, önünüzde tavşan kanı çaylar, ciğerlerinizin ta derinine çektiğiniz ter temiz hava… Huzuru içinize çekebilirsiniz; korkmayınız, huzur sizindir… İçinize çekebildiğiniz kadar sizin.
HUZURUN İKİNCİ ADRESİ TARAKLI’DAYIZ
Huzurun ikinci adresi; Taraklı’ya doğru yaklaşıyorsunuz, yirmi dakika kadar sonra. İstanbul-Ankara (Osmanlı’daki adı İstanbul-Bağdat) Karayolu üzerindesiniz. Otomobilinize baktınız; İstanbul’dan çıkalı 200 km olmuş. Biraz yavaşlayın; durun hatta; solunuzdaki Taraklı size “hoş geldiniz” diyor, duyuyor musunuz?
Enfes bir peyzaj var karşınızda: Solda üstte Taraklı kalesinde Türk bayrağı, hemen önünde Hisarönü Camii, biraz aşağıda üç yüz yıllık Türk mimarisinin enfes örneklerinden oluşan Taraklı konakları, sağda ortada 482 yıllık Yunuspaşa Camii, sağda üstte Hıdırlık Tepesi, altta ise yemyeşil kavak ağaçları arasında 550 yıllık çınar… Sizi davet ediyor tüm içtenliği ve sıcaklığıyla Taraklı; girmemek olur mu? Giriyorsunuz.
RENGARENK KAŞIKLAR, ŞİMŞİR TARAKLAR
Sizi iki yüz yıllık ağaçlar arasında şirin bir kasaba parkı karşılıyor, yol yorgunusunuz ya, kestane ağaçları altında yorgunluk çayıyla nefeslenip karşımızdaki “Kültürevi”ni merak ediyorsunuz. II. Abdülhamit dönemi okul binalarından birisi olan iki katlı güzelim bina, restore edilip mütevazı bir etnografya müzesine dönüştürülmüş; ne güzel… İlk bakışta şimsir ağacından imal edilmiş taraklar dikkatinizi çekecek; sonra ahşap kaşıklar… bezirle bezenmiş rengarenk kaşıklar; eşiniz birer kaşıkla birer tarak alıyor. İki yüz elli yıllık giysiler, gelinlikler, bez dokuma düzenleri arasından bir odaya giriyorsunuz; demirden yapılmış kılış, kalkan, kuş heykelcikleri vesaire türünde el sanatları örneklerini görüyorsunuz. Soldan ikinci odada “kaşık odası” var; 2 metreye 2 metre toplam dört metre kare var yok küçük odalarda kaşığın ham halden nasıl sofralarımıza kadar geldiğinin aşamalarını görüyorsunuz. Üst kata çıkıp enfes bir manzaradan parkı ve ilçenin genel görünümünü seyrediyorsunuz…
HATTAT SAİM ÖZEL’İN İCAZETİ
Bir başka oda ise ünlü hattatlarımızdan Saim Özel’in hat eserlerinden oluşuyor. İstanbul camilerinde 43 yıllık müezzinlik ve imamlık görevlerinin sonunda Süleymaniye Camii başimamlığından emekli olan Hafız Hattat Saim Özel’in de Taraklılı olduğunu öğreniyorsunuz. Adı da Belediye Başkanlığınca doğup büyüdüğü Yunuspaşa Camii üstündeki sokağa verilmiş; ne anlamlı bir vefa… Ünlü hattatımız adına düzenlenen odada Saim Özel’in “icazet belgesi”ni de görmek heyecanlandıracak sizi; onun sülüs - nesih ile yazdığı “Rabbi yessir” diye başlayan ayeti kerimenin altında Hamid-il Amidî”nin (20. Yüzyılın en ünlü Türk hattatı Diyarbakırlı Hamit Aytaç) “Takdir ve Tevkirimle”, Abdülkadir Saynaç’ın “Ahsentü”, Mustafa Halim Özyacı’nın “Aferin”ini görmek ayrı bir güzellik ve icazet zenginliği.
RUTUBETTEN UZAK TERTEMİZ HAVASI
Yavuz Sultan Selim’in ünlü Mısır Seferine giderken Sadrazamına emir verip yaptırttığı Yunuspaşa Camiindesiniz şimdi; kubbesi ve minaresinin uyumu, şadırvanı, son cemaat mahfili, avlusundaki üç asırlık mezarlık… birer Fatiha okuyup çevresindeki Taraklı sokaklarına çıkıyorsunuz şimdi; Rüştiye sokağında Haşim Ağa, Apdi İbrahim, Hasan Duman konaklarına hayran, önce “doncak”ı ardından da “hamam”ı görüp, ortaya çukur tipik Türk sokağından geçip Çakırlar konağına geliyor, oradan da Hisara yollanıyorsunuz. Evliya Çelebinin “kalesi virandır” dediği hisara tırmandığımızda tipik Anadolu kasabası Taraklı’nın, bütünüyle önümüze serildiğini, tarihiyle, doğal güzellikleriyle, rutubetten uzak tertemiz havasıyla ta ciğerlerimizin derinliklerine kadar “huzur teneffüs” ettiğinizin mutluluğuyla, fotoğraflar çekiyorsunuz.
KEŞKEK, KEŞ, UĞUT, KÖPÜK HELVA
Artık karnımız da acıkmış durumda; aşağıya parka doğru inerken, restorasyon ekibiyle karşılaşıyorsunuz; başlarında da ince uzun boylu, temiz ve güleç yüzlü biri var, meğer ilçenin belediye başkanı Tacetin Özkaraman’mış, “hoş geldiniz” faslından sonra “acıkmışsınızdır, buyurun” diyor ve sizi parkın bitişiğindeki Han sofrasına konuk ediyor; “keşkeği” meşhurmuş Taraklı’nın… Üzerinden ilmik ilmik buharı çıkan çaylar eşliğinde tereyağlı keşkek, kızartılmış keş, etli nohut, üstüne de biraz köpük helva ve uğut tatlısı ikram ediyorlar size. Lezzetin zirvelerinde dolaştığımızın farkındalığı içerisinde, yorgunluğunuzu unutuyorsunuz. Başkandan koruma altındaki 138 binadan 45’inin restorasyon işlemlerini sürdüğünü duymak ayrıca sevindiriyor sizi.
METREKAREYE ÜÇ YALAZA
Enfes lezzetteki yemeği kaşıklarken, cebi fakir ama gönlü zengin bu insanların Nasreddin Hoca ile ruhi akrabalığına şahit oluyor, bir tür doğaçlama tiyatro denilebilecek “yalaza” ile yerel ama çok çok başarılı bir mizah geleneği olduğunu öğreniyor; parkın içindeki kestane ağaçları altında çay içerken iki Taraklılının size “”hoş geldiniz” türünden tipik bir yalazasına şahit oluyorsunuz: “Kurbağa ihracatı nasıl gidiyor Bayram amca”; “Sorma İzzettin, Allah belasını versin bu krizin… ihracat durdu. Allah’tan Urfa dolaylarında arka bacakları iyi para ediyordu, vaziyeti kurtardık”, “üretim nasıl Bayram amca?”, “İyi İzzettin, doğruyoruz ön –arka bacaklarını, basıyoruz suyu, basıyoruz yemi… On beş günde ön bacaklar uzuyor İzzettin, ama arka bacaklarının çıkması iki ayı buluyor…” Başkan Tacettin beyden öğreniyorsunuz ki, “Taraklı’da metrekareye üç yalazacı düşüyor…”
Akşama Çakırlar Konağı’nı tercih ediyorsunuz; üst katını (2 oda, dört yatak, bir mutfak, bir de büyük salondan oluşan) kiralıyorsunuz. Çocuklarınızla birlikte, huzuru ciğerlerinize çeke çeke bir gece geçiriyorsunuz; dinlenerek ve kendinizi dinleyerek… yöresel ürünlerden oluşan enfes bir sabah kahvaltısından sonra Göynük ve Mudurnu’yu da ziyaret edip, Abant gölünü de şöyle bir temaşa eyleyerek otoyoldan İstanbul’a yola koyuluyorsunuz.
Parla Tepeden Alifuatpaşa Görünümü-2004- fotoğraf: Hüsnü Gürsel (Valilik Arşivi)
Taraklı Hisar Mahallesi – 2009- Fotoğraf: Nevzat Yıldırım
Taraklı – 2008 – Fotoğraf: İhsan Korkut (SBB Arşivi)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.