• İstanbul 17 °C
  • Ankara 22 °C

Doç. Dr. Yakup Öztürk: İstanbul Edebiyatı İçerisinde Safahat

Doç. Dr. Yakup Öztürk: İstanbul Edebiyatı İçerisinde Safahat
İstanbul, fethedildiği günden bu yana Türk edebiyatının merkezidir. Sa­dece onunla temasa geçenler değil ömürleri boyunca İstanbul’u görmemiş pek çok şair de İstanbul’a dair şiir söylemişlerdir.

Bir sanatçının varlık sebebi İs­tanbul karşısındaki mevkii ile ölçülür. Türk kültürü, tarihi, sanatı içerisinde İstanbul’un bir edebiyat metnine dâhil olmasındaki kudret o metni var eden sanatçının da seviyesini gösterir. Dünya üzerinde pek az şehir kendi adıyla bir edebiyat meydana getirebilmiştir. O, fethin sembolü ve İslam’ın kadim bir coğrafyası olmasıyla, Türk büyüklerinin mezarlarını barındırmasıyla, Boğaziçi gibi nadir bulunur coğrafyasıyla, Roma’ya başkentlik yapmasıyla, kurulduğu günden bu yana her milletten insanı beslemesiyle edebiyatın vazgeçemeyeceği malzemeyi yüklenir. Klasik bir Türk şehri olmasının yanı sıra Tanzimat’tan sonra Pera çevresinde biçimlenen batı mimarisiyle, estetiğiyle, zevk ve kül­türüyle şehrin daha önce aşina olmadığı eğlenceyi ve bohemi de var etmiştir.

Kadim İstanbul, Suriçi, Eyüp ve Üsküdar’dır. Sonradan Galata bölgesini özellikle bugünkü İstiklâl Caddesi’ndeki mimari hareketlilikle İstanbul’a dâhil ederiz. Tiyatrolar, elçilikler, gazete ve dergi idarehaneleri ve matbaalar, liman ve iskeleler, batılı giyim mağazaları, mobilyacılar ile bu bölge hem levantenler hem de Müslüman İstanbullular için yeni bir merkez olmuştur. İstanbul ede­biyatı, Boğaz köylerinden Suriçi’ne, tepelere hâkim büyük mezarlıklara, Bo­ğaziçi’ne kıyı mesire alanlarına, Haliç etrafındaki küçük kasır ve camilerine uzanan manzaralarıyla klasik Türk şiirinin mazmun ve motif dünyasını ortaya koyar. Tanzimat’ın ilanından sonra bu manzara büsbütün terk edilmeden yeni muhitler kendisini gösterir. Dolmabahçe, Çırağan ve Yıldız saraylarıyla Beşik­taş, 19. asrın padişahtan paşalara geçen bir asır olması dolayısıyla hükûmet merkezi Babıali bunlardan sadece ikisidir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu asrın edebiyat tarihini yazarken İstanbul’a ayrı bir başlık açmasındaki hikmet de bu­radadır.

On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde “İstanbul’da Hayatın De­ğişmesi” diye müstakil bir başlık vardır. Tanpınar, devletin batıya açılması ile İstanbul’da hayatın birdenbire değiştiğini söyler. Müslüman İstanbullu, yazın muayyen muhitlerde gördüğü ecnebi kıyafet ve âdetlerini artık Beyoğlu’nda kışın da görmektedir. Dolmabahçe Sarayı’nın yapılması ve padişahın orada ikamet etmesiyle İstanbul, Beşiktaş civarına doğru genişler. Zengin Mısırlı­ların gelip İstanbul’a yerleşmeleri de batı modasının şehirde yaygınlaşmasına tesir eder. Kırım Savaşı’ndan sonra bu şehre gelenlerle emlak ticaretinin de­ğişmesi de yeni İstanbul’a dâhildir. Şehrin yabancı misafirleri o vakte kadar kapalı kalan Osmanlı kadınını birdenbire dışarıya açar. Tanpınar’ın Cevdet Paşa’dan ilhamla seyrettiği İstanbul budur. Kadının sokağa açılması İstanbul edebiyatının da modern zamanlardaki kaynağını verir. Çünkü roman, kadın erkek münasebetlerinin asgari olduğu bir çevrede gelişemez. İlk Türk romanı Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ın acemiliği sadece üslubunda aranamaz. Romancı, hâlâ örf ve geleneğin kendisine telkin ettiği cepheden bakarak iki âşığı ancak kılık değiştirerek bir araya getirir. Oysa Namık Kemal, Recaizade ve Midhat Efendi bir şenlik meydanında kadın ve erkek kahramanlarını buluşturur hatta biraz sonra onları birbirleriyle temas ettirir.

Tanzimat’tan Meşrutiyet’e Türk edebiyatında İstanbul, bu karmaşık, yo­ğun, tekrar tekrar yorumlanmaya muhtaç dönemde devlet adamları ve sanat­çıların meseleleri ne ise onunla bir bütünlük sağlar. Medeniyet krizini anlama­ya çalışan da, Beyoğlu kadınları arasında küçük hovardalıkları arayan da İs­tanbul parçalarını birleştirmek hedefinden kopamaz. Mizancı Murad, Rumeli Hisarı önlerinden bir yolcu gemisini geçirirken hisar sırtlarındaki Amerikan kolejini, bir müstemleke gibi öfkeyle anlatır. İstanbul edebiyatı içerisinde pek sözü edilmeyen Ercüment Ekrem’in Beyoğlu hikâyelerindeki kadın erkek mü­nasebetleri mizahın içerisinde kurgulanır. Yahya Kemal’in Türk-İstanbul terki­bi ise bambaşka bir nazariyenin mahsulüdür. İstanbul’a hangi manayı yüklerse yüklesin bir Türk edebiyatçısı bu şehri Tevfik Fikret gibi neredeyse hiç görme­miştir. Fikret, Eyyûb Sultan’ın medfun olduğu bir şehri, Hac kafilelerinin en erken gördüğü bir şehri, Türklüğün kalesini, derin bir körlükle bin kocadan arda kalan düşkün bir kadına benzetir. Çünkü İstanbul, kurulduğu günden bu yana bir şehrin ötesinde bir zihniyet ve fikir olarak görülmüştür. Bir kimsenin İstanbul’la değil İstanbul’un sahiplendiği değerle kavgası vardır. İstanbul ede­biyatı içerisinde Tevfik Fikret’e yaklaşan neredeyse tek şair Mehmed Âkif’tir. Fikret’le Âkif’in bir mesele karşısında müşterek bir tavırları aranacaksa bu ta­vır İstanbul olacaktır.

Mehmed Âkif, İstanbul’u müspet bir nazarla tetkik etmez. Onun için bu şehir, öfke dolu olduğu II. Abdülhamid’in ihmal ettiği, bakımsız bıraktığı, hal­kını yoksullaştırdığı, kadınlarını çaresiz kıldığı, insanlarını kahvehane tembel­liğine boğduğu bir şehirdir. Âkif, İstanbul’da mimariyi, estetiği, Türk kültür ve zevkini göremez. Safahat’ında bir araya getirdiği şiirlere hatta şiir kitaplarına büyük Türk mimari eserlerinin adını verse de o eserler, şairin ideolojisini sah­neleyeceği cansız bir dekordan öte bir anlam ifade etmez. Şiirlerinde tercih ettiği üslup da onu İstanbulluluk kimliğinden uzaklaştırır. Argo ya da şiirde konuştuğu kimselere yakıştırdığı tavırlarda ortaya çıkan hakaret dili, kusan, tüküren, geğiren insan imajı, Âkif’e bir İstanbul beyefendisi dememizi imkân­sız hâle getirir.

Âkif, İstanbul’un tarih içerisindeki kimliğine değinmediği gibi kendi za­manı içerisinde İstanbul’un yaşadığı işgalden de bahsetmez. Bursa’nın işga­li sonrasında “Bülbül” şiirini yazmış ancak İngiliz zulmü altındaki İstanbul’a dair şiirinde bir heyecan ya da tepki işareti göstermemiştir. Bu şehrin sakinleri miskin, tembel, umutsuz insanlardır. Dillerine doladıkları tevekkül ifadesiyle bütün tembelliği kendilerine müstahak görürler. Şehrin bir yanı ezan sesleriy­le ancak İslam’ı yanlış anlayan Müslümanlarla doluyken öte yakası, alafranga hayatın mekânları ile dolu, müsrif, ahlaken çökmüş, eğlenceye düşkün bir hâl­dedir. Buraların müdavimleri mesirelerde, tiyatrolarda, batakhanelerde zama­nı israf ederler. Bir devrin en hareketli mekânlarından olan ve İstanbul tarihi için büyük değer ifade eden Kâğıthane ve Göksu gibi yerler Âkif’in şiirinde görülür ancak burada köksüz bir kitle sefahat içerisindedir. Âkif için buralarda vakit geçirmek ahlaksız olmaya yeter. Ortası yoktur. Âkif, mutedil, aklıselim, kendi iklimini bilen, Batı’yı tanıyan aydınlardan habersiz gibidir.

Safahat’ın birinci kitabı 1911’de İstanbul’da, son kitabı ise 1933’te Mısır’da basılır. Eserin başında “Bana sor sevgili kâri, sana ben söyleyeyim / Ne hüvi­yette şu karşında duran eş’ârım” dizeleriyle başlayan başlıksız bendinde sanat bilmediğini, sanatkâr olmadığını, hisli bir yüreğe ihtiyaç duyanlar için yaz­dığını söyler. Âkif, bir tevazu ile bunları söylese de elbette “tasannu” bilir ve sanatkârdır. Ancak “hisli yürek”le hareket etmesi şiirini zaman zaman sanattan uzaklaştırır. İstanbul söz konusu olduğunda da bu his dolu hareket onu İstan­bul’un estetiğinden, kadim kültüründen uzaklaştırır.

Safahat’ın ilk şiirinin fethi sembolize eden Fatih Camii’nin adını taşıması aslında Âkif’te İstanbul’un bir bilinçle yer aldığını gösterir. Bu cami, şiire göre bir iman abidesidir. Asırları aşarak yükselmiştir. Kollarını açan minareleri, ce­saretle ilahî âlemin güzelliğini kucaklamak istemektedir. Ona sadece bir ma­bet nazarıyla bakmak yetmez. O, Allah’a yükselmiş ibadettir, bir tablo değildir. Hakka uzanan nazarlardır. Gökyüzünden inmese de semavîdir. Mehmed Âkif şiirin ikinci kısmında hatıralarındaki Fatih Camii’nden bahseder. Âkif, sekiz yaşında iken babasıyla birlikte bir akşam vakti karanlık sokaklardan geçerek Fatih Camii avlusuna girişini anlatır. Hasırlar üzerinde oynayan çocuk Âkif, bize “Fatih Camii” şiirini verir. Yanında kız kardeşi de vardır.

Kitabın İstanbul’u bulabileceğimiz ikinci şiiri “Hasta”dır. Şiir, Halkalı Zi­raat Mektebinde hasta bir talebenin son nefesini vermesinin yakın olduğunu düşünen okul idaresi tarafından terk edilişini anlatır. Gerçek bir hadiseden alındığı şiirin epigrafındaki “Vak’a Halkalı Ziraat Mektebinde geçmişti.” ifa­desinden de görülebilir. Âkif’in akademik hayatını geçirdiği mektebin burası olması söz konusu hadiseye tanıklık ettiğini gösterir. Hastanın mektep ko­ğuşunda iyileşebileceğine dair inanç ortadan kalktığında okul idaresi çaresiz çocuğun Gureba Hastanesine naklini ister. Orada “Uzanıp ölmeye bir şilte” bulabileceğini düşünürler.

Mehmed Âkif ve İstanbul dendiğinde hatıra gelen ilk şiirlerden biri “Kü- fe”dir. “Bizim mahalle de İstanbul’un kenarı demek / Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek” mısraları onun İstanbul tasvirleri arasında sıklıkla andığı bir manzarayı gösterir. Çamur, su birikintileri, delik deşik yollar pek çok şii­rinde görülür. Harabeyi andıran evlerin olduğu bu sokaklarda akşam karanlığı bastığında kandilsiz gezmek mümkün değildir. Şiire adını veren küfenin sahibi on üç yaşında hamal bir çocuktur. Çocuğun babası bu küfenin altında ölmüş­tür. Şair, çocuğun küfeyi öfkeyle yere çaldığını görünce onu, kırmaması için uyarır. Adının “zavallı Hasan” olduğunu öğrendiğimiz bu çocuk, “İhtiyar işin yok mu defol git şuradan” diyerek şaire tepki gösterir. Şiirin ikinci kısmında şairin, kızıyla birlikte Fatih’e çıkışını okuruz. Burada küçük kızın ilgisini deve­ler çeker. O sırada şiirin birinci kısmından tanıdığımız Hasan küfesiyle yanla­rından geçmektedir. O, şairin nazarında “Bir ayaklı sefalet”tir. Birden rüştiye mektebinden çıkan bir alay çocukla Hasan’ın karşılaşmasına tanıklık ederiz. Sahne oldukça dramatiktir. O küfe ve yük, şaire göre kaderin bir cezasıdır.

Fatih’in semt olarak seçildiği bir başka şiir “Hasır”dır. Buradaki bir attar dükkânına gelip giden mahallelinin dükkân sahibiyle aralarında geçen konuş­malar o devrin sesini verir.

“- Ver ordan on paralık zencefil, çöroğtu, biber.

Geçenki beş para borcumla on beş etmedi mi?

  • Silik bu yirmilik almam...
  • Uzatma gör işimi!
  • Oğul, çabuk... Bana tîrak ... Okunmuş olmalı ha!

Bizim çocuk, adı batsın, yılancık olmuş...

  • Ya?
  • Sübek kadar yüzü hütdağ kesildi!
  • Vah vah vah!
  • Hanım, geçer, nefes ettir...
  • Geçer mi? İnşallah.
  • Bi yirmilik paket amma sabahki tozdu bütün...
  • Ayol hep içtiğimiz toz... Bozuldu eski tütün!
  • Efendi amca, sakız ver... Biraz da balmumu kes.
  • Kızım, parayla olur ha! Peşinci bak herkes.”[I] (s. 48)

Bu diyaloglar arasında dükkâna gelen biri, cenaze sarmak için geniş bir hasır ister. Mahallede beş aydır hasta yatan bir kadın vefat etmiştir. “Hasır” eski İstanbul’da mahallenin sesini duyabileceğimiz bir şiirdir. Âkif, cemiyetin meselelerine, bilhassa fakirliğe bu şiirinde yer verir. “Ahiret Yolu” şiirinde de mahalleden çıkan bir ölünün evinin önünde dualarla helalliğinin alınmasını anlatır.

Mehmed Âkif şiirinde şehir mekânı olarak kahvehane ve meyhaneler ayrı bir yer tutar. İkisi de tembelliğin, sefahate düşkünlüğün mekânlarıdır. “Meyha­ne” başlıklı şiirinde de bunu ele alır. Şair, viraneler arasından geçerek yürüdü­ğü bir sırada han kılıklı bir meyhaneyle karşılaşır. Basık tavanlı, karanlık, sefil bir dükkândır burası. İçerideki masa, civar tabutluktan atılmış, çok ölü görmüş bir teneşire benzetilir. Meyhane kapısında görülen bir kadın birazdan tiksinti veren o dünyaya girmeye cesaret eder. Evini ihmal eden bir adamın karısıdır bu. Kadın sağa sola gidip ev temizlemekte, hayatını idame ettirebilmek için çabalamaktadır. Oysa kocası meyhanede vakit tüketir. Annesi, karısı, çocuk­ları aç bir hâldedir. Adam, karısının kazandığı paralarla sarhoş gezmektedir. Mehmed Âkif, Cumhuriyet’ten sonra bir bütünlükle Türk şiirinde yer edinen toplumcu şairlerin öncüsü kabul edilebilir ancak Türk edebiyatında sol şairler, İslam’dan ilham aldığı ve böylesine şiirlerinde meyhaneyi ahlaksızlığın muhiti olarak anlattığı için Âkif’e olması gerekenden çok gerilerde sahip çıkmışlardır.

“Mezarlık”, Âkif’in Suriçi’nden ayrıldığı az sayıdaki şiirlerinden biridir. Burada Eyüp semti, mezarlık dolayısıyla şiire girer. Eyüp, kendisine adım atıl­dığında ufuk değişir. Göz alıcı genişliğiyle kabristan görülür. O, sonsuz bir de­niz gibidir. Mezar taşları ise donup kalmıştır. Şiirdeki Eyüp manzarası bundan ibarettir ancak şiirde ne semte adını veren Eyyûb Sultan’dan bahis vardır ne de Osmanlı padişahlarının tahta geçmeden önce Eyyûb Sultan huzurunda kılıç kuşanmaları hatırlatılır. Mehmed Âkif, kültür ve İstanbul’u bir araya getirme­mek için bilinçle hareket eder. Türk tarihi içerisinde bu semtin İstanbul’un ilk kuşatmaları sırasında sahabelere mezar olduğunu, fetihten sonra Osmanlılar için mübarek bir beldeye dönüştüğünü anlatmak ihtiyacı hissetmez.

“Bayram” şiiri, Mehmed Âkif’in şehre güler yüzüyle baktığı neredeyse tek şiiridir. Burada, çocukların masumiyetinden onların bayram yerlerinde gü­lümsemesinden bahseder. Ancak Mehmed Âkif, bu ruha ferahlık veren man­zarayı çabuk terk eder. Hayatın ızdıraplarıyla bedenleri eğrilen yaşlı kadınlar torunlarını gezdirmektedir. Yine de onlar bayramın bereketiyle huzur içinde­dirler. Geçim kavgası bugünlerde az da olsa diner. Şiirin devamında Mehmed Âkif, Fatih’te yaşadığı bir bayramı anlatır. Kucaktaki bebeklerden eli bastonlu nesle kadar herkes oradadır. Orta yerde kurulan çadırda insan suratlı bir ca­navar merakla izlenmektedir. Şiirin sonunda yetim bir çocuğun salıncak diye ağlayışı vardır. Salıncakçı bir rica ile o çocuğun da ağlamayan kızların neşesine katılmasına izin verir:

“Bir ihtiyar kadının koltuğunda, gür kaşlı,

Uzunca saçlı güzel bir kız ağlayıp duruyor.

Gelen geçen, bu niçin ağlıyor? diyor soruyor.

  • Yetim ayol... Bana evlâd belâsıdır bu acı.

Çocuk değil mi? ‘Salıncak!’ diyor...

  • Salıncakçı!

Kuzum biraz da bu binsin... Ne var sevâbına say.

Yetim sevindirenin ömrü çok olur...

  • Hay hay!

Hemen o kız da salıncakçının mürüvvetine,

Katıldı ağlamayan kızların şetâretine.” (s. 65)

“Seyfi Baba” şiirinde şairin, Seyfi Baba adında bir zatın ağır hasta olduğu haberini alınca bir akşam vakti İstanbul sokaklarından geçerek onu ziyarete gidişi görülür. Yol uzun ve yine bataktır. Sokaklar bele kadar çamur içindedir. Kaldırım taşları dirilerek şaire gel demese o da boğulup gidecektir. Duvarlar sıvasız, evler harap, saçak altlarında binlerce evsiz insan görülür. Evlerde ko­calarından boşanmış bir yığın kadın vardır. Geceleri yol kesenler sabahları dilencilik yapmaktadır. Şair, elindeki fenerin sönmesiyle, dokunarak, işiterek yolunu bulmaktadır.

Safahat içerisinde müziğin belki de görülebildiği tek yer “Kör Neyzen” şiiridir. Şiire adını veren neyzen, çarşı çıkışında, çamurlu taşlara yaslanmış bir dilenci gibi inlemektedir. Şadırvan olmasa üstünde onu koruyacak bir çatı da yoktur. Âkif, Türk kültürünün müziğe olan katkılarını, İstanbul’un muhtelif cemiyetlerinde yaşayan müzik zevkini hatırlamak yerine fakirlik içerisinde hayatta kalmaya çalışan bir neyzeni, üstelik kör bir neyzeni imardan mahrum İstanbul sokaklarında resmeder:

“Geçende çarşı içinden çıkınca baktım ki:

Çamurlu taşlara yaslanmış inliyor sâil.

Hasırdı şiltesi altında hem de pek eski,

Şadırvan olmasa üstünde yoktu bir hâil.

Duyulmuyordu uzaktan neyin de şimdi sesi,

Yakından ancak işittim o vâpesin nefesi!”

Mehmed Âkif’in II. Abdülhamid muhalifi olduğu ve padişahı tel’in ettiği malumdur. Türk şiirinde “istibdat” aleyhinde en ağır manzumeleri Safahat’ın barındırdığı görülür. “Hürriyet” şiirinde de II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte meşrutiyet ruhunun ortaya çıkışı anlatılır. Bu ruh, dün bir mezarlık gibi dalgın yatıyorken, bugün sokaklarda dalgalanmaktadır. Güya Yemen’e sürgün giden bir babanın iki küçük çocuğu hürriyet coşkusu içinde sokaklarda gezmektedir.

Safahat’ın birinci kitabında yer alan ve Mehmed Âkif’in en meşhur şiir­lerinden kabul edilen “Mahalle Kahvesi” de Âkif şiirinde tümden reddedilen ve ağır bir üslupla tenkit edilen kahvehane mısralarının önsözü niteliğindedir. Gediklilerin Osmanlı ekonomisini geriletmeleri ile kahvehanelerin ve burada oturanların arasında bir irtibat kurduğu görülür. Âkif’e göre mahalle kahvesi doğunun bakılmayan yarasıdır. Burası eski batakhanelere benzer. Şiirde Os­manlı’nın klasik dönem sanat eserleri imaretlerinin yıkılarak yerine mahalle kahveleri açıldığı söylenir. Şaire göre kahvehane, insanları evden uzaklaştı­ran, aile saadetini engelleyen bir yerdir. Buraların bir tarafında sağlıksız tıp müdahaleleri yapılır. Birinci katlarında sülük dolu kavanozlar, ikinci katta diş muayenesinde kullanılan malzemeler, üçüncü katta havlu bohçaları vardır. Tavlalar, masalar, oyun kâğıtları kir içindedir. Hatta ahırdan farksızdır. Oyun sırasında oyuncuların hakaretle konuşmaları duyulur.

“Oturmadan içi yağ bağlamış bodur masanın,

Yayılmış üstüne birçok kağıt ki, oynayanın,

Elinde yağlı meşin zanneder görünce adam,

Ya tavlanın kiri, kaabil değildir, anlatamam.

Harîta-vâri açılmış en orta yerde dama;

Beyaz mı taşları, yâhud siyah mı, hiç sorma!

Hutûtu: Gayr-i muayyen hudûdu memleketin:

Nazarda haylice idman gerek ki fark etsin!

Deliklerindeki pislik lebâleb olsa, yine,

Bakınca bunlara gâyet temiz kalır domine.

Delikli çekmece var ha! Demirbaş eşyadan;

Yanında bir de kulaksız tekir... Unutma aman!” (s. 126)

Şiirde şairin iddiaları bu yöndedir. Oysa II. Abdülhamid Dönemi’nde Os­manlı’nın kuruluştan bu yana en büyük restorasyonu yapılmıştır. Anadolu’nun ve Balkanların Osmanlı mirası eserleri II. Abdülhamid’in iradesi ile yenilen­miştir. “Mahalle Kahvesi” yazıldığında bu imar hareketliliği çoktan bitmiştir ancak Âkif bunu görmek istemez.

“Köse İmam” şiirindeki imam, ilmi az, görgüsü çok, fıtratı yüksek bir şah­siyettir. “Hocazâdem” diyerek şaire seslenir. Evi, gece gündüz işler. Gelenin erkek olması hâlinde Asım, misafiri kahveye yönlendirir. Kahvehanelerin ma­halle kültürü içerisindeki önemi, değeri Âkif’in sadece bu küçük dikkatinde görülür. Bunun dışında Âkif, mahalle kahvehanelerini hakaret dolu sözlerle anlatır. II. Abdülhamid burada, “Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek”tir.

Eski İstanbul’da biraz varlıklı aile çocuklarının sıbyan mektebine başlar­ken mektep hocasının önderliğinde sokaklarda kalabalık bir halka hâlinde mektebe gidişi amin alayı olarak adlandırılır. Mehmed Âkif de “Amin Alayı” şiirinde bu sahnelerden birini anlatır. Safahat’ın ikinci kitabı olan Süleymaniye Kürsüsü’nde kitaba adını veren Süleymaniye Camii, estetik varlığıyla da söz konusu edilir. Uzun, tek bir manzumeden oluşan kitapta Haliç, yosun çehreli, miskin bir su biçiminde tasvir edilir. Sahilindeki evler alabildiğine çirkindir.

Süleymaniye Camii ise sanatın doğurduğu bir eserdir. Bir nur gülümsemesidir. Bu mabed dururken, gözlerini yere indirip pisliğe daldırmanın âlemi nedir? Mehmed Âkif şiirinde bu soruyu sorsa da okurunu önce Süleymaniye etek­lerindeki “çirkin” Haliç’le buluşturur. Estetik zevki tatmin için bu eser yeter. Caminin içi, kemerleri, mihrap kubbeler öne çıkarılır. Pencerelerden gelen ışık, kürsünün zarafeti üzerinde durulur ancak yine Âkif buradan yaratıcıyı görmeyi, sanatı ve sanat eserini bırakmayı öğütler. Bu şiir Âkif’in İstanbul’un en kadim sanat eserleri söz konusu olduğunda bile İslamcılık ideolojisinden estetiğe geçemediğini göstermesi bakımından ayrıca bir değerlendirmeyi hak eder.

Safahat’ın üçüncü kitabı Hakkın Sesleri’nde Kur’an-ı Kerim’den bazı ayet­lerin manzum tefsiri yapılmış, İstanbul’a dair herhangi bir ifadede bulunul­mamıştır. Bir sonraki kitap Fatih Kürsüsü’nde Galata köprüsüne yanaşan bir vapurdan inen iki arkadaşın yürüyerek Fatih Camii’ne çıkışları sırasındaki sohbetlerine yer verilir. “Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek!” mısraı bu­rada geçer. Bir banka binasıyla sebilin mukayesesi burada yapılır: “Necip eser arıyorsan sebile bak”malıdır çünkü onun damarlarında yüzen kan da can da Osmanlıdır. Vefa meydanı şiirde geçer. Bozdoğan Kemeri’ni Osmanlıların ihya etmesi ve mahalle mektebinin gerekliliği bu şiirde vurgulanır. Mehmed Âkif, “Beyni bozulmuş yığın yığın kafalar”dan bahseder. Bazı kimseler cebinde biraz para görünce Tokatlıyan’a giderek çalım satarlar. Beyoğlu’nun “mülevves mu- hit-i fâhişine” dalar giderler. Florya, Mama mesiresi de bu tiplerin mekânıdır. Mehmed Âkif’in batılı hayata düşkün İstanbulluları tenkit ettiği şiirlerinden biri budur. Tokatlıyan, bir dönem İstanbul’un en meşhur restoran ve otelle­rinden biridir. Önemli bir kültür mekânıdır. İstanbul’un sivil tarihi yazılırken görülmeden geçilemeyecek değerdedir. Şiir, Tokatlıyan’ı bu açıdan anlatmaz.

Hatıralar kitabında doğrudan İstanbul bahsi yoktur ancak şairin Berlin’de bulunduğu sıradaki gözlemlerine yer veren “Berlin Hatıraları” şiiri, Berlin ve İstanbul mukayesesi yaptığı için önemlidir. Mehmed Âkif, Berlin’deyken bir hayli kar yağmasına rağmen sokakların vıcık vıcık olacağını beklemiş ancak şehrin imari yapısı buna izin vermemiştir. Oysa “bizim diyar” diyerek kastet­tiği İstanbul’da kar, uzun süre kalkmaz. Hatta o derece çekilmez hâle gelir ki mahalle halkı lodos duasına çıkar:

“Çamur bu beldede âdet değil ne kış, ne de yaz.

Geçende haylice kar yağdı Berlin’in içine;

Bıcık bıcık olacakken takır takırdı yine!

Merâk edip soruverdim, ‘bırakmayız’ dediler!

- Bırakmayın, güzel amma, yağar durursa eğer?

“Bırakmayız!” sözü aynen tekerrür etmez mi?

Evet, bu sözde nümâyân heriflerin azmi.

Bizim diyâra biraz kar düşünce zor kalkar.

Mahalle halkı nihâyet kalırsa pek muztar,

‘Lodos duâsına çıkmak gerek...’ denir, çıkılır.

Cenabıhak da lodos gönderir, fakat bıkılır:

Çamur yığınları peydâ olur ki mühliktir...

‘Aman don olsa...’ deriz... Şüphe yok, temizliktir,

Donun kırılması varmış, düşünme artık onu:

Yağar, erir, buz olur... Neyse, yaz değil mi sonu?” (s. 311)

Safahat’ın en meşhur kitaplarından Asım’da şair, Kartal’ın Kurna köyün­deki bir köy düğününü anlatır. Köylüler hem manen hem madden içler acısı bir hâldedir. Âkif, insanlara baktığında onlardan iğrenmemiz için sonsuz bir çaba içerisindedir. Şiirin yazılmasından otuz-kırk sene evvel buralar yemyeşil bereketlidir. Tarihe dikkat edilirse bu dönem II. Abdülhamid’den öncesidir. Şaire göre köylünün sıhhati de ahlakı da bitiktir. Sabah kahvede iskambil oy­narlar, israf içerisinde bir hayat sürerler. Orta oyunu bir maskaralıktır. Meh- med Âkif, İstanbul’un o vakitler taşrası sayılabilecek bir muhitinde insanların kır düğünü ile eğlenmelerini anlatmak yerine köylülerin kendince yozlaşma olarak nitelediği özelliklerini görmek niyetindedir. İstanbul folkloru karşısın­da Zuhuriye çıkanları maskara olarak değerlendirmekle yetinir. Yine burada “geğirmek, tükürmek, leş, gebermek, kusmuk” gibi kelimeler düğüne katılan- ların yapıp ettikleridir.

Gölgeler kitabındaki “Umar mıydın?” şiirinin ilk bendinde İslam diyarın­da İslam’ın gurbetlik çekmesi anlatılır. Şehrin mabetlerinde ibadetler yetim, camiler ezansızdır. Minberler cemaat bekler. “Süleyman Nazif’e” şiiri de “Kara Bir Gün” yazarının adını taşıdığı için İstanbul işgalinin şiiri olarak okunabilir. Mehmed Âkif, İstanbul’un işgaline dair herhangi bir şiir ya da dize söyleme­miştir. Ancak Süleyman Nazif, o dönem için en cesur yazılardan birini yazarak bu işgale karşı durmuştur. Âkif, Süleyman Nazif adını bir şiirinin başlığı ya­parak dolaylı da olsa işgal İstanbul’u şiirini yazmıştır. Hatta “Firavun ile Yüz- yüze” şiirinde Nil Nehri’ni şiirleştirmişken İstanbul bu açıdan Âkif’in şiirinde görünmez. “Hüsam Efendi Hoca” şiiri ile “Bir Ariza” İstanbul’un sözünün edil­diği son şiirler olarak Safahat’ta yer alır.

Mehmed Âkif’in Safahat’ında topladığı şiirlerinde İstanbul, II. Abdülha- mid’in gölgesinde bakımsız, imarsız, huzursuz insanlarıyla yer alır. Fatih ve Süleymaniye gibi büyük sanat eserleri, şiir kitaplarının adına kadar Safahat’a girmiş olsa da bu mabetler Âkif’in İslamcılık ideolojisini sergilediği bir mec­ra olmaktan öteye geçmez. Safahat’ta İstanbul, Osmanlı Türklerine asırlarca payitahtlık yapmış bir tarih, kültür şehri olarak görülmez. Âkif, çevresine bak­tığında çirkin evler ve bu evlerde yaşayan huzursuz insanlar görür. Kadınlar dul, çocuklar babalarının varlığına muhtaç bir hâldedir. Şehrin sokaklarında geceleri gasp, gündüzleri dilencilik gezer. Safahat bu açıdan bakıldığında son­radan edebiyatta bir grubun temsil ettiği toplumcu gerçekçiliğin ilk eserlerin­den kabul edilebilir ancak anlattığı İstanbul manzaraları bir öfke ve bilinçle şiire taşınmıştır. Bu açıdan İstanbul estetiği ve zevkinin Âkif’te aranamayacağı ifade edilmelidir.

 

 

[I] Yazı boyunca alıntılar Mustafa Necati Bursalı’nın Sentez Neşriyat’tan yayımladığı tarihsiz Safahat neşrindendir.

 

100. Yılında İstiklâl Marşı Büyük Bilgi Şöleni
12 Mart 2021 - TBMM
100. Yılında İstiklâl Marşı ve Mehmed Âkif Kitabı
Bu haber toplam 785 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim