Benim için Yeşilçam, hiç kuşkusuz ve tartışmasız ‘Çarşamba’yı Sel Aldı’dır. Köyde ilkokul bitmiş, ilçe günlerim başlamıştır artık, yani ortaokul günlerim. Dokuz yüz doksan nüfuslu bir ilçenin ortaokuludur bu; varın gerisini siz hesap edin. Yaşım on birdir; kulağıma bazı sesler, bazı isimler çalınmaktadır teneffüslerde; Cüneyt Arkın, Yılmaz Güney, Cihangir Gaffari, Yılmaz Köksal gibi isimler bunlar. Arada kadın isimleri de geçiyor; Fatma Girik, Filiz Akın hatta Türkan Şoray… Henüz ilçeye televizyon girmemiş, sinema hak getire.
Bir Cuma günü, öğle sonrası bir sürprizle karşılaşırız; ortaokul binamızın koridoru değişmiş: Sağa sola üçer sınıf kapılarının açıldığı upuzun koridorun başındaki geniş pencereye siyah, simsiyah bir örtü koyulmuş; köşe bucak, tıka basa siyahlarla örtülmüş; zifiri siyah her yer. Üzerinde de bir beyaz perde. Bizde, herkeste ‘acaba ne olacak?’ merakı had safhada. Ders mers yok; ders ‘beyaz perde’ymiş; hepimiz, bütün okul; bütün okul dediysem hepi topu beş sınıf, sayımız yüzü ya buluyor ya bulmuyor, sınıflardan çıkartılmış sıralara oturtuluyoruz; boy boy, sıra sıra, seç seç al misali…
‘Başlıyor, başlıyor’ sesleri yerini ‘tıkır tıkır’ bir makine sesine terk ediyor. Merak, telaş, sevinç karışımı duygularla gözlerimiz beyaz perdede. Çızırtılı bir sesle, türkü söyleyerek uzaktan bize doğru yürüyen, gitgide büyüyen, başı neredeyse bütün bir duvar kadar olan kıvırcık saçlı yuvarlakça yüzlü esmerce bir ağbi ile başlıyor film. Az sonra isimler yazacak, bu ağbinin adının Yıldıray Çınar olduğunu öğreneceğiz. Hatırlıyorum da, perdede gördüğümüz sular seller, çağlayanlar, bizim gibi küçücük derelerden başka su görmemiş çocuklar için hem ürpertici hem de korkutucu…
Siyah beyazdı film elbette. Söylemesi ayıp, o yıllarda Türkiye siyah beyaz, dünya siyah beyaz; hayatımız siyah beyazdı tümden.
Filmin adı bir türküden alınmaydı ve türkü Samsun/Çarşamba türküsüydü. Çarşamba tren istasyonunda durmuştu da trenden inmişti Yıldıray Çınar. O gün bugün çarşambaları ve hatta tüm tren istasyonlarını sevişim, bu filmden tevarüs, temellük müdür bu fakire; bilinmez…
‘Çarşamba’yı Sel Aldı’ türkü demekti artık benim için; bol bol ata binip gitmek demekti, aşk, sevda demekti, ‘kötü adamlar’ demekti, kötü adamların şahı Cabbar Ağa demekti; bol bol dövüş kavga demekti, yumruk vurma demekti.
‘Çarşamba’yı Sel Aldı’dan bir şeyi daha öğrenmiştim; filmin ‘esas ağbisi’ Yıldıray Çınar ‘bizdik’, ‘hepimiz’dik, ‘ben’dim. Film bizi taraf yapmıştı; otomatik şekilde hepimiz Yıldıray Çınar’cıydık, ‘Yıldıray Çınar’dık. Kızan, haksızlıklara karşı isyan eden o değil bizdik, Elif’e aşık olan ‘o’ değil ‘biz’dik, Elif’le kaçtıklarında ‘kötü adamlar’ tarafından kovalanan, izi sürülen, ölüm fermanı Cabbar Ağa tarafından asılan o değil bizdik artık, hepimizdik; en çok da ‘ben’.
‘Bölemedim felek ile gozumu, anam gozumu/ galk gidelim sevdiceğim de bu el bize yaramaz’ türküsünü yanık yanık, buram buram, gevrek gevrek söyleyen Yıldıray Çınar değildi; bizdik, bendim.
Bu film bize bir şey daha öğretecekti; film insanı taraf yapıyordu; iyiden, güzelden, aşktan taraf.
İlmek ilmek, buram buram, sevda sevda, yudum yudum üzüldük, meraklandık, sevindik, acıdık, ağladık. İnsanca şeyler vardı filmde, insani şeyler vardı, insanla şeyler vardı.
Film bir rüyaydı, bir hayaldi, bir masaldı adeta; ayaklarımızı yerden kesmişti. Bu dünyada mıydık, öte dünyada mı? Adamlar perdedeydi; ama perdede adam yoktu ki? Zamanla öğrenmiştik; türkü söyleyen, Elif’e aşık olan adam Yıldıray Çınar’dı, Kerem’e ölesiye sevdalı ve fedakâr kız da Sezer Güvenirgil. Peki bunlar ‘filmde ölüyor’lardı da ‘hayatta nasıl ölmüyorlar’dı? Anlayamamıştık, anlamlandıramamıştık çocuk muhayyilemizle.
Sonra liseyi ve üniversiteyi il merkezinde okuyacaktım. Artık Yeşilçam benim için arkadaş, benim için tutku, benim için mektep olacaktı. Yatılı okulun prangasından kurtulduğum her hafta sonu yedi-sekiz film seyredecektim.
Yeşilçam, eksiği gediğiyle, bana ‘hayatı’, ‘duygu’yu, ‘sevmeyi-sevilmeyi’ öğretecekti; bir süre sonra Yeşilçam’la yatacak Yeşilçam’la kalkacaktım; yatılılığımın da katkısıyla Yeşilçam, hayatımın, kitaplarımla beraber, en önemli ögesi olacaktı.
Cüneyt Arkın garibanların hamisi ‘Köroğlu’ olacaktı gözümde, Yılmaz Güney ‘kavga adamı’; Tarık Akan, Kemal Sunal, Halit Akçatepe hep ‘Hababam Sınıfı’; Ferdi Tayfur, Toroslar’dan ‘Çeşme’ye akan yanık bir türkü olarak kalacaktı hafızamda, gerçek bir bağlama virtüözü Orhan Gencebay ‘Bir Teselli Ver’…
Yeşilçam’da Türkan Şoray kara iri gözleri, orta boyu, yuvarlakça hatları ile ‘Anadolu’; Filiz Akın sarışın, zayıf, şehirli yüzüyle ‘Batı’; Fatma Girik ‘mücadele’; Hülya Koçyiğit ‘masumiyet’ demekti sanki.
Yeşilçam zamanla, bir şeyi daha öğretecekti bana; insan yüzleri şehirlere benziyor; Yıldıray Çınar Samsun’du meselâ, Özay Gönlüm Denizli. Neşet Ertaş her ayrıntısıyla Kırşehir’di, Âşık Veysel Sivas. Nuri Sesigüzel Urfa yanığı sesli, Urfa yanığı yüzlüdür de Ümit Tokcan Ordu Ordu bakar, Ordu Ordu söylerdi buğulu sesiyle türkülerini.
‘Çarşamba’yı Sel Aldı’yı seyredişimin üzerinden kocaman kırık iki yıl geçmiş; binlerce film seyretmişim bu sürede. Sinan Çetin’in ‘Prenses’ini, ‘Propaganda’sını unutmam meselâ… ‘Züğürt Ağa’yı, ‘Arabesk’i unutamadığım gibi. Hâlâ da ayda bir, bir Türk filmine gitmeden edemem. En son ‘Düğün Dernek’e gittiğim gibi.
Yeşilçam bir hayal, bir rüya, bir masaldır hâlâ benim için.
Yeşilçam bir saba rüzgârı, bir tatlı esinti, bir Samyeli’dir benim dünyamda.
Yeşilçam’ın kırk iki yılının özeti şudur bende:
Çarşamba’yı sel, benim başımı Yeşilçam yeli aldı. İyi ki de…





























Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.