• İstanbul 13 °C
  • Ankara 15 °C

Dr. Dinçer Atay: Mehmed Âkif’in Müslüman Doğu Toplumları Eleştirisini Leylâ Şiiri Bağlamında Bir Asır Sonra Yeniden Okumanın Zarureti

Dr. Dinçer Atay: Mehmed Âkif’in Müslüman Doğu Toplumları Eleştirisini Leylâ Şiiri Bağlamında Bir Asır Sonra Yeniden Okumanın Zarureti

Devrindeki cemiyetin karanlığını görerek cemiyeti kurma azminde gayret gösteren Mehmed Âkif, Safahat’ında yer alan pek çok şiirinde Müslüman Doğu toplumu üzerinde fikirler, duyuşlar, hisler ve eylemler üretir. O, bunu yaparken aynı zamanda bir neslin inşasının temel dinamiklerini de verir. Âkif, Müslüman Doğu toplumuna dair düşünce sistemini eleştirel, olumlu ve kurucu bir tavır eşliğinde var eder.

Mehmed Âkif, Nisan 1922 yılında yazmış olduğu Leylâ şiirini Müslüman Doğu toplumunun temel metinlerinden olan Leylâ ve Mecnûn mesnevisine metaforik göndermeler yaparak kurar. Ülkü ve karşıt değerler diyalektiğinde kurulan Leylâ şiirinde; karanlık/gece-aydınlık, taassup-akıl, kadercilik-eylemlilik, yokluk-varlık çatışmaları belirginlik kazanır. Metin, yazıldığı devir bağlamında Müslüman Doğu’nun bayraktarı olan Türk milletinin var oluş mücadelesi, Müslüman bireyin sahip olduğu değerler eksenli bir bakış açısı ile okunabilir. Bunun yanı sıra metin, yazıldığı tarihten yaklaşık bir asır sonrasında Müslüman Doğu’nun Batı karşısındaki konumu, Batı’yı algılayışı ve kendi varlık alanını kurarak var edebilmesi odağında çoğul okunmaya imkân tanır. Bir asır önceki bir uyanış ve diriliş çağrısı olarak algılanabilecek olan metin, Müslüman Doğu’nun miskinlikten eylemliliğe geçmesini ve bu eylemlilik hâlini akıl temelli bir var oluşu açımlamasını ümit ederek kurulur. Bir asır önceki devirde Müslüman Doğu medeniyetini karanlığa boğan değer yitimi, taassup, miskinlik, yokluk sanrısı ve fıtrattan sapma görünümleri eşliğinde eleştirel bir tavır dikkatleri çeker. Aynı metin, bir asır sonra var olan Müslüman Doğu bireyinin aşırı bireysellik, cemiyetin varlığının reddi, aidiyet problemi, edinilen bilginin getirileri ve kullanımı gibi varlığı örseleyici hâllerin eleştirisi bağlamında da değerlendirilebilir. Cinnet haliyle kendiliksizliği tecrübeleyen Müslüman Doğu bireyi, ideal olarak benimsediği arzu nesnesiyle aldanır ve gerçek kimliğini yitirir. Bu yitirişin bir mecnunluk/delilik/akıl kaybı şeklinde algılanması, Leylâ göstergesi bağlamında konumlanır.

Bu çalışmada Mehmed Âkif’in Safahat’ının yedinci ve son cildi olan Gölgeler’de bulunan Leylâ şiiri, yazıldığı devirdeki şartlar odağında Müslüman Doğu’nun varlığı ve 21. yüzyılın getirilerinin Müslüman Doğu’daki karşılığı, yeni bireyin aidiyet problemi bağlamında değerlendirilmektedir.

Bir Asır Önce Bir Asır Sonra İslâm Coğrafyası

Mehmed Âkif’in Leylâ şiirini kaleme aldığı devrin sosyal gerçekliği, Türk milletinin varoluş mücadelesinin özgürlük formlu bir somutluğa doğru yol alması denkleminde konumlanır. Balıkesir’den Ankara’ya gelen Âkif’in Millî Mücadele’ye fiili desteği ve azmi, bu varoluş mücadelesinin millî-manevî boyutunu da somut kılar. Minberlerden, kürsülerden Müslüman Türk milletine seslenen Âkif, vaazlarıyla birliği sıkılaştırmaya, hareketlendirmeye çalışır. Aynı zamanda bu dönemde yazdığı manzumelerle adeta devrin sosyolojik bir panoramasını da ortaya koyar. “‘Safahat’ tek başına, bugünkü ve yarınki nesillere din, tarih, vatan sevgisi, birlik duygusu, millî şuur ve millî edebiyat için gerekli bilgi ve tehassüsleri temin edebilecek kudrette büyük bir eserdir... bu eser, Müslüman Türk milletinin bin yıldır yaşadığı ve yaşattığı değerlerin, his ve fikirlerin derinliklerinden fışkırmış bir pınardır.” (Düzdağ 2006: 65) Millî Mücadele’ye, Kurtuluş Savaşı’na giden yol öncesi Anadolu’nun panoraması Safahat’ta şu şekildedir:

“Harab iller; serilmiş hanümanlar; başsız ümmetler;

Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar;

Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar;

Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz kanlar;

Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;

Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;

Ekinsiz tarlalar; ot basını şevler; kütlü harmanlar;

Cema’atsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar;

‘Gaza’ namıyle dindaş öldüren biçare dindaşlar;
lpıssız aşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;

Emek mahrum u günler; fikr-i ferda bilmez akşamlar!..” (Ersoy 2009:438)

Bu manzarayı çaresizce seyredemeyen Âkif; başsız ümmetlere baş, cemaatsiz imamlara cemaat olmanın gerekliliğinde birliği var etmenin derdini benliğiyle bir kılar. Şark şiirindeki bu hazin tabloda dikkatleri çeken en önemli hususiyetlerden biri de “‘Gaza’ namıyle dindaş öldüren biçare dindaşlar;” mısraının zihinlerde tekabül ettiği karşılıktır. Bir asır önce Osmanlı coğrafyasına hâkim olan olumsuz tablo, bir asır sonra farklı İslâm beldelerinde de kendini göstermektedir. 21. yüzyılın ilk yıllarından itibaren Batı’nın tek dişli medenî yüzü bir takım demokrasi havarileri kılığıyla İslâm beldelerinde kendini tekrar tekrar göstermeye devam eder. Müslüman bireyinin sahip olması gereken değerleri yitirmesi veya hayat düzleminde dinamik kılamamış oluşu, söz konusu hazin tabloyu İslâm beldelerinin değişmez görünümü hâline getirir. Âkif’in bir asır önce beyan ettiği“Batı’nın ilmini alın, yaşam biçimini ve kültürünü almayın” düsturu Batı ile Müslüman Doğu arasındaki ilişkilerde hemen hiç var olamaz. Bin yıl sonra Müslüman yaşantısına sirayet eden bireysel yaşam, bencilliğe dönüşerek değer yitimini arttırır bir hale evrilir. Âkif’in “‘Gaza’ namıyle dindaş öldüren biçare dindaşlar;” mısraı bin yıl sonra kimi zaman Şiî-Sünnî çatışmalarında, kimi zaman Batı yaratımı devşirme cihatçı örgütlerin -El-Kaide, IŞİD vd.- İslâm beldelerindeki terör saldırılarında defalarca hayat sahnesine yansımaya devam eder. “Bilinç yitimine bağlı gölgenin, bütün yoğunluğu ile yüzyılı kuşatmış olması, Akif’in söylemlerini bir çığlık olarak yüzyıla akıtmaktadır.” (Durmuş 2014: 128) Osmanlı coğrafyasından kopan İslâm beldeleri ve yöneticileri cemaatsiz imamların çığlıklarını duymayarak sözde başlı ümmetlerle özde yolcusuz yollara devam eder. Sulhun hüküm sürdüğü İslâm coğrafyalarında ise bireysellik temelinde kendini konumlayan değer yitimleri, yeni ruhî ölümler giderek belirginleşir. Âkif’in bir asır önce haykırdığı sözün tınısı gök kubbede yankılanmaya devam etmektedir:

“‘Barındırmaz mısın koynunda, ey toprak’ derim, ‘yer pek’;

Döner imdâdı gökten beklerim, heyhat, ‘gök yüksek.’” (Ersoy 2009: 457)

Müslüman Doğu toplumu barınağını kendi aşkınlığında aramalıdır. Bu onun var oluşu ve geleceğe uzanması için bir zarurettir.

Bir Asır Sonra Leylâ Şiirinin Okumanın Zarureti ve Bu Zaruretin Görünümleri

Zaruret kelimesi, sahip olduğu anlam değerleri bakımından genel itibariyle olumsuz fenomenleri beraberinde getirir. Bununla birlikte yapılması gerekli olan bir iş, görev mevzu bahis olduğunda; zorluklara rağmen kaçınılmaz olarak başarıyı, sağaltımı, zaferi tecrübe etme zorunluluğu olarak da tasavvur edilebilir. İnsan haklarının her şartta -sözde- korunduğu 21. yüzyıl’da Âkif’in sözüne ses vermek de kanaatimizce insanî bir zaruret hâlidir. Bu zaruret durumunu kutsal kitap Kur’ân-ı Kerîm’in ilk ayeti ve emri olan “Oku!” ile ilişkilendirmek, Leylâ şiirine uygulamamız gereken muamelenin ne denli çok boyutlu ve zaruri olduğunu pekiştirecektir. Kutsal kitap kaynaklı bu okuma zarureti, aynı zamanda eyleme geçmenin de zaruretidir. İslâm coğrafyasının 21. Yüzyıldaki niteliksiz niceliği -niteliksiz Müslüman ülkelerin nicelik olarak fazlalığı-, hâlihazırda ziyade iken, Müslüman kimliği şuuruyla harekete / eyleme geçmeyi zarurî kılmaktadır. “Bence iki şey mukaddestir. Din, dil... Din, bütün kudsîduyguları, düşünceleri insana telkin eder. Bu duyguların, düşüncelerin mümkün olduğu kadar vâsta-i tebliği olan da dildir.” (Düzdağ 2014: 34) diye düşünen Âkif’in dil ile sese, söze dönüştürdüğü dinî kimlik, hayat düzleminde hareketli bir konumda var olmaya devam etmek / ettirilmek zorundadır. Var olan eylemde bulunur ve var olduğunu eylemle, hareketle kanıtlar. Asıl eylemin birey halinden kişi haline geçmiş insanda ortaya çıktığını söyleyen Blondel, (Bkz. Gündoğan 2016) hareketin insanla Allah’ın bir terkibi olduğunu da savunur (Blondel’den aktaran Topçu 2011: 60). Tüm bu bakış açıları birleştirildiğinde ilk emre, hareket olgusunun tözüne gidileceğini ve yola oradan başlanacağını söylemek mümkün olur. Bu bağlamda Âkif’in Müslüman toplumlara dair temel eleştiri noktalarından biri olan miskinliğin İslâmî kimliğini örseleyici ve yıkıcı olduğu gerçeği daha da somutluk kazanır. Tam bu noktada hareketliliğin zarureti bir kez daha önem kazanır:

“Allah'a dayan sa'ye sarıl, hikmete râm ol...

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” (Ersoy 2009: 449)

Varlığını nicelikli / maddesel mekân ve zaman düzleminde somut kılamayan Müslüman Doğu bireyi ve toplumu, arzu nesnelerinin niceliğinde varlığının niteliksel boyutunu kaybeder. Buna karşılık niteliksiz nicelikli Müslüman coğrafyası bireyleri varlığını“nitelikleşmiş mekân ve nitelik hâline gelmiş zaman” (Guenon 1990: 50) düzleminde konumlandırmak zorundalığı da gündeme gelir. Bu zorundalığın icrası Batı zihniyeti karşısında Müslüman Doğu’ya zamansal ve mekânsal tutunma alanları da var etmiş olur ve bu icra her zaman varlığını harekette konumlandırarak başlar. Miskinlikten sıyrılmak aynı zamanda nitelikli nicelikleri de var etmek anlamına gelir. Bu husus cemiyet yaşantısını da gündeme getirir. Bu bağlamda Âkif’in imlediği kolektif birliği gündeme getirmek yerinde olur. Kolektif düzlemde gerçekleştirilecek olan Müslüman bireyi kimliği, Âkif’in bir asır önceki en önemli arzularından biridir. Bu noktadaki kolektif boyutlu yardımlaşma, geçmişi şuurda var ederek an’a konumlanma gayreti ve geleceğe dair tutunma alanları yaratmayı da beraberinde getirir. Bu ülküdeğerlerin karşıtlığında ise 21. yüzyıldaki kolektif Müslüman yaşamı daha kaygan bir zeminde tutunmaya çalışır. Müslüman kimliğinin getirisi olan aidiyet duygusunun ve mimetik eylemlerle yenilenen belleğin törpülenmesi, nasırlaşması Müslüman bireyini “gerçekleştirilmesi gereken (öz)/ olması gerek ses” (Korkmaz, 2008: s. 70) uzaklaştırır. Kolektif ilişkiler ağından ve sosyal çevreden sosyal medyaya taşınan bireyler arası ilişkiler, zamanla simülasyon halini alır. Jacques Ellul’un tabiriyle sözün hakikatliliğinden imajın yanılsama gerçekliğine evrilen ilişkiler gündeme gelir. Bu durumda insanın ilişkiler düzleminde “olmasa da olur” duygusunu giderek pekiştirir. İcap ettiği zamanlarda arzu nesnesi için kullanılması gereken “olmasa da olur, yeni hedeflere gitmek lazım” şeklindeki sloganik tavır, Müslüman bireyin olması gerek düzlemli hayatına taşınır. Bu durum, kültürel ve dini boyutta örselenmiş ve çıkarlara endekslenmiş ilişkiler ağını da beraberinde getirir. Tüm bunlar Müslüman bireyin belleğini nasırlaştıran, kısırlaştıran ve onun sahip olduğu aslî kimlikten uzaklaştıran yaşantılar olarak karşımıza çıkar. Silinen zihinsel temsiller, nesnelerde, ilişkilerde ve davranışlarda somutluk kazanır. Yalnızlaşan birey daha rahat yönetilir ve yönlendirilir bir konumda var olmak zaruretini tecrübeler. Aslında bu, Müslüman bireyi hareketsizliğe mahkûm etmektir. Mankurtlaşan bir yaşam olarak nitelenebilecek bir konumda görünüm kazanan Müslüman bireyinin değerleri, aktifliğini, işlevselliğini kaybederek paslanır ve zamanla yabancılaşan birey açısından içi boşalan yanılsamalar anlamına gelmeye başlar. Bu boşluğu taassup sahibi din adamları hareketle dolduracakları, Müslüman bireyin açmazlarını, bunaltılarını törpüleyeceği yerde daha da pekiştirir. Onları Âkif’in karşıt değer olan taassuba, kaderciliğe davet eder. Oysaki Kur’an-ı Kerim’in ilk ayeti her manada harekete, eyleme bir çağrıdır: “Oku!” Âkif’in Leylâ şiirine toprak olgusuyla başlaması ve gök olgusu ile devam etmesi; varoluşsal öze bir dönüş ve aşkınlığı varlıkta yakalamak arzusu olarak yorumlanabilir. Blondel’in hareket felsefesine göre aşkınlık insanın iradesiyle içkin bir konumda varlıkta bulunur. “Aşkınlık bizde içkin halde bulunmaktadır. Aşkınlığın bizde içkin olarak bulunmasından dolayıdır ki, hareketin yöneldiği amaç tabiat-üstüdür. Bu amaca ulaşmada türlü basamaklardan geçen iradenin, insanın bireysel varlığından topluma, toplumdan ahlaka ve ahlaktan da dini olan alana geçişi hareket sayesinde olmakta ve sonsuzluktan kaynaklanıp sonsuzluğu arzulayan irade, tabiatüstüne kadar hiçbir basamakta tatmin bulmamaktadır.” (Blondel’den aktaran Gündoğan 2016) Blondel’in hareket felsefesinde karşımıza çıkan tabiatüstü ülküdeğeri, Âkif’te Müslüman bireyin sahip olması gereken bütün değerleri benliğinde sabitlemesi ve hayat düzleminde tatbik etmesi olarak algılanabilir. Bu değerlerin temeli insanın ilk yaratılışına gider. Allah’ın insana has kıldığı niteliklerin en önemli ikisi akıl ve iradedir. Her akıl sahibi, iradesi ile karar ver(e)meyebilir. Fakat her irade sahibi, aklını kullanıp tefekkür ederek iradesini eyleme / harekete geçirmiş olur. Bu anlamda Müslüman bireyinin sahip olacağı değerler Kur’an kaynaklı, akıl süzgeçli ve iradi tavırlı olmalıdır. Bu durumun aksi olduğunda kendi varlığını taşıyamaz olan Müslüman bireyleri / bireycikleri gündeme gelir. Vücûdundan peşîman, ölmek... isteyen Şark’ın bireycikleri, bunaltı hâlini tecrübe etmek zorunda kalabilir. Görüldüğü üzere Leylâ şiiri ve “haksızlıklar karşısında cehennem kesilen” (Akay 2006: 58) Âkif’in sözleri her halükarda Müslüman Doğu’yu bir zaruret ile yüzleştirir. Bu zaruretlerin tercihi, Müslüman bireyini zafere, tutunmaya, var oluşa götürebileceği gibi, zillete ve yok oluşa da sürükleyebilir.

Âkif, Leylâ şiirine bir soru ile başlar. Bu soru varoluşun materia-priması olan toprak nezdinde Yaratıcı’ya yöneltilir. Bu soru aslında bir arayışın da göstergesidir. O, Batı’nın neredeyse dört başı mamur ilmi odağında konumlanan zihniyet ve bu zihin yapısının yaşamsal formun, Müslüman beldelerinde de var olabilme arzusunu ümit eder. “Mehmet Âkif’in ve dönemindeki insanların kafasında müstakbel bir sosyal hayat projesi var. Aradıkları şey birinci sırada mamurluk gibi geliyor bana. Mamurluk, sadece maddî bir mamurluk değil elbette. Bu arayışı oraya çıkaran veya besleyen şey aslında Batı’nın, küfrün tehdidi. Bir tarafta izmihlâl ve yok olma tehdidi, bir tarafta var olma azmi; bu kıskaçta mamur olmayan bir sosyal ve dinî hayat, bir insan malzemesi ve bir tabiat görüyorlar. batılı standartlara uygun dindarane, ahlâklı ve Müslümanca bir kişilik ve hayat tarzı aradığını söyleyebiliriz.” (Kara 2006: 20) Yok olmanın karşısında mamur olarak var olabilmek ihtimalini tasavvur eden Âkif için bu mamurluk tevhid, birlik ve ferdâ-yı mev’ûd’tur. Zira insanlık mahşer günü hep birlikte olacaktır. Bununla birlikte Âkif, müjdelenen birliği dünyada var etme ümidini yitirmez:

“Hayır, kudretli bir varlıkla mü’minler mübeşşerse;

Bu kat kat perdeler, bilmem, neden sıyrılmasın artık?

Niçin serpilmesin, hala, ufuklardan bir aydınlık?” (Ersoy 2009: 457)

Leylâ şiirinde Leylâ ve Mecnûn mesnevisi temelinde metaforik bir anlamlar dizgesi söz konusu edilebilir. Mesnevinin olay örgüsünde Kays’ın arzu nesnesinde benliğini eritmesi ve tinsel bir varoluş alanına, söz gelişi Kierkegard perspektifli dinsel bir var oluş alanına geçiş söz konusudur. Bununla birlikte Kays’ın Mecnun’a dönüşmesi akıl melekesini ardında bırakmasıyla olur. Buna karşılık 21. yüzyıl Müslüman bireyinin, hayatında sahip olduğu değerler ile hedefine koyduğu arzu nesneleri arasındaki bağın giderek esnemesi sonucunda değerlerin kopuşuyla birlikte arzu nesnesinin peşinden gidiş giderek belirginleşir. Olması gerek sesi sahip olmam gerek sesine dönüşerek değerleri ve kimliği arzu nesnesine ulaşılacak yolda geride bırakarak öteler. Bu aynı zamanda bir Kays sendromu olarak isimlendirilebilir. Kays karakterinin cünûnluğu tecrübe etmesi ona yeni ve ideal bir kimlik verirken, 21. yüzyılın Müslüman bireyine ise değer yitimi ve kimliksizleşmeyi verir. Metaforik bağlamda Âkif’in Leylâ fenomeni bizde karanlıkları ve arzu nesnesinde kayboluşu verebilir. Bu aynı zamanda bir şuur kaybıdır. Arzu nesnelerinin peşinde koşan 21. yüzyıl Müslüman bireyi, bu konumun akıldan yoksun bir eylem gerçekliği olduğunun da farkında değildir. Arzu nesnelerini bilgi odağında benliğine dâhil edemeyen Müslüman Doğu bireyi, arzu nesnesinin güdümüne girmiş olur. O, bu güdümlülüğün farkında bile değildir. Arzularının öznesi olmaktan arzularının nesnesi olmaya evrilen yaşamlar, aynı zamanda modernizmin getirisi olan yeni insanın temel açmazıdır. Akıl ile aydınlanan dünya, tefekkür ve iradeden yoksun körü körüne bir eylemle karanlık bir hâle evrilir. Diyebiliriz ki Âkif’in Müslüman Doğu toplumu eleştirisi, aklını yitiren, adeta hareketsiz bir cinnet hâlini tecrübeleyen bir boyutta varlığının gerçekliğini yitiren bireyciklerin oluşturduğu toplumsal görünümedir. Bu çıkarım, Batı’nın akıl aydınlığı eksenli bir ötekilik kıstasıdır.

Daryush Shayegan Doğu’nun Batı karşısındaki konumunun öncesini ve sonrasını tartıştığı Yaralı Bilinç adlı eserinde “bizi felç eden sıkışmaların nedeni, çoğu zaman dünya gerçekliğiyle denk düşmememizden” (Shayegan 2014: 37) olduğunu savunur. Dünyanın faniliği fikri ile birlikte onun gerçekliğini de zaman zaman yitiren Müslüman bireyi, sahip olduğu mesuliyet gerçeğinin farkında olamaz. Farkındalıksız bireyler, Müslüman kimliğinin getirisi olan değerlerin gerçekliğini kavramada da zafiyet gösterir. -Ayrıca söz konusu fanilik ve geçicilik algısının riyakârca bir tutumla hayata taşındığını söylemekte de fayda var.- Nihayetinde dünyanın gerçekliğiyle denk düşmeyi giderek tecrübeleyemez bir hâle evrilen Osmanlı Devleti’nin bu konumu Şark’ın mahkûm olduğu istilacı geceyi/yokluğu daha da erkene alır. Shayegan’a göre “Batılılar’ın Müslümanlar hakkındaki (sadece zihniyetleri ve psikolojik tutumları konusunda değil) gitgide çoğalan bilgileri ve Müslümanlar’ın Batılılar karşısındaki, bulanık gevşekliği veya habersizliği” (Shayegan 2014: 31) medeniyet düzlemli gerçekçi ilişkilerde bir denge yitimini de beraberinde getirir. Bu denge yitimini, Osmanlı’nın antlaşmalarla olan ilk toprak kayıplarına götürmek mümkündür. Bu denge yitimi, aynı zamanda bilgiden uzaklaşan Osmanlı’nın / Şark’ın, karanlığa / akıl yitimine / cinnete doğru sürüklenişinin başlangıcı sayılabilir. Zira Osmanlı coğrafyasındaki panorama 1920’lerin Anadolusunun öncülü mahiyetindedir. Bilgiden yoksunlaşan Müslüman Doğu, kendi gerçekliğinin de farkındalığını da giderek örseler. Adeta bir bunaltı haliyle aranmakta, fakat varlığını kanıtlayacak anlamları, sembolleri görememektedir. Bu arayış sonunda gördüğü bir nevi şuur yitimiyle, mecnunlukla bezenen değerler dizgesidir:

“Cihet yok: Sermedi bir seddi var karşında yeldânın;

Düşer, hüsrâna, kalkar, yese çarpar serserî alnın!

Ocaksız vâhalar, çöller; sağır vâdîler, enginler;

Aran: Beynin döner boşlukta; haykır: Ses veren cinler!

Şu vîran kubbe, yıllardır, sadâdan dûr, ışıktan dâr;

İlâhî, yok mu âfâkında bir ferdâya benzer nûr?

Ne bitmez bir geceymiş! Nerden etmiş Şark’ı istîla?

Değil canlar, cihanlar göçtü hilkatten, bunun, hâlâ,

Ezer kâbûsu, üç yüz elli, dört yüz milyon îmânı;

Boğar girdâbı her devrinde milyarlarca sâmânı! Asırlardır ki, İslâm’ın bu her gün çiğnenen yurdu, Asırlar geçti, hâlâ bekliyor ferdâ-yı mev’ûdu!” (Ersoy 2009: 457)

Alıntıda yer alan “cihet yok, sedd, yelda, düşme, hüsran, serseri, ye’s, çöl, sağır, aranmak, boşluk, cin, viran kubbe, dûr, gece, istila, boğmak, çiğnenen yurt, girdap” açar sözcükler alındığında son derece olumsuz, kimsesiz, sahipsiz, kendi gerçeği ile çaresizce baş başa kalmış bir panoramik bir hususiyet karşımıza çıkar. Serseri olan kimse, enerjisini kalıcı amaçlar uğruna harcama şuurunda değildir. Çevresinde olup bitenlere karşı duyarlı değildir. Çiğnenen yurduna dair bir sorumluluk bilincinde değildir. Varlığının farkında olamayan serseri kimse, kendisini bir boşlukta değersizlikleriyle vahasız çöllerde sürüklenirken bulur. Bu aynı zamanda mesuliyet farkındalığından yoksun oluştur. İslâm’ın çiğnenen yurdundakiler, yardımı gökten bekler. Eylemlilik yerine kaderciliği zorunlu ve gayr-i iradî olarak benimsemiş bir konumda olan Müslüman Doğu bireyi, arzu nesnesinin yolunda özneliğini, iradî tavrını yitirerek değersizleşen bir nesneye dönüşür. Sükûnet ile hareket arasında kararız kalan bu birey, varoluşsal sıkışmışlığı tecrübe eder. Âkif’in tasvir ettiği, ümit ettiği Müslüman Doğu bireyi, kararsızlıklarında sıkışmaz, bilakis hareketle var olur. Bu durum, iradeden bağımsız düşünülemez. Öyle ki bu birey, nerede sükût edeceğini iyi bilen, “özgürlüğüne düşkün ve iradesini kendi elinde tutan bir bireydir” (Ayaz 2016: 351). Doğu medeniyetinin bir erdemi olan sükût, benlikte var olan ve aktifleştirileceği zamanı bilinen bir davranıştır. Yoksa çaresizlik kaynaklı kabulün görüngüsü olan sükût, yok oluşun, yutulmanın ve kimliksel yitiminin ta kendisidir. Âkif’in bir asır önce söylediği bu sözlerin 21. Yüzyıl İslâm coğrafyasındaki karşılığı bireysel yaşam, cemiyetten yoksunluk ve reddi, aidiyet problemli kimliksizlik bunaltısı odağında varlık bulur.

Asım Yapıcı’nın Luckmann’dan aktardığına göre “dinlerin en azından ‘gerçekliği yorumlama’, ‘kimliğin tanımını yaparak insanı oraya yerleştirme’ ve ‘gündelik hayat için rehber sunma’ şeklinde üç temel işlevi vardır.” (Yapıcı 2016: 49) Âkif’in sözlerine baktığımızda din olgusunun bu üç temel varoluş alanını var etme / hareketli kılma gayretinde olduğunu söyleyebiliriz. Leylâ’nın peşinde koşan Kays’ın aklını yitirmesi, Müslüman Doğu bireyinin sahip olduğu inanç sisteminin içinde saklı olan gerçekliği yorumlama, kimliksel yerleşim ve günlük hayatı yönlendirebilme değerlerini yoksamasıyla metaforik manada eşdeğer anlam kalıplarına oturur. Zira “sembolik dili savunanlar, dinî ifadelerin durağana, oturmuş ve herkes için geçerliliği olan bir anlama sahip olmaktan çok, canlı, devingen ve daha çok çağrıştırıcı özelliğe sahip olması gerektiğinde ısrar ederler.” (Yeşilyurt 2016: 50) Âkif’in dili devingen ve çağrıştırıcı olduğu için bu anlamsal bağdaşıklığı savlamak daha da muhkemleşir. Müslüman birey sahip olduğu değerlerin gerçeklikle olan ilişkisini yorumlayamayan Müslüman bireyi, kimliğinin farkında olamaz. Günlük basit işlerde dahi mimetik belleğini besleyecek Müslüman tavrını icra etmede zorluk çeker. Mikrodan makroya doğru giderek zayıflayan bir Müslüman yaşantısını tecrübe eden birey, kendince Leylâ’sının peşinden gittiği sanrısı ile bedeni sürükler. Bu tavır yahut sükûnet hâli hayatı gerçekleri karşısında bir vaziyet, konum alıştan yoksunluk olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla Âkif’in tasvir ettiği “vaziyet alış (attitude) “bir insanın -dünyanın diğer görünüşlerinden ayırt ettiği bir dünya görüşü karşısında- davranışlarından çıkarılmış psikolojik süreç örgütlenmesini.” (Newcomd’tan aktaran Mardin 1992: 14) varlığına endeksleyemeyen bu birey tipi, ocaksız vahalarda yokluğu tecrübelemeye mahkûm olur.

Sosyolog Kadir Canatan’ın İranlı Abdülkerim Suruş’tan aktardığı inanç temelli bir tasnif mevcuttur: “Faydacı dindarlık, bir inanç ya da eylemin nihai amacı, faydası ve sonucu üzerinde odaklanır. Temel özellikleri dünyevi, nedensel, kalıtımsal, deterministik, duygusal, dogmatik, ritüalistik, ideolojik, kimlik merkezli, dışşsal, kolektif, mitik, öykünmeci, geleneksel ve alışılmışlıktır.” (Canatan 2014: 177) Suruş, Bu niteliklerin varlığı direk çıkar sağlamaktan ziyade dinî inanç sisteminin temel dinamiklerinin uğradığı sapmalar odağında belirdiğini söyler. Kimlik yitimine uğrayan 21. Yüzyıl Müslüman bireyi, cemiyeti kabul etmekte güçlük çekerken, nasırlaşan taassuptan ve alışılmışlıklardan da vazgeçmeyerek sözde Müslüman toplumda tutunma gayretinde bir görünüm sergiler.

Nihayetinde Leylâ şiirinde var olan kavram ve sembolleri KORA şemasında (Korkmaz 2002: 273) somutlamak metnin anlam değerlerini ve sosyolojik boyutlarını serimlemektedir.

 

Ülküdeğer

Karşıtdeğer

Kavramlar

Mesuliyet

Bilinç

Aydınlık

Akıl

Eylemlilik

varlık / var olmak

Cemiyet hayatı - ümmet

Edinilen bilginin getirileri ve kullanımı

Kimlik şuuru

Sorumsuzluk

Bilinç yitimi

Karanlık / gece

Taassup

Kadercilik

Yokluk / yok olmak

Aşırı bireysellik - cemiyettin

varlığının reddi

İcat edilen makineler karşısındaki çaresizlik sanrısı

Aidiyet problemi

Semboller

Toprak (varoluşsal öz) Gök (aşkınlık aruzsu) Ferdâ-yı mev’ûd Mübeşşer mü’min Aydınlık ümit Mevlâ

Bunaltı

Çiğnenen yurt Cihetsizlik

Virân kubbe Dul

Yangın

 

 

Sonuç

Âkif’in 1922 yılında yazdığı Leylâ şiiri, varlığında sembolik anlam değerlerini devingen ve çağrışımcı bir dille somut kılan bir metindir. Metaforik anlamlar bakımından zengin olan Leylâ manzumesi çoğul bir okumayla 21. yüzyıl Müslümanlarının bugünkü sosyolojik nitelikleri ve gerçekliği bağlamında değerlendirilerek, Âkif’in bir asır önce sözlediği değerlerin, hâlâ hakiki sahiplenilmeye sahip olamadığı çıkarımı yapılabilir. Zira Bir asır önceki var oluş mücadelesi esnasındaki Anadolu’nun panoramasının bugün başka İslâm beldelerinde mevcudiyetini koruduğu aşikârdır. Batı medeniyeti karşısında var olabilmek ve kendilik değerleri odağında tutunma alanlarını çoğaltabilmek ve muhkem kılabilmek adına; Dedem Korkut Destanları ve Âkif’in Safahat’ı gibi temel metinlerimizin yeni bakış açılarıyla okunarak yeni anlamlar kazanacağı muhakkaktır. Herkesin peşinde koştuğu bir ülküsü, bir ideali, bir Leylâsı vardır. Leylâ’nın peşinden giden Müslüman bireyinin kimliksel alanını, dünya gerçekliğini ve sorumluluk bilincini kaybetmemesinin gerekliliğine bir defe daha dikkat çekmekte fayda var. Bununla birlikte Müslüman Doğu medeniyetinin sancaktarlığını bin yıldır devam ettiren Türk milletinin kimliksel bilincinin de temel metinlerimizin tahlili ile edimlenen sonuçların harekete dökülmesiyle daha da ziyadeleşeceğine değinmeden geçemeyeceğiz. Sonuç olarak Âkif’in Leylâ’sını metaforik anlamda bir kurtuluşa erişme arzusu olarak konumlandığını söylenebilir. Nihayetinde bu kurtuluşun, şeb-i yeldâdan ferdâ-yı mev’ûdda varoluşla, insanın hareket kaynaklı aydınlığıyla somutluğa kavuşacağı çıkarımlanabilir.

Kaynaklar

Akay, Hasan (2006), “Âkif’in ‘Gece’sini Gündüz Eden Sır: Sözde ‘Şiir’ Gözde ‘Leylâ’” Yedi İklim-Vefatının 70. Yılından Mehmed Âkif’e Mektup Özel Sayısı, S. 201, s. 57-60, İstanbul.

Ayaz, E. Sertaç (2016), “Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sinin Söz Dizimi ve Sözcük Türlerinden Hareketle Tahlili”, International Journal of Language Academy, Volume 4/4 Winter 2016 p. 340/354.

Canatan, Kadir (2014), İnsan Fenomeni, Açılım Kitap, İstanbul.

Durmuş, Mitat (2014), “Gölgeden Aydınlığa: Bir Bilinç Sağaltımı Olarak Mehmet Âkif Ersoy”, Mehmet Âkif ve Gölgeler Bilgi Şöleni Kitabı, Türkiye Yazar Birliği Yay., Ankara.

Düzdağ, M. Ertuğrul (2006), Mehmed Âkif Hakkında Araştırmalar III, Marmara Üni. İlahiyat Fak. Yayınları, İstanbul.

Düzdağ, M. Ertuğrul (2014), Mehmed Âkif Hakkında Araştırmalar I, Marmara Üni. İlahiyat Fak. Yay., 5. Baskı, İstanbul.

Ersoy, Mehmet Âkif (2009), Safahât, Hece Yay., 2. Baskı, İst. (İTO Kültür Hiz.)

Guenon, Rene (1990), Niceliğin Egmemenliği ve Çağın Alâmetleri, İz Yayıncılık, İstanbul.

Gündoğan, Ali Osman (2016), “Eylem Felsefesi” http://www.aliosmangundogan.com/PDF/Makale/Ali- Osman-Gundogan-Eylem-Felsefesi.pdf?i=1 - Erişim tarihi: 02.01.2017

Kara, İsmail (2006), “Âkif Merkeze Alınarak bütün Dönem Düşüncesi Okunabilir” Yedi İklim-Vefatının 70. Yılından Mehmed Âkif’e Mektup Özel Sayısı, S. 201, s. 14-21, İstanbul.

Korkmaz, Ramazan (2002). “Romanda Dramatik Aksiyonu Sağlayan Değerlerin Görüntü Seviyeleri Üzerine Bazı Öneriler”. A Festschrift to LArs Johanson/Lars Johanson Armağanı: Ankara: Grafiker: 271-282.

Korkmaz, Ramazan, (2008), Aytmatov Anlatılarında Ötekileşme Sorunu ve Dönüş İzlekleri, Grafiker Yay., 2. Baskı, Ankara.

Mardin, Şerif (1992), Din ve İdeoloji, İletişim Yayınları, 5. Baskı, İstanbul.

Shayegan, Daryush (2014), Yaralı Bilinç - Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, Metis Yayınları, 4. Basım, İstanbul

Topçu, Nurettin (2011), Varoluş Felsefesi Hareket Felsefesi, Dergâh Yay., 4. Baskı, İst.

Yapıcı, Asım (2016), “Dinî Grup Kimliği: Kimlik ve Dinî Aidiyet”, Kimlik ve Din, Edit: Abdullah Özbolat - Mustafa Macit, Karahan Kitabevi, Adana.

Yeşilyurt, Temel (2016) Söz’ün Anlamı - Teolojik Dilin Paradoksal Görünümü Üzerine Bir Çözümleme, İnsan Yay., İstanbul.

 

80 Yıl Sonra Mehmed Âkif Ersoy, 2017
Bu haber toplam 863 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim