• İstanbul 20 °C
  • Ankara 18 °C
  • İzmir 20 °C
  • Konya 17 °C
  • Sakarya 23 °C
  • Şanlıurfa 25 °C
  • Trabzon 17 °C
  • Gaziantep 22 °C
  • Bolu 19 °C
  • Bursa 22 °C

Dergah Dergisi - Ercan Yıldırım ile Söyleşi

Dergah Dergisi - Ercan Yıldırım ile Söyleşi
- Geçtiğimiz günlerde “Modern Türk’ün Hikâyesi / Türk Modernleşmesi Bağlamında Modern Türk’ün Hikâyesi” adlı kitabınız yayımlandı.

- O zaman Doğu’dan İslam’ı ayrı tuttuğunuz gibi Anadolu’nun İslamlaşması hadisesini de ön plana çıkarıyorsunuz?

Yani ayırmazsak biz de aynı yanlışı yapmış oluruz. Doğu – Batı sorunsalı diye tesmiye edilen mesele yalnızca iki ayrı medeniyete işaret etmiyor. Aynı zamanda İslam’ın selametine de vurgu yapıyor. Çanakkale, İstiklal Harbi bunun çok erken dönemde karşımıza çıkmış hali. Edebiyat cephesinden bakarsak Doğu – Batı sorunsalı yalnızca “kültürel” umdelerle sınırlandırılmış. Yani geleneksel bir takım ritüeller. Bu bile sahici anlatılmamıştır. Yani Ömer Seyfettin’in “İlk Namazı” gibi pratik yönü olan şeyler aktarılmamıştır. Anadolu’nun ruhunu içeren örneklere çok az rastlarız. Zaten sonraki dönemlerde Cumhuriyet kültürünün yerleşmesiyle birlikte “Doğu” adına bahsedilen hususlar, nostaljiden ibarettir. Bu bir inşa faaliyeti olarak ya da örnek, yaşanabilir hayatın aşamaları biçiminde değerlendirilmemiştir ki! Çoğunlukla çocuklukta kalan hoş anılar aktarılmıştır. Modern hayatın içinde vicdani, içsel bir takım kabarmalar. Biz en basit deyimle “Doğu – Batı” ayrımının kalmadığını gündelik hayattan sonra edebiyatta görebiliriz. 20. yüzyıl bizim “nasıl Batılı oluruz, moderniteyi içselleştiririz”e cevap bulma girişimimizin adıdır.

Yani Türk modernleşmesinde hüzünlü, acı olan taraf budur. Uzun asırlar boyunca dünyada denge kuran Türkler, şimdi farklı dengelerin arasında yer kapmak için itilip kakılmaya razı oluyor! Kendi varlığımızı Batının selametine endeksler hale geldik. Anadolu, İslamlaşma ile birlikte farklı dini, ahlaki, ekonomik örgütlenme biçimine girmiş, gayri Müslimlerden ayrı bir hayat tesis etmişti. Bilhassa Cumhuriyet ile birlikte bu tarihinden ve anlayışından yüz çevirmeye çalışıyor. Biz edebiyatın hangi şubesinden bu hususları okuyabiliyoruz ki?

- Türkiye’nin modernleşmesini herhangi bir Asya ya da Afrika Müslüman ülkesinin modernleşmesinden ayrı bir yere koyuyorsunuz. Türkiye’nin modernleşmesinin –hikâye bağlamında- diğer ülkelerin modernleşmesinden farkı nedir?

Burada birkaç önemli husus var. Bir kere uzun asırlar boyunca varlığını devam ettiren Anadolu’daki yapıyı görüyoruz. Sonra İmparatorluğun dağılmasıyla millet ve vatan kavramlarının yeniden inşa edildiği, dönem. Yoğun göçlerin yaşandığı yıllar. İstiklal Harbi ile dünyadaki Müslüman ülkelere örnek gösterilmek bir başka boyutu oluşturuyor. Batı dışı modernleşmede de Türkler emsal gösteriliyor. Biraz zorlama bile olsa bugün dahi Afrika ve Ortadoğu ülkelerine “Türkiye modeli” sunuluyor… Bunlar bizim modernleşmemizin Batı’nın esenliğiyle ilgili kısımları.

Anadolu’da teşekkül ettirilen Türklükle İslam dünyası uzun yıllar rahat yaşadı. Batı tehdidinden kendini korumuş oldu. Osmanlı dönemindeki savaşlar bir tarafa 10. ve 13. asırlarda yapılan muharebelerin hepsi İslam’ı derdest etmeye yönelikti. Anadolu’nun vatan olması bu Haçlı savaşlarından hep galib gelmeye dayalıdır. Burada Anadolu’nun vatan olması aslında İslam’ın güvenceye bağlanmasıdır. Bu hiçbir İslam ülkesinin tereddüt etmeyeceği bir husustur. Timur bile Yıldırım’ı “gaza”yı terk etmekle suçlamıştır! İslam’ın erken dönemlerinde yapılan fetihler dünyada eşi benzeri bulunmaz kıymettedir. Avrupalılarla karşılaştıktan, fethi buraya genişlettikten sonraki kültür de eşine az rastlanır cinsten.

İkinci olarak İmparatorluğun dağılma sürecinde birçok unsur Anadolu’ya göç etmiştir. Kafkasya’dan, Balkanlardan, Ortadoğu’dan… Bunların ortak özelliği “İslam” bağıdır. Ne modern “nation”, ne de klasik ırk, kavim, soy bağı tek nedendir. Göçün sebebi zulümden kaçan Müslümanların “vatan” olarak Anadolu’yu görmeleridir. Burada siyasal anlamda bir hilafet beklentisi ve ilgisi de yoktur. Pratik anlamda Anadolu vatandır. Yaşanacak yerdir, evdir. İslam’ı sağ salim yaşayabilecek, can ve mal emniyetini temin edecek yerdir. Balkanlardakiler belki kökenlerini Anadolu’ya bağlar ama diğer etnik unsurlarda mensubiyetlerini Anadolu’da görür.

Üçüncüsü Çağdaş Türk ve İslam düşüncesi içinde en veciz ifadelerini Akif’te gördüğümüz, onun dikkat çektiği meseledir. Akif Müslümanların ve İslam’ın geleceğini Anadolu’ya yani İstiklal Harbi’ne bağlar. Bu bakımdan Haç – Hilal karşıtlığını Müslümanlara ikazlarında dile getirir. İsmail Kara Hilafet Risaleleri’ni derledi. Genel kanı, dönemin atmosferi Hilafetin geleceğinin de Türklerin elinde olduğu yönündedir. Küffar elinde esir olan İslam âleminin ümidi İstiklal Harbi’nin zaferle sonuçlanmasındadır. Burada özellikle Cumhuriyet aydını bazı hakikatleri örtmeye çalışıyor. Hilafet İstiklal Harbi’nin gerekçelerinden biridir. Hilafet bu bakımdan birçokları için siyasal bir ifade değil, İslam’ın varlık gerekçelerinden biridir.

- İstiklal Harbi’nin kazanılıp, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra işleyiş değişti galiba…

Evet, çünkü millet İstiklal Harbi’nin veren kadronun İslam’dan başka bir yola sapacağını düşünememişti. Mustafa Sabri Efendi bunu, “Mustafa Kemal sevgisi insanları kör etti” diyerek açıklar. Osmanlı modernleşmesi İslam kalarak Batılı yapıyı içselleştirmeyi amaçlıyordu. Muasır bir İslam düşüncesi. Asrın icapları yerine getirilecek. Cumhuriyet modernleşmesi Batılılaşmada moderniteyi içselleştirmede İslam’ın engel olduğu kanısındaydı. Ne yapmalı? Topyekûn kaldırıp atmalı. Ahmet Ağaoğlu gibi birçok isim “Batı medeniyeti kazandıysa, oraya iltica etmeli” görüşünü savunuyordu. İslam’ın devrinin bittiğini düşünen bir çok milliyetçi muhafazakâr vardır. Çünkü onlara göre İslam’da Türklerin medeniyet duraklarından biridir. Bu durakta iş yoksa başka durağa geçivermeli.

1000 yıldır Müslüman olan milletin bundan vazgeçmeyeceği kesin. O zaman İslam kültürel boyuta indirgendi. Cumhuriyet modernleşmesi dünya sisteminin o dönemki metodunu uyguluyordu. Cebri modernleşmeyi. Düşünebiliyor musunuz, Takrir – i Sükun Kanunu’na aykırı yayın yapılması halinde, öyle hapis cezasıyla falan yargılanmıyorsunuz. Doğrudan “vatana ihanet”le suçlanıyorsunuz. Mustafa Kemal’in “Milli mücadelenin manevi cephesini oluşturdunuz” dediği iki kişiden ikincisi olan Eşref Edip, bununla yargılandı.

Tabi İstiklal Harbi sömürge altındaki Müslüman ülkelere örnek gösterildi. Bağımsızlık hareketlerinin “moral” desteğini oluşturdu. İslam âleminde yöneticiler “Mustafa Kemal”e hayranlık duyarken, millet çoğunluğu inkılâplardan dolayı eleştiriyordu. Çadırlara Mustafa Kemal resimleri asılıyor, Talat ve Enver isimleri yerine Kemal tercih edilmeye başlıyor. Ancak asıl emsal gösterilme Cumhuriyetin radikal modernliğiyle ilgili. İnkılâplar özellikle diktatörler için referans teşkil etti. Çünkü asırlarca Batılıları gerileten Türkler, güçlerini aldıkları İslam’dan yüz çevirmişlerdi. Onlar bile yaptığına göre diğer ülkeler haydi haydi modernleşebilirdi. Bu bakımdan Türklerin modernleştirilmesi nirengi noktasıdır. Bu yüzden bizim üzerimizden hiçbir zaman denetim eksik tutulmaz. 27 Mayısla başlayan süreç bunun göstergesi.

- Bugünde İslam dünyasındaki diktatörlüklerin karşısına Türkiye model olarak gösteriliyor…

Evet, hatta şöyle söyleniyor: “Türkiye’nin 1950’de yaşadığı dönüşüme bu ülkeler yeni başlıyor.” Türkiye İslam öncesi tarih bulma konusunda İslam ülkelerine öncülük etmişti. Ulusal devlet hususunda da. Bugünlerde demokratik yönetim, küresel anlamda ekonomik ve siyasal yapılanma açısından da öncülüğünü devam ettiriyor. Türkiye dış politikasını buna özgü hale getirmeye çalışıyor. Libya’ya Nato müdahalesi bu anlayışı yıprattı ama Türkiye tarihsel rolünü bir şekilde dönüştürerek uygulamak istiyor. Batılılar hala Müslüman ülkelerin Türklere olan bakışlarından faydalanmak istiyor.

Dünya sisteminin İslam âlemiyle ilgili icraatları için Türkiye’nin direncini kırmak yeterli. Çünkü Türkiye şu anda dünyadaki sistemi kırabilecek potansiyele sahip tek ülke. Doğu ülkelerinden var mı böyle bir çıkış yapabilecek olan? Japonlar çok önceden kapitalizmin nimetlerinden faydalandı. Çinliler alternatifi bırakın sistemin merkezlerinden biri olmak için çırpınıyor. Adaletsiz, zalim Batı anlayışı karşısında İslam var. Türkler bunu daha önce gerçekleştirdiği için başımızdan bela eksik tutulmuyor. Sistem boşluk bırakmadığı gibi Türkiye’yi “kendi haline”de bırakmıyor. Bıraksa uhdesindeki gücü kısa zamanda harekete geçireceğini biliyor.

- Batılılaşma serüvenimizde Osmanlı dönemi edebiyatçılarının Cumhuriyet dönemi edebiyatçılarından daha isabetli toplumsal eleştiriler yaptıklarını belirtirken, Tanpınar’ın ‘Huzur’ romanının son yıllarda neden revaçta olduğunu da bu bağlamda açıklıyorsunuz. ‘Huzur’ romanı Batılılaşma sürecine isabetli eleştiriler getirdiği için mi son zamanlarda revaçtadır?

İsabetli eleştiriler getirmiş olsaydı revaçta olmazdı! Huzur’un yazıldığı dönem Cumhuriyet’in radikal modernliğine karşı tepkilerin başladığı, yoğunlaştığı bir dönemdir. Revaçta olduğu dönem ise dünyada medeniyetler çatışması, dünyanın sonu gibi tezlerin sürüme hazırlandığı dönem. Bununla paralel olarak Cumhuriyetin bazı tezlerinin eleştiriye tabi tutulduğu bir dönem. Enteresan olan radikal modernliğin esnetilmeye çalışıldığı yıllarda Huzur’un yok farz edilmesi. Tanpınar’ın en çok yakındığı konu bu. Gündeme getirildiği zaman aralığında zaten edebiyatın bu meşrulaştırıcı rolüne ihtiyaç vardı. Edebiyatın görevi bir anlamda bu. Huzur aşırı modernleşmenin esnetildiği yıllarda öne çıkmadı.

Modern Türkün Hikâyesi’nde ben bunu anlatmaya çalıştım, esasında. Millet olma şartlarımızın tersine işler yapıyor edebiyat. Evet, Osmanlı dönemi edebiyatçıları, fikir adamları daha sert ve yerinde tespitler eleştiriler getiriyor. Çünkü süreci yaşıyorlar. Bu dönüşümün acısını çekiyorlar. O kadar çok yönelim var ki… Bir sürü yerden dezenformasyonla karşı karşıyalar. Üstüne bir de geçim sıkıntısı. Yusuf Ziya Ortaç’ın anlattığına göre şeker yokluğundan “uyuz” hastalığı çoğalmış. Kitap telifi olarak şeker alanlar çıkmış. Yani paran olsa bile şekere ulaşamıyorsun.

Hüseyin Kazım Kadri, Tevfik Fikret ve Hüseyin Cahit Yeni Zellanda’ya gidip köy kurmak istiyor. Cumhuriyet’in Paşalarından bazıları, Çatalca’da, Silivri’de çiftlik kurup siyasetten, askerlikten çekilmek istiyor. Herkes kendine bir dış destek arıyor aslında. “Manda”cılık çok moda. İstiklal Harbi kazanıldıktan sonra birçok kişi mandacı olmadığını ispata çalışıyor. Ama varolabilmek için gayri Müslim bir eteğe yapışmaya çalışıyorlar. Edebiyat, fikir cephesinde dergi çevresinde, ekol içinde kalanlar göz önünde oluyor.

Ziya Gökalp… Neredeyse Cumhuriyetin felsefesini belirleyen isim, ilk zamanlar gerekli desteği göremiyor Mustafa Kemal’den. Devlet’te alelade bir görev bile verilmiyor. Diyarbakır’a dönüyor. Ya “devlet terbiyesi” aldıktan ya da İttihatçılığı sürdürmeyeceğini garanti ettikten sonra Ankara’ya dönebiliyor. Üstad – ı Azam Abdülhak Hamit genç eşinden ayrılınca bunalıma giriyor. Genç devlet onu Avrupa Seyahatine gönderiyor, morali yerine gelsin diye.

Türkiye’de fikir hayatı, edebiyat yürürlükteki sistemden ayrı yürümüyor. İstiklal Harbi neticelenince Mehmet Akif ile Eşref Edip’e Mustafa Kemal “İstiklal Harbimizin manevi cephesini oluşturdunuz.” diyor ama Akif sürgüne gidiyor. Eşref Edip ise İstiklal Mahkemelerinde yargılanıyor. Çünkü Takriri Sükûn’a mugayir yayıncılık yapmak, hapis cezasını bırakın “vatana ihanet” ile yargılanmanıza neden oluyor.

Cumhuriyetin ürettiği kültür fikir ve edebiyat hayatını kontrol altına aldı. Bu dönemin genel şartları ve dünyada işleyen sistem uyarınca devletin varlığı fiili olarak gözlenebiliyordu. Ziya Gökalp’in sosyolojik devşirmesi uyarınca bireyin cemiyet uğruna feda edilebildiği anlayış hâkimdi. Dönemi yönlendirenler İslam’ın Türk medeniyetini geri ittiğini düşünüyordu. Hâkim Batı kültürüne girememenin tek nedenini İslam olarak görüyorlardı. Tespitleri tabi ki haklıydı. “Ezansız Semtler” gibi bir metni yazmış Yahya Kemal’in “sefir”liği, şairliğinden çok önemsediği bilinen bir gerçekti.

Cumhuriyet aydını zaman zaman dürüst davranabiliyordu. Zoraki Diplomat Yakup Kadri, “ilk mektep hocası bile olamayacakken milletvekilli yapıldıklarını” açık yüreklilikle ifade edebiliyor. İktidar bir tarih tezi icat ediyor, bunu kabul etmeyenin üniversitede, devlette yeri olmuyor. Böyle bir ortamda düşünceden, edebiyattan, eleştiriden söz etmek mümkün mü? İmparatorluğun dağılma dönemi çok hareketli, fikir yoğun.

- Modern Türk romanı Bihruz Bey’den itibaren birçok “tip” üretmiştir: Mümtaz, Suat, Aylak Adam, Selim Işık; Murtaza vb. Belki bu yüzden roman üzerinden modernleşme okuması hikâyeye göre daha avantajlı olmuştur. Şunu sormak istiyorum: Tanzimat’tan itibaren toplumsal hayatta Şerif Mardin’in deyimiyle bir “Bihruz Bey sendromu” söz konusudur. Bihruz Bey aleyhtarlığı -Tanzimat’ta Müslüman mahallesindeki züppe, Cumhuriyet döneminde okumuş ‘entel’ aleyhtarlığı gibi- her dönemde farklı şekilde tebarüz etmiştir. Günümüz Türkiye’sinde bu aleyhtarlık nasıl işlemektedir? Modern Türk hikâyesinde bu tür tipler var mıdır?

Aylak Adam’ı ben de incelemiştim, Dergâh’taki bir yazımda. Roman üzerinden modernite okuması çok daha rahat yapılır, yapılmalıdır. Yapılmış mıdır? Örnekleri var tabi. Berna Moran’ın, Fethi Naci’nin çalışmaları bir fikir verebilir. Ama yeterli mi? Kesinlikle, hayır. Hem metodolojileri ve fikrî kalkış noktaları da farklı zaten. Burada hemen şunu belirtmek istiyorum, safiyane edebiyat olmaz. Yani “edebiyatın içinden” bakmak, “yalnızca edebi kriterler” gibi ibareler kasıtlı söylenmiş şeylerdir. Edebiyatın her dalı için konuşursak, fikir, çağ, zamanın ruhu anlatılanlara yansır. Bu eserleri inceleyenlerin yönelimleri de etkilidir. Fikri yapıları, ideolojik tercihleri, gündelik hayat okumaları, edebiyat disiplinleri… Bu bakımdan sosyolojik, felsefi, düşünce sahası da mutlaka devrede olmalı. Bu toprakların ruhunu yansıtacak okumalara ihtiyaç var. Köy edebiyatı, işçi edebiyatı, varoluşçuluk gibi kategoriler yeterli değil. Dönemlendirme yapılırken genel portre, asıl yönelimler kaybediliyor.  Batılılaşmanın Türk toplumu üzerindeki etkilerinin doğrudan incelenmesi gerekir. Gündelik hayattaki değişimin, anlatılardaki bireylerin zihin dünyalarının değişimi farklı disiplinlerde ele alınmalıdır. Bunların o dönemki siyasal, fikri hareketlerle bağlantıları işlenmelidir.

Hikâye roman gibi “tip” üzerinden yürümez. Kahraman da belirgin değildir. Hikâyede anlatıcının çoğu zaman ismi bile yoktur. Hikâye genellikle atmosfer üzerine kurulur. Başı sonu belli bir olay anlatılmaz. Anlatıcının hayatıyla ilgili enstantaneler sunulur. Bütün hayat hikâyesi aktarılmaz. Çoğunlukla olayın ne olduğu bile kestirilemez. Hele son yıllarda yazılan hikâyelerde, örtük bir olay üzerine, duygu yoğun izlenimlerinden oluşan metinlerle karşılaşırız. Ben bu bakımdan hikâyenin aşırı içten görünmesine rağmen çok da sahici olmadığı kanaatindeyim. Sesleniş bakımından da tek yönlü hale kolayca dönüşebiliyor. Yani neredeyse yazar hikâyeyi kendisi için yazıyor. Anlaşılan hikâyeciler “hayatı doğru düzgün” yaşayamadıklarından şikâyetçi. Bu akıp giden gündelik yaşama dâhil olamamanın sıkıntısı. Ama burada da problem var. Durum, atmosfer öykülerinde tip oluşturmaya yatkın dil yani anlayış bütünlüğü yok. Anlatıcı kim? Toplumun hangi katmanında yer alıyor? Gösterdiği yetkinlikler ve zafiyetler neler? Eğitimi ne? İşi ne? Öyle bir dil ve hayat standardı üzerinde duruluyor ki yüksek bürokratla seyyar satıcının hassasiyetleri aynı. Dili de aynı! Tamam popüler kültür elimizden yüksek kültürü, güzideler sınıfını aldı ve bir örnek düzey getirdi. Ama bu kadar değil yani. Buradan bırakın bir tip çıkarmayı, insan gerçekliğine bile ulaşamıyorsunuz. Çünkü hikâyenin konumu farklı, tekniği ayrı. Roman gibi bir ömrü değerlendirebilecek yetkinliğe sahip değil. Bu toprakların ruhunu en iyi anlatanlardan Ömer Seyfettin, Refik Halid, Sait Faik, Sabahattin Ali “net” insanlar ve olaylarla bize meselelerimizi gösterebiliyordu. Ama bugünkü hikâye bunu örtmeye çabalıyor.

Bihruz Bey sendromu asıl kendini toplumsal yaşayışta göstermiştir. Şimdi kimse Bihruz Beyden gocunmuyor ki! Bunu bir mesele olarak görmüyor. Batılı yaşam biçimini içselleştirip içselleştirmeme gibi derdi de yok edebiyatın. Zaten Batı medeniyetinin mutlaklığı kabul edilmiş. Romanda kahramanın geçmişine, aile bireylerinin bile psikolojisine giriş yapabilir, hadisenin gidişatını görebilirsiniz. Ama hikâyede genellikle “tek etki” tekniği nedeniyle anlatıcının veya olayın akıbetini bilemezsiniz. Bir de “bilinç akışı” uygularsanız, mesele mesele olmaktan çıkar. Ortada kalır. Tema yüzeysel olarak anlatılır ve geçilir. Moderniteye çok uygundur aslında bu durum. Sahipsiz ve köksüz bırakmak. Temayı yalnızca dile getirmekle başarı kazandığını düşünmek…

Hikâyeciler çalışma hayatının bugünkü durumunu meşrulaştırmaya yönelik kurgular yapıyor. Aile bağları, çocukların kreşlerde büyümesi, psikolojik etkiler anlatılır. Sorunlardan bahsedilir. Bir iki örnek verilir. Mesele temelli neticelenmeden sonlandırılır. Bireyin kendini gerçekleştirme isteği galebe çalar ve anlatmakla mesele çözülmüş olur. Ama biz çocuğu için, ailesi için çalışmayı bırakan bir kadınla karşılaşmayız, mesela.

- Dünya sisteminin dilini kullanarak öykü yazmakla çağdaşlık zuhur etmez, diyorsunuz. Dünya sisteminin dilinin kodları nelerdir? Modern hikâye dünya sisteminin dilini kullanarak hangi dili ıskalamıştır?

Türkiye’nin dilini ıskalamıştır. Biz Türkler modernite sonrasında millet olma şartlarının neler olduğu üzerinde anlaşmazlığa düştük. Bunu bile bile yaptık aslında. Var kalabilme adına bunlardan bazılarını görmezden geldik. Millet olma Batı’nın kavramlarından farklıdır. Millet müşterek bir tarihe sahiptir. Ortak amaç barındırır. Benzer karakter sergiler, dili kendine özgüdür. Türk milletinden bahsettiğimizde ise İslam milletin yapıtaşıdır. Şimdi bu maddelerin hepsini, büyük çoğunluğunu kabul etmiş, ittifak etmiş edebiyat, düşünce hayatımız var mı? Iskaladığımız dil bu dildir. Dünya sisteminin kodları neler?

Türkiye İstiklal Harbi ile dünya sisteminin denetiminden ve kontrolünden çıkmıştı. Cumhuriyet kültürü ile birlikte dünya sisteminin etki alanına girdi ama sistemin unsurlarından biri olmadı. Çevrede kaldı. Vatandaşlık bağını esas alan ulus halinde örgütlenerek sisteme göbekten bağlanmış oldu. Dünya sistemi I. Dünya Savaşı’na kadar ülkeleri, toplumları müstemleke ile idare ediyordu. Fiili olarak sömürge yönetimleri kuruyordu. I. Dünya Savaşı’ndan sonra imparatorlukları dağıtarak ulus devletleri teşekkül ettirdi. Merkezi ulus devletler aracılığıyla idare etmeye başladı. Batılılaşmış, modernleşmiş seçkin bir zümre ve kendisine bağlı siyasal kadro ile işini yürüttü. Türkiye bu kontrollü yönetim anlayışının tüm özelliklerini gösterdi. Seçkin daha doğrusu seçilen bir sınıf dünya sistemi adına işleyişi sağladı.

Türkiye sistemin merkezinde yer almamanın faydalarını zaman zaman görmedi değil. Tarihsel mirası millet benliğinde potansiyelini sürdürdü. II. Dünya Savaşı sonrasında dünya sisteminin merkezi değişince metotlarda değişmeye başladı. Yine ulus devletler ve elitler gidişatı belirledi ama bu kez kontrol yanına denetimi de aldı. Ezanın aslına dönmesinden önce İnönü ABD’ye birlikte çalışmak için haber uçurmuştu bile. ABD’nin çalışma sistemi daha öncekilerden, İngiltere’den farklıydı. Millet bağını yok saymak sistemin işine gelmiyordu. Yok farzettiğinde mekanizmada ciddi sorunlar baş gösterebiliyordu. İslam hakikati DP ile birlikte varlığını hissettirdi. İslam bu milletin dinidir ama milletin dünya devletleri arasında sivrilmesine ön ayak olmadığı sürece. Bu durumda Türklerin karşısına Takriri Sükûn şartları konur. 27 Mayıs denetimli dönemin en bariz prototipidir. Yollar, kanallar, barajlar yapılabilir ama o kadar. Türkiye denge kuracak aşamaya geçemez.

Dünya sistemi 70’li yıllarda kendi içinde bir metod değişikliğine gitti. Çevre ülkelerdeki insanlarla kendisi arasındaki mesafeyi kaldırma yolunu seçti. Çünkü mesafe kaldıkça sistem aleyhine sesler yükseliyordu. Bu mesafeyi kapatmak üretim anlayışını değiştirmeyle mümkün oldu. İnsanlara işletmeleri sahiplenme anlayışı getirildi. Üretim insana dönük oldu. Sistemi sahiplenmeyenin varlığı tartışmalı hale geldi. Böylece insanlar sistemin selametini kendi üzerlerine aldı. İçinden çıkılmayan bir döngü kurulmuş oldu. Sistemin mekanizmasından ayrı bir iş kurulamaz oldu. Türkiye’de 70’li yıllardaki siyasal irade bunu kabullenebilecek zihni ve pratik kapasiteye sahip değildi. 12 Eylül bu “geri kalmış” yönetim anlayışını dışarıda bıraktı. Özal ile birlikte Amerikan pragmatizmi ve pratikliği ülkeye egemen oldu. Türkiye dışarıya açılarak “kapalı” olan insanımız sistemle tanıştı. Cemaatler selametleri için kendilerine sunulan holding imkânlarını “sonuna” kadar kullandı. Özerkleşmeleri, büyümeleri peşi sıra geldi. Yani kendilerini güçlendiren bu sistemin tabi ki dişlilerinden biri oldu. Ben cemaatler açısından söyledim ama bunu tüm ideolojik gruplara teşmil edebiliriz. Dünya sisteminin bu açılımıyla Anadolu’nun en kuytu yerlerindeki insanımız sistemle yüz yüze geldi. Televizyon, telefonla dünyaya açıldı!

Dünya sistemi bilhassa 11 Eylül’den sonra belli düzenlemelere gitti. Ulus devletlerin yerini finans kurumları aldı. Ulus devleti tehdit etmeye başladı hatta. Finans kurumlarının çalışma yöntemine uymayanlar tasfiye edildi. Edilmeye devam ediyor. Türkiye’de bu dönemdeki yerini aldı. Uluslar arası finans Türkiye’de rahatça etkin. Şimdiye kadar Türkiye dünya sisteminin hep bir kenarındaydı. Şimdi merkeze yerleşmek istiyor. Dünyadaki eğilim bu yönde olduğu gibi, bizde hayli istekliyiz. Sistemin koruyucu unsurlarından biri halini alıyor. Bu iyi mi kötü mü? Baktığınız yere bağlı. Türk milleti tarihinin en yabancı dönemini yaşıyor. Kendinin olmadığı bir sistemi sahipleniyor. Türk milleti içinde uluslar arası bir şirketin başına geçip, kârını katlamak istemeyen var mı? Buna en başta İslami çevreler talip.

- Neredeyse modern dünyayı aşmak bir tarafa içselleştirmiş oluyoruz, söylediklerinize göre…

Modernitenin yükünü biz üzerimize aldık! Nilüfer Göle’nin üzerinde durduğu bir husus vardır. Batı dışı modernlik. O modernleşmenin tek merkezden yapılmasını istemiyor. Batı dışındakilerin de modernliği sahiplenmesi taraftarı. Belki Batı dışı modernlik için Japonya falan daha iyi bir örnektir ama İslam ülkeleri içinde Türkiye çok öne çıktı. Asgari ücretle çalışanlar bile maaşlarının iki katı fiyata lcd televizyon alıyor. Bunu varoluşsal sayıyor.

Modernitenin bu türlüsü Batılı ülkelerde bile azdır.

İmparatorluğa trenin geleceği dönemlerde Abdülmecit “geçsin de isterse sırtımdan geçsin” demişti. O dönemden beri moderniteyi kabullenme konusunda çok fazla mütereddit olmadık. Hatta İslami çevreler son teknolojiyi kullandıkları için övünürler.

Nurettin Topçu “cami avlusunda otururken teknolojinin baskınına maruz kaldık” der, ama geçen zaman gösteriyor ki biz Türkler buna teşneymişiz. Bu yalnızca teknolojiyle sınırlı değil.

Nahit Sami Banarlı “milli yılbaşı” meydana getirmekten söz eder! Radikal modernlik Tek Parti döneminde çok yerilmişti. Sonuç eklektik bir İslam oldu. Türk modernleşmesi ilkin “muasır bir İslam olabilir mi?”nin imkânlarını aradı. Olamayacağı anlaşıldı. İslam atılarak yalnızca modernleşmeye ağırlık verildi. Bu da mümkün olmadı. İmparatorluğun son dönemlerinde çıkan “orta sınıf dindarlığı” 1970’lerden sonra ağırlığını koydu. Dünya sisteminin koruyucusu olma ile dindarlığı birleştirebildi.

Tüketim ve popüler kültür etrafında üretilen kültür bizim için yeterli geliyor. Bizim edebiyatta şimdi kullandığımız dil bu.

- Kadın öykücülerimizin kendilerini merkeze alan, “monologla beslenen, anılara yaslanan denemeler, kadın portreleri ile sınırlı bir konu perspektifinde gezindiğini” belirtiyorsunuz. “Kadın gibi anlatmak” ile “kadın olarak anlatmak” arasındaki fark nedir?

Aralarında mahiyet farkı var gibi gözükse bile öz itibariyle aynı şeyden söz etmiş oluruz. Kadın olarak anlatılsa bile işin içinde “kadın”lık halleri hep vardır. Ama kadın olarak anlatmak daha iddialı bir söyleyiş. Artık burada “kendini gerçekleştirme” yolunda bir bireyden söz edebiliriz. Kadınların birey olmaları ayrıca ironik bir şey aslında. Kadın dediğimizde tek başına bir varlıktan bahsedemiyoruz. Kadın mutlaka aile kavramıyla zihinde parlıyor. Kadının sorunları ailenin, çocukların sorunlarından ayrışamıyor. Son yıllarda bu parçalanmaya çalışılıyor. Kadın ile aile ve çocuklar arasında farklılaşma oluşturulmak isteniyor. Bunda da başarılı oluyor. Kadın yazar kavramı da bir anlamda bunun en bariz örneklerinden biri.

Son yıllarda kadın yazarların sayısında büyük artış yaşanıyor. Kadın yazarların eserlerinde de. Aslında yazar sayısında bir artış var! Edebiyatta kadınların etkisi gittikçe artmaya başladı. Kadın köşe yazarlarında da bir artış var. Bu kadar artışa rağmen edebiyat ve Türk düşüncesinde orijinallik var mı? Yeni bir dil, duyarlık ve insan gerçekliğinden söz edebiliyor muyuz? Kadın yazarlara böyle bakmak gerek. Mutlaka kadınların bu açılardan katkı sağlamaları gerek.

Kapitalizm kadını keşfetmişti. 1994 yılında RP’nin belediyeleri almasından sonra İslamcı kadını keşfetti. Tamam, bu dönemde İslami kesimde topyekûn bir dönüşüm başladı ama kadınlarda bu daha net göründü. Tesettür anlayışı, kıyafet, moda ve gündelik hayat işleri bir tarafa İslami kesimin kadınları aile, çocuk, eş, çalışma, tüketme konularında büyük aşama katetti! Bu konuların meşrulaştırılması konusunda çok efor sarfetti. Yayın organlarındaki ağırlıkları arttı. Bilhassa çalışma hayatında görünürlük hususunda teorik çıkışlar yaptılar. Yalnızca başörtüsü konusuna takılıp kalmadılar. Çok farklı konularda varlıklarını kanıtlamaya çalıştılar. Sık sık kadın yazar başlığı altında röportajlar verip, dizi yazılara konu oldular. Özetle söylersek İsmet Özel’in dediği gibi başörtüsünün demokratik bir hak olduğu noktasından ileri geçemediler. Çalışma hayatının içinde yer almanın mantığını İslam çerçevesine oturtamadılar.

Bütün bunları anlatmamın sebebi kadın yazarların edebiyattaki hallerini Modern Türkün Hikâyesi’nde genişçe ele almamdır. Kadınlar edebiyatlarını bu çabalarının yansıması bir anlamda vicdan azabı olarak yapıyorlar. Birörnek hayatları anlatmaları, monolog kurmaları, süslü ve romantik edebiyata kayıverecek dil ve kırılganlığa ulaşmaları, anılarını sık sık hikâyeleştirmeleri bu eklektizmi üretmekten kaynaklanıyor. Kapitalizmin yüklerini belli bir aşamadan sonra taşıyabilmek zorlaşıyor. Onun için edebiyat dert yanma, paylaşma işlevine dönüşüyor. İslami kesimin kadınları hali hazır akışa karşı olmak yerine ona katılmayı hesaplıyorlar. Dışarıda akan hayata, “öteki”lerin dünyasına başörtüsüyle katılma esas.

- Günümüz genç hikâye yazarlarına bakıldığında konu, mekân ve öykü tekniği açısından bir yönelim, bir yenilik görüyor musunuz? Genç yazarların gelenek ve dünya edebiyatının genel eğilimleri açısından yeri nedir?

Hikâye açısından değil edebiyatın genelinde çeşitlilik çok ama yenilik yok. Hem teknik düzeyde hem de tematik bakımdan. Genç yazarlar edebiyat için zorunluluk. Mutlaka genç yazarların çıkması gerekir. Ama Türkiye’de gençlerin yazdıkları kendilerinden öncekilerinkinden belirgin ayrım göstermiyor. Genç yazarlar teknik anlamda çok çeşitli denemeler gerçekleştiriyor. Belki de en çok teknikle kendilerini öne çıkartıyorlar. Ama şu ana kadar bu buluşlardan Türk milletinin hayrına bir sonuç çıktığını zannetmiyorum. Edebiyat açısından zenginlik sağlıyor mu? Eh yani çeşitlilik açısından bakılırsa öyle. Fakat bir ekol oluşturacak ağırlıkta değil. Takipçileri de olmayacak. Zaten internetle birlikte yazar sayısı artmaya başladı. Herkes bir şekilde kendi özerkliğini kurmaya çalışıyor. Bir geleneğe bağlanmak isteyen yok. Okulun takipçiliğine kimse heves etmiyor. Genç yazarlar erkenden merkez, otorite olmak istiyor. Modernitenin yüzeyselliği, sabırsızlığı ve başıbozukluğu zamanın tüm unsurlarına yayılmış durumda.

Genç yazarları bırakın, çoğu okur – yazar dünyadaki gelişmeleri takip etmiyor. Türkiye’deki dergileri, yönelimleri, kitapları izleyen kişi sayısı o kadar az ki. Üniversiteler ders kitabı yaptığı için çoğu eser satıyor. Üniversite biter bitmez okumayı bırakıyor öğrenciler. Hele bir de iş sahibi olursa yönünü kitaptan çeviriyor. Yazarların çok fazla kitap, dergi okuduklarını zannetmiyorum. Vakit falan bulamadıkları için değil, bunlara inanmadıkları için bence. Sağlam okur bulunmadığından her yazı yazan rahatça işini yürütüyor. Onu denetleyecek, yol gösterecek okur çevresi yok maalesef.

Sağlam okur, yazar için avantajdır. Genç yazarların okuma disiplini kazanmadıklarını düşünüyorum. Bir de karşılarında otorite olabilecek yazı çevresi zayıf. O kadar çok grup var ki! Genç yazarımızı o haliyle kabul edebilecek bir oluşum mutlaka bir yerde vardır.

Ben genç yazarların sorununun gelenek, konu, teknik olmadığı kanaatindeyim. Tematik ile ilgili problemleri var. Hassasiyet sorunu. Yaşadığı dünyayı makbul gören bir kişinin yazarlığı nasıl olur? Sadece içinde bulunduğumuz dönemin yazarları değil, 70’li yıllardan beri edebiyatımıza “hayatı yaşayamamak” teması egemen. Bir takım ideolojilerden, değer yargılarından dolayı insanlık hallerini gerçekleştiremediği için iç çeken öykülerle, romanlarla yatıp kalkıyoruz. Yani kahramanın kafasında idealize ettiği bir dünya vardır, reel olanla uyuşmuyordur bunun sıkıntıları anlatılmıştır. Zaman zaman böyle hassasiyet geliştiren yazarlarımız oldu elbet. Ama çoğunluk idealize edilen dünya nedeniyle reel olana dalamamanın pişmanlığını, sorunlarını kaleme alıyor. Bu birkaç kuşak önce böyleydi belki. Genç yazarlar da “ideal” fikri bile bulunmuyor. Yaşanan dünyanın değişik veçhelerini (arızalarını değil) anlatmaya yelteniyorlar. Farklı tekniklerle. Ama oradan bir şey çıkmıyor işte. Çünkü onu herkes yaşıyor, niye başka birinden okuyalım ki!

 - “Modern Türk’ün Hikâyesi”ndeki tespitlerinizden biri de şu: Batılı argümanlarla yazan hikâyeciler kendilerini konu seçimi ve mekân olarak sınırlarken ‘geleneği ve yerli değerleri gözeterek yazan’ Mustafa Kutlu, Rasim Özdenören gibi yazarların bu sınırlardan arî olduğunu dolayısıyla konu ve mekân çeşitliliği açısından daha şanslı olduklarını belirtiyorsunuz. Yazarlar arasında gerçekten de böyle keskin bir çizgi, önemli bir fark var mı?

Yazarları tek parça düşünmemek gerekir elbette ki. Bu ayrım yalnız Batıcı – Yerli şeklinde değil. İslami çizgiyi takip edenler arasında da derin ayrılıklar var. Milliyetçi, muhafazakârlar arasında da. Çünkü her yazar bir iddiayı diri tutar. En azından teorik olarak bir iddia üzerine olduğunu varsayıyoruz. Mustafa Kutlu ya da Rasim Özdenören kendilerini başkalarından mutlaka ayırıyordur. Sadece hikâye teknikleri bakımından değil, talip olduğu dünya açısından da. Kaldı ki yazı zaten yazarın içinde bulunduğu ruh dünyasının eseridir. Ruhu inşa eden de bir kültür vardır. Bu kültür, büyük oranda aile çevresinde oluştuğu gibi sonraki yıllarda dâhil olduğu çevreyle de şekillenir. Tarihsel miras mutlaka etki eder.

Türk edebiyatını bu gözle okuduğumuzda, metodolojiyi bu zaviyeden kurduğumuzda bile çok değişik sonuçların çıktığını görürüz. Ben bunu biraz önce belirtmiştim, zaten. Türkiye’de akademi meseleleri böyle değerlendirmekten kaçınıyor. Esasında dikkatli incelemeler muhafazakâr, milliyetçi, İslami kesimin Batılılaşma yönünde ne kadar hızlı ilerlediğini gösterir. Ben konuyla ilgili yazılar yazdım. Mesela mekân hususunda geleneksel arka plan çok fazla çeşitlilik sağlıyor. Ancak bunlar mekânların değerleriyle uyuşan anlatılar değil ki. Mekân yalnızca fon. Dekorlardan bir dekor. Başka türlü nasıl olacak ki, sorusu gelebilir. Tabi mekâna yüklediğimiz anlamı da tartışmamız gerekir. Mekân, kıyafet, dil kişioğlunun kimliğidir.

Türk edebiyatı “kimlikler” üzerinden işlemiyor. Zamanın ruhu bunu gerektiriyor belki. Bu yüzden sizin bahsettiğiniz anlamda bir ayrışmayla karşılaşmıyoruz. İçinde bulunduğumuz kültür, postmodernist yapı “farklılıkları koruma” adına herkesi birörnek yaptı. Bu çetrefilli bir mesele. Ama mesele.

Okumuş yazmışlarımızın gündemleriyle başka interneti takip eden herhangi birinin ki aynı. Okumuş yazmışların hadiselere yaklaşımıyla televizyon izleyicisininki arasında keskin farklılık yok. İletişim organlarında kabul edilmek, “kanon”da yer almak için kendinize ait, bu topraklardan neşet etmiş görüşleri bastırmak zorundasınız. Evet, sorunuzda belki de şaşırarak sorduğunuz husus bu: yazarlar arasında fark yok!

Türkiye’de siyasal irade gibi okumuş yazmışlarda müşterek milli hedef yok. Herkesin üzerinde anlaştığı millet hedefi söz konusu değil. Herkes meşrebi, grubu, çevresi uyarınca bir şeyler söylüyor. Bunların çoğu sahici değil. Dezenformasyon oldukça fazla. Tarihi şartlar, millet olma kriterleri üzerinde kasıtlı olarak anlaşılmıyor.

Türk düşüncesi ve edebiyatı böyle bir kaygıyı savunulabilir bile görmüyor. İddia sahibi olmak arkaik bir tutum artık. Belki de en önemli mesele, İslami kimliğini öne çıkaran kişilerin birliktelikten uzak olmaları ya da tutulmaları.

Üzerinde anlaşmaya varılamayan temel mesele de bu zaten: Türkiye büyük bir ülke olacak mı, olmalı mı? Bu ne ile mümkündür? İslam olmadan tarihsel gerçeklik, millet olma vasfı sağlanabilir mi? Türkiye İslamsız olur mu? İslami kesimdekiler bile bunlara “net” cevaplar veremeyecektir. Dolayısıyla yazarlar arasında çok da belirgin fark olmayacaktır. Ele alınan konular ve mekânlar da dekor havasını bozmayacaktır.

- Günümüz Türk hikâyeciliği konusunda biraz karamsar gibi görünüyorsunuz. Hikâye yazarlarının toplumun kendilik bilgisi üzerinden kalem oynatmaktansa “ele aldıkları kişiler ve sorunsallarla tamamıyla modern hayatın bağlamıyla örtüştüklerini” söylüyorsunuz. Toplumun kendilik bilgisi derken kastınız nedir? Edebiyata bir misyon yüklemek onun sanat olmaklığını ve estetik değerini sakatlamaz mı?

Edebiyatı sakatlayan o kadar çok şey var ki! Misyon yüklemek bunlardan en masumudur belki! Edebiyatın, modern edebiyatın bir misyonu var zaten. Ben Modern Türkün Hikayesi’nde bunun üzerinde çok durdum.

Türkiye’de düşünce ve edebiyat âleminde şöyle bir hata var. Bir şeyler söyleyenler sanki bunu ilk kez kendisi söylüyormuş gibi yapıyor. Bir geleneğe, kişiye dayandırmak mevzu bahis olmaktan çıktı. Edebiyatın modernitenin taşıyıcılığını yaptığını söyleyen çok kişi olmuştur. Ama ben edebiyat eserlerini, yönelimleri incelerken bu gerçeği hep göz önünde tutmayı önemsiyorum.

Niçin? Tam da sizin sorunuzla alakası yüzünden. Bu toplumun demeyim ama milletin bir kendilik bilgisi vardır. Yukarıda millet olma şartları üzerinde durduk. Kendilik budur. Türkler için kendilik bilgisi nedir? Türkler kendilik bilgisini hep yüksek bir estetik değer, varoluşsal bilinç ve üstünlük vasfı olarak görmüşlerdir. Tarihin belli döneminde Türkler varsa bu kendiliklerine sadakat gösterdikleri içindir. Kendilik milletin asaletidir. Bu asalet verili değildir. Milletin kendi kendine yaşayarak oluşturduğu bir şeydir. Türkler İslam sayesinde başkalarından yani gayri Müslimlerden kıymetli ahlak, davranış, dil geliştirmeyi başarmıştır. Kıymetli… Milletin kendine olan kıymet ölçüsü davranışlarındaki mükemmel uyumla alakalıdır. Türkler kendilikleri sayesinde tarihin belli döneminde ortaya çıkıp İslamla örnek insanlar teşekkül ettirmiştir. Buna tarihçiler güçlülüğe bağlı gurur ve kibir derler. Türkler ne zamanki İslamla olan irtibatlarına mesafe koymaya başladılar o zaman kendilik bilgisinden de uzaklaşmaya başladılar. Kendilikten, sahicilikten uzaklaştıkça; toprak kayıpları başladı. Özgüven, müstakil bir hayat fikri, kritik zamanlarda etkili kararlar verebilme, haklının yanında yer alma gibi özelliklerini kaybettiler. Kaybetmedikleri ender konulardan bir tanesi Allah’ın yardımı. İstiklal Harbi son büyük yardımlardan biriydi. Ondan sonra da yine Allah bizi bu topraklardan koparacak tehditleri bertaraf etmemize yardım etti.

Niyazi Berkes “Türkün düşüşü Amerika’nın dünya tarihine girmesiyle başlar” der. Modernite yüzünden kendilik bilgimizi unuttuk. Unutmak biraz da işimize geldi. Fatih Sultan Mehmet Anadolu toprakları için “darül İslam” der. Batılıların kendilerini yenilemeleri de kabaca İstanbul’un fethinden sonradır. Yani Batıyı bu hale getiren Türklerin kurduğu yapıdır. Biz Batılılaşmayı, moderniteyi onların bizi yok etmek, geriletmek için kullandıklarını görmek istemiyoruz. Bu Türk düşüncesinin en büyük kusuru. Kusur mu artık ne demeli ona bilemiyorum. Bir başka yanlış Türk ile İslam’ı birbirinden ayrı ele almak. Vatan ve milleti dilinize doladınız mı milliyetçi damgasını yiyorsunuz! Hâlbuki Türkler etnik unsur değil ki milliyetçi olsun. Otokton, yerleşik yapıya sahip oldukları için yurtseverdir. Hatta yurtseverlik kendilik bilgisinin içindedir. Anadolu’nun İslamlaşması sürecinde kazanılmış bir yetidir bu. Bu topraklarda İslam sayesinde birlik sağlandı. İslam ile vatan yapıldı. İstanbul’un silüetindeki camiler vatanın en büyük emareleridir. İslam ile erimekten, kaybolmaktan, asimile olmaktan kurtulmuşuz. İsmet Özel’in yaklaşımıyla İstiklal Harbi ile Anadolu’yu ikinci kez vatan yaparak bunu pekiştirmişiz.

Buradan sorunuza gelirsek… Edebiyata misyon yüklemek konusuna. Hacı Bayram Veli ünlü şiirinde “Nâgehan ol şara vardum / Ol şarı yapılur gördüm // Ben dahi bile yapıldum / Taş ü toprak âresinde” der.  Mehmet Doğan’ın belirttiği gibi bir şehrin yapılışıyla insanın yapılışı aynı süreçtir aslında. Ama bunu daha genele teşmil edersek Anadolu’nun İslamlaşmasının şiirini yazmıştır aslında Hacı Bayram. Çünkü Anadolu’da tesis edilen yaşam düzeyi yeni bir insanı ve İslam düşüncesini de temsil ediyordu. Edebiyat millet olma şartlarıyla hareket ediyor. Yunus Emre’nin şiiri de tam olarak bunu karşılar. Bu dönemde İslam hakkındaki şüpheler, Haçlı Seferleri sonucundaki endişeler Yunusla dağıldı. Yunus kurduğu dil ile İslami umdeleri insanlara usulünce nakşederken, bunları bir daha söküp atamayacak derecede kesinleştirmiş oldu. İskendernameler, Garibnameler, Danişmendnameler, Gazavatnameler Anadolu’nun İslamlaşmasının ürünüdür. Batılıların ilgili gösterdiği Mevlana, bir yoruma göre aslında Batı ile aramıza keskin sınırlar çeker.

Mehmet Akif, edebiyatçılar, aydınlar için “simsar” der. Niçin? Bizden oldukları, böyle göründükleri halde başkalarının davulunu çaldıkları için. Neyin simsarlığını yapıyorlar? Modernitenin…

Millet bağını, kendilik bilgisini, “taş ü toprak âresinde” bizi biz yapan İslam’ı gözeterek, dil, hassasiyet, duyarlık ve yaşam düzeyi geliştirmek edebiyata misyon yüklemek değildir. Yakup Kadri, Akif İstiklal Harbi’nde, cephede hayatlarının en manalı dönemlerini geçirdiklerini belirtirler. Çünkü Harbin ontolojik mahiyetini kavramışlardır. Peki harpten sonra Yakup Kadri ve Akif nereye yönelmiştir?

Mesele anlattığımız safiyane hayatlarla, söylemlerle kimin değirmenine ne kadar su taşıdığımızla ilgili…

Dergah - Eylül 2011 - Sayı: 259

Bu haber toplam 937 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim