Güzel insan, kâmil insan, âlim, fazıl, hazerfan, zarif, latif, dünya hayatına icap ettiği kadar riayet eden ulvi insanlar. Bizden evvel göçenleri görmediğimiz için halini tavrını bilemeyiz. Görenlerden öğreniriz. Oysa ki biz hayattayken tanıdığımız, bildiğimiz güzel insanlar da vardır. Güzel vasıfları birbirine benzer. Cenab-ı Allah’ın bütün güzel sıfatları onlara giydirilmiştir. İşte onları anlamak için de böyle Hak dostu, böyle âllame, sözü güzel, özü güzel insanları tanımamız, aramamız lazım. Belki böylelikle vasfedilen o büyük insanlara kendimizi teşbih edebiliriz.
Osman Kemâlî Efendi 1862’de Erzurum Pasinler’de dünyaya teşrif eder. Çocuk yaşlarda geçirdiği çiçek hastalığı dolayısıyla gözleri görmez hâle gelir. Cenab-ı Allah onun gönül gözünü açar ve manevi yolculuğu başlar.
Koşar, güler, oynarken henüz yaşı bir buçuk
Bir dermansız dert buldu, kaderiydi apaçık
Çiçek hastalığıymış, gözleri görmeyecek
Gönlüyle görürdü o, kim nereden bilecek
Osman Kemâlî Efendi, Baha Doğramacı’nın hazırladığı “Aşk Sızıntıları” eserinde şöyle anlatıyor:
“Henüz tufuliyet çağı geçmemişti ki oralarda, mecazen tutulduğum aşkın zebunu olarak nevmidane fakat afifâne hem tahsil-i ulûma rağbet, hem de aşkla mücadeleye rağbet etmekte idim. 18 yaşımda Kur’an-ı Kerim’i hıfz ve Şeyh-ül Kurra Hafız Mustafa Efendi’den dahi ‘Kıraat-i Asım’ üzere icazet aldım. O sıralarda meşayih-i Nakşibendiye’den Şeyh Ahmed-i Taşkesanî hazretlerinden “Ulum-i Şer’iye” tahsiliyle 28 yaşıma doğru icazet aldım. Fakat galebe-yi aşk bana diyarımı haram kıldığından Diyarbakır, Musul, Bağdat, Necef ve Kerbela gibi ateş yuvalarında semenderler gibi dolaştım. Akıbet maksudum olan İstanbul’a 1901’de geldim.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.