Devlet Bahçeli’nin kamuoyunda geniş yankı uyandıran son çıkışı, salt gündelik siyasetin polemik alanına sıkışmayan, bilakis Türkiye’nin en az iki asırlık dış politika reflekslerini ve devlet aklının derin kodlarını yeniden tartışmaya açan bir nitelik taşımaktadır. Bahçeli, Soykırımcı İsrail’in, Gazze’ye yönelik saldırılarını ve bu saldırılara ABD’nin verdiği desteği sert ifadelerle eleştirirken, Türkiye’nin Atlantik ittifakıyla olan ilişkilerinin ciddi biçimde sorgulanması gerektiğini işaret eden bir söylem de geliştirmiştir. Bu bağlamda dile getirdiği öneri, Türkiye’nin Rusya ve Çin ile (TRÇ) yeni bir ittifak zemininde buluşması yönündedir. Onun ifadesiyle bu yalnızca geçici veya taktiksel bir yakınlaşma değil, köklü biçimde “inşa ve ihya edilmesi gereken” alternatif bir blok tahayyülüdür.
Bu çıkışın öne çıkan yönü, retorik düzeyde Batı’nın ve özellikle ABD ve İsrail’in Türkiye’nin güvenliğine ve bölgesel çıkarlarına yönelik tehdit algısını derinleştiren politikalarına bir tepki olarak şekillenmesidir. Ancak söylemin ötesine bakıldığında, asıl tartışılması gereken meselenin Türkiye’nin mevcut uluslararası konjonktürde kendisi için nasıl bir jeopolitik muvazene alanı aramakta olduğudur. Bu noktada tartışmayı Bahçeli’nin sözleriyle sınırlı görmek indirgemeci bir yaklaşım olacaktır. Asıl önem arz eden husus, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde yaşanan kırılmalar, Rusya ve Çin ile ilişkilerinin sınırları ve imkânları ve nihayetinde Türkiye’nin hangi stratejik doğrultuya yönelmesi gerektiği sorusudur.
- Retorikten Rasyonel Zemine
Bahçeli’nin sözlerinin dikkat çeken veçhesi, Türk dış politikasında kimi zaman duygusal tepkiler ile rasyonel hesapların birbirine karıştırılabildiğini göstermesidir. Dış politikada kullanılan sert söylemler, çoğu kez öncelikle iç kamuoyuna mesaj vermek, tabanı konsolide etmek ve siyasal psikolojiyi yönlendirmek işlevi görür. Ancak devletin kurumsal aklı, bu söylemleri duygusal dalgalanmalardan ayrıştırmak sureti ile rasyonel bir zemine oturtarak hangi adımların kısa, orta ve uzun vadede Türkiye’ye stratejik fayda sağlayacağını, hangilerinin ise maliyet yaratacağını ayırt eder.
Bu çerçevede Bahçeli’nin TRÇ çıkışı, doğrudan bir ittifak değişikliği önerisi olarak değil, bir “teyakkuz çağrısı” olarak okunmalıdır. Batı’nın baskıcı ve ikircikli politikaları karşısında Türkiye’nin yalnızca savunmada kalmaması gerektiğini, aksine alternatif güç dengeleriyle ilişkilerini çeşitlendirmesinin ehemmiyetini hatırlatan uyarıcı bir işaret olarak değerlendirilmelidir.
Ne var ki bu uyarının, günübirlik konjonktürel savrulmalara dönüşmemesi elzemdir. Çünkü Türkiye’nin dış politikasının kurucu omurgası, tarihsel olarak “denge siyaseti” üzerine inşa edilmiştir. Osmanlı’nın son yüzyılında Avrupa devletleri arasındaki rekabet, denge politikalarıyla yönetilmeye çalışılmış, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde net bir biçimde Batı ittifakına yönelim kararı alınmışsa da bu refleks bütünüyle terk edilmemiştir.
Soğuk Savaş boyunca NATO üyeliği, Türkiye’nin güvenlik mimarisinin temel odağı olmuş, ancak aynı dönemde Sovyetler Birliği ile de kopmayan, kontrollü ve rasyonel bir ilişki sürdürülmüştür. Bugün de Türkiye benzer bir stratejik süreklilik sergilemektedir. Bir yanda NATO üyeliğini muhafaza ederken diğer yandan Şanghay İş birliği Örgütü’nde gözlemci ülke statüsünü elinde tutabilmektedir. Türkiye Avrupa Birliği ile müzakere sürecini askıda bırakmazken aynı zamanda Çin’in Kuşak-Yol İnisiyatifi ile paralel hatlarda iş birliği geliştirebilmektedir. Bu tablo, Türkiye’nin kurumsal hafızasının sürekliliğini ve jeopolitik aklının soğukkanlılığını göstermektedir. Türk dış politikasının temel paradigması, anlık tepkilerin değil, devletin uzun vadeli çıkarlarının gözetildiği bir stratejik zorunluluk olarak içinde bulunduğumuz konjonktürde varlığını sürdürmektir.
- Türkiye’nin Dış Politikasında Jeopolitik Muvazene Zarureti
Muvazene, Türkiye’nin dış politika düşüncesinde bir tercih değil, varoluşsal bir strateji olarak öne çıkmaktadır. Devlet Bahçeli’nin sözlerinin merkezinde de aslında Türkiye’nin hangi blokta konumlanması gerektiği sorunsalından çok, mevcut uluslararası ortamda nasıl bir denge hattı inşa edebileceği tartışması yer almaktadır. Türkiye açısından gerçekçi olan ne Atlantik ittifakından kopmak ne de Avrasya blokuna kayıtsız şartsız eklemlenmek sureti ile teslim olmaktır. Stratejik rasyonalite, bu iki eksen arasında sürekli bir pazarlık alanı açmayı, her iki taraftan da faydalanabileceği araçları devşirmeyi ve böylelikle ulusal özerkliğini tahkim etmeyi gerektirir.
Bahçeli’nin çıkışı bu bağlamda, Batı’nın Türkiye üzerinde giderek yoğunlaşan baskılarına yönelik bir karşı argüman üretme imkânı sunmaktadır. Ancak bu argümanın devlet politikasına dönüşebilmesi, sert söylem ile rasyonel hesap arasındaki sınırın dikkatle çizilmesine bağlıdır. Zira NATO üyeliği, AB ile ekonomik entegrasyon ve Batı sermayesinin Türkiye ekonomisindeki ehemmiyeti ve gerekliliği göz ardı edilemeyecek gerçeklerdir. Aynı şekilde, Rusya’nın enerji güvenliğindeki kritik rolü ve Çin’in altyapı ile teknoloji ve finansman kapasitesi de aynı derecede stratejik belirleyicilerdir. Dolayısıyla Türkiye’nin yapması gereken, bu iki yönelimi birbirine karşıt değil, birbirini dengeleyen tamamlayıcı unsurlar olarak konumlandırmaktır. Böylece jeopolitik muvazene, Türkiye’nin yalnızca mevcut konjonktürde değil, uzun vadede de dış politika reflekslerini yönlendiren temel stratejik ilke olarak varlığını sürdürecektir.
- Devlet Aklı ve Kamuoyunun Konsolidasyonu
Devlet Bahçeli’nin çıkışının bir diğer önemli boyutu, iç kamuoyuna verilen mesajdır. Türkiye’de özellikle Suriye ve Gazze meselesi üzerinden Batı’ya karşı yükselen tepkiler, kamuoyunda görünür bir “Doğu’ya yönelme” eğilimi yaratabilmektedir. Ancak devletin görevi, bu tür duygusal yönelimleri yönetmek ve onları kurumsal çıkarlarla uyumlu hale getirmektir. Devlet aklı, konjonktürel tepkiler ile uzun vadeli stratejik öncelikleri birbirinden titizlikle ayırmak zorundadır. Bu noktada hükümetin pragmatik aklının da devreye girmesi kaçınılmazdır. Zira ekonomik istikrar, finansal sürdürülebilirlik ve diplomatik meşruiyet, hangi yönelime gidilirse gidilsin onun sınırlarını belirleyen temel parametrelerdir.
Türkiye’nin tarihsel tecrübesi bu açıdan süreklilik göstermektedir. Osmanlı’nın son yüzyılında Avrupa güçleri arasındaki manevralardan, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Batı ile kurulan ittifaklara, Soğuk Savaş döneminde NATO’ya sıkı bağlılıkla birlikte Sovyetler Birliği ile kesilmeyen diyaloğa, günümüzde ise bir yandan NATO üyeliğini sürdürürken diğer yandan Şanghay İş birliği Örgütü ile geliştirilen temaslara kadar uzanan çizgi, aynı denge refleksinin farklı dönemlerdeki yansımalarıdır. Bu refleks, Türkiye açısından bir tercihten ziyade bir varlık stratejisidir.
Bu çerçevede Bahçeli’nin TRÇ çıkışı, tek başına bir yön tayini olarak değil, Türkiye’nin elini müzakere masasında güçlendiren, alternatif senaryoları gündemde tutan bir siyasi enstrüman olarak okunmalıdır. Devlet aklı açısından asıl mesele, Batı’ya sırt çevirmek ya da Doğu’ya kayıtsız şartsız yönelmek değildir. Esas mesele, her iki eksen arasında muvazene kurarak Türkiye’nin jeopolitik özerkliğini tahkim etmektir.
Türkiye’nin Dış Politikasında Derin Hafıza ve Denge İradesi
Türkiye’nin dış politika kodlarını anlamak için güncel tartışmaların yüzeyinde kalmak yeterli değildir, asıl olarak tarihin akışına bakmak gerekir. Türk devlet geleneğinde dış politika hiçbir zaman günübirlik yönelişlerin ürünü olmamıştır, olamazdı da. Zira Türkiye’nin dış politika çizgisi, var olma ve hayatta kalma içgüdüsüyle yoğrulmuş ve stratejik hafıza tarafından şekillendirilmiştir. Bu stratejik hafıza, farklı dönemlerde farklı biçimler alsa da özünde hep aynı ilkeye, yani “denge iradesi” ne dayanmıştır.
Türkiye’nin bu denge iradesi, Osmanlı’nın son yüzyılında Avrupa güçleri arasındaki rekabetin yönetilmesinde, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Batı ile ittifak ilişkilerinin inşasında, Soğuk Savaş döneminde NATO üyeliği ile Sovyetler Birliği ile sürdürülen kontrollü diyaloğun birlikte varlığında, günümüzde ise bir yandan Batı kurumlarındaki konumunu koruyup diğer yandan Avrasya güçleriyle temas kanallarını açık tutabilmesinde somutlaşmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin dış politikasındaki derin hafıza, salt geçmişten devralınmış reflekslerin tekrarı değildir. Aksine, her dönemin jeopolitik şartlarına uyarlanarak yeniden üretilen bir “denge aklı”nın sürekliliğidir. Bu akıl, konjonktürel yönelişlerden bağımsız olarak, Türkiye’nin varlık stratejisinin temelini oluşturmaktadır.
- Osmanlı’nın Son Yüzyılı ve Çöküşün Eşiğinde Denge Arayışı
Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılı, devletin askerî, ekonomik ve siyasî bakımdan ciddi ölçüde zayıfladığı bir dönemdi. İmparatorluk, artık büyük güçlerin gözünde varlığını “hak eden” değil, diplomasiyle ayakta tutulabilen bir aktör konumundaydı. “Şark Meselesi” olarak tanımlanan bu dönemdeki büyük güçler rekabetinde Osmanlı, kimi zaman İngiltere’ye, kimi zaman Fransa’ya, kimi zaman ise Almanya’ya yaslanarak varlığını sürdürmeye çalıştı. Temel hedef, bir blok karşısında bütünüyle savunmasız kalmamak, dengeyi sürekli yeniden inşa ederek varlığını muhafaza etmekti.
- Cumhuriyet’in İlk Döneminde Hayatta Kalma ve Batı’ya Yöneliş Perspektifi
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan Cumhuriyet, askerî başarıların tek başına kalıcılığı sağlamayacağını, uluslararası meşruiyetin hayati önem taşıdığını tecrübe etmişti. Lozan Antlaşması ile elde edilen kazanımların korunması, Batı ile temkinli ilişkilerin geliştirilmesi ve aynı zamanda Kurtuluş Savaşı esnasında da şahit olunan Sovyetler Birliği ile pragmatik iş birliğinin sürdürülmesi genç Cumhuriyet’in ilk denge siyasetiydi. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi de salt siyasal bir retorik değil, savaşlardan ve yıkımlardan süzülen devlet aklının somut bir yansımasıydı. Bu ilke, yeni devletin güvenlik merkezli dış politika refleksinin temelini oluşturdu.
- Soğuk Savaş ve NATO Şemsiyesi Altında Kontrollü Manevra Dönemi
İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye, güvenlik kaygıları nedeniyle NATO’ya katılmıştı. Bu tercih Batı’ya net bir yöneliş gibi görünse de gerçekte Stalinist, yayılmacı Sovyet tehdidine karşı bir güvenlik şemsiyesi edinmek ihtiyacından doğmuştu. O günün SSCB’si, Ankara ve Gümrü anlaşmalarını tanımadığını deklare etmiş, Montrö’yü tartışmaya açmıştı. Egemenlik kaygıları yaşamasına sebep olan bu iklimde dahi Türkiye, sofistike bir siyaset gütme becerisi gösterebilmiş, Soğuk Savaş boyunca, zaman zaman Sovyetler ile demir çelik fabrikaları örneğinde görülebileceği üzere ekonomik ilişkiler kurmayı da ihmal etmemiştir. Yani ittifak üyeliği bile Türkiye için tam bir “tek yönlü bağlılık” değil, kontrollü bir denge arayışı olmuştur.
- 1990 Sonrası Çok Yönlü Açılım ve Yeni Arayışlar
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye, Stalinist Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikaları karşısında güvenlik kaygıları nedeniyle NATO’ya katılma kararı aldı. İlk bakışta Batı’ya kesin bir yöneliş gibi görünen bu tercih, gerçekte Türkiye’nin egemenliğine yönelik tehditlere karşı bir güvenlik şemsiyesi arayışının sonucuydu. Sovyetler Birliği’nin Ankara ve Gümrü antlaşmalarını tanımadığını açıklaması ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni tartışmaya açması, Türkiye’nin manevra alanını daraltmıştı. Buna rağmen Türkiye, Soğuk Savaş boyunca tek yönlü bir bağlılık politikası izlemedi. Sovyetler Birliği ile demir-çelik fabrikalarının inşasında olduğu gibi ekonomik iş birliklerine de kapı araladı. Bu durum, NATO üyeliğinin dahi Türkiye açısından mutlak bir tercihten ziyade, kontrollü bir denge arayışının kurumsal ifadesi olduğunu göstermektedir.
Avrasya Denkleminde Türkiye’nin Stratejik Özerkliği
Türkiye’nin dış politika vizyonunu anlamak için Avrasya coğrafyasında şekillenen güç dengelerine bakmak kaçınılmazdır. Zira Avrasya, yalnızca Türkiye’nin doğrudan komşuluk alanı değil, aynı zamanda enerji akışları, ticaret hatları, güvenlik denklemleri ve kültürel etkileşim ağları bakımından Türkiye’nin jeopolitik kimliğinin merkezinde yer almaktadır. Bu bağlamda Devlet Bahçeli’nin TRÇ çıkışı, aslında Türkiye’nin Avrasya’da kendisine nasıl bir konum biçtiği ve bu konumu hangi araçlarla pekiştirmeye çalıştığı sorularını yeniden gündeme taşımaktadır. Bu soruların cevabı, “Batı’dan kopup Doğu’ya yönelme” şeklindeki indirgemeci formüllerde aranmamalıdır. Asıl mesele, Türkiye’nin stratejik özgünlük ve özerklik arayışıdır.
Hassaten stratejik özerklik, yalnızca askerî kapasiteye ya da diplomatik bağımsızlığa indirgenemeyecek kadar çok boyutlu bir vaziyettir. Daha derin anlamıyla bu durum, büyük güçler arasındaki çekişmelerde manevra kabiliyetini koruyabilmek, herhangi bir blok içinde erimeye veya savrulmaya düşmeden ulusal çıkarını merkeze koyabilmek demektir. Türkiye açısından bu durum NATO üyeliğini muhafaza ederken aynı anda Rusya ile enerji ve güvenlik alanlarında, Çin ile altyapı ve finansman sahalarında iş birlikleri geliştirebilme imkânı anlamına gelir. Bir başka ifadeyle, stratejik özerklik tarafsızlık değildir. Stratejik özerklik denge içinde esneklik yeteneğidir. Türkiye için bu kavram, yalnızca güncel bir taktik değil, uzun vadeli varlık stratejisinin temel taşıdır.
- Türkiye’nin Rusya ile Kesişen ve Ayrışan Alanları
Rusya, Türkiye’nin Avrasya’daki en kritik muhataplarından biridir. Enerji alanındaki derin bağımlılık bu ilişkinin omurgasını oluşturmaktadır. Akkuyu Nükleer Santrali projesi, Türk Akımı doğalgaz hattı ve diğer enerji koridorları, Türkiye açısından Rusya’yı vazgeçilmez bir ortak haline getirmektedir. Bu bağımlılığın ötesinde, iki ülke arasındaki iş birliği yalnızca enerjiye değil, bölgesel krizlerin yönetilmesine de yansımıştır. Nitekim Suriye’de zaman zaman doğrudan karşı karşıya gelinmesine rağmen Astana Süreci, Ankara ile Moskova’nın rekabeti yönetebilecek ve krizleri belli sınırlar içinde tutabilecek bir kapasite geliştirdiğini göstermektedir. Savunma alanında S-400 hava savunma sistemlerinin Türkiye tarafından tedariki, Batı ile ilişkilerde ciddi tartışmalara yol açarken, Rusya ile iş birliğini farklı ve daha stratejik bir boyuta taşımıştır.
Bununla birlikte Türkiye-Rusya ilişkisi, yalnızca kesişim noktalarıyla tanımlanamaz. İlişkinin aynı ölçüde ayrışma alanları da vardır. Ukrayna savaşı, Karadeniz’in güvenliği ve Kafkasya’daki nüfuz mücadeleleri, Ankara ile Moskova’yı kimi zaman doğrudan karşıt pozisyonlara sürüklemektedir. Türkiye, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü savunurken ve Karadeniz’de dengeyi NATO perspektifiyle korumaya çalışırken, Rusya agresif ve revizyonist ve kimi zaman maksimalist bir politika izlemektedir. Benzer şekilde, Güney Kafkasya’da Türkiye’nin Azerbaycan’la geliştirdiği stratejik ortaklık, Rusya’nın Ermenistan üzerinden sürdürdüğü nüfuz politikalarıyla çelişmektedir. Dolayısıyla Türkiye-Rusya ilişkisi, hiçbir zaman mutlak bir ittifak niteliği taşımamaktadır. Daha doğru tanım, “kontrollü iş birliği ve yönetilebilir rekabettir.” Bu model, Türkiye’nin Rusya ile ortak çıkarlarını da maksimize ederken, aynı zamanda çatışma alanlarını sınırlandırmayı ve denge siyaseti içerisinde hareket etmeyi mümkün kılmaktadır.
- Türkiye’nin Çin ile Kesişen ve Ayrışan Alanları
Çin, Türkiye açısından özellikle ekonomik ve altyapı yatırımları bağlamında öne çıkan stratejik bir partnerdir. Kuşak-Yol İnisiyatifi Türkiye’nin Orta Koridor vizyonu ile kesişmekte; Çin’in Orta Asya’dan Avrupa’ya uzanan hatlarının Türkiye üzerinden geçme potansiyeli, Ankara’nın lojistik merkez olma iddiasını kuvvetlendirmektedir. Bunun yanında dijital altyapı, finansal iş birliği ve teknoloji transferi alanlarında da iki ülke için kayda değer fırsatlar sunmaktadır. Ne var ki Çin ile ilişkilerin sınırsız bir alan olmadığı açıktır. Öncelikle Uygur meselesi, iki ülke arasında ciddi bir hassasiyet noktası oluşturma potansiyeli taşımaktadır. Türkiye kamuoyundaki duyarlılık, Pekin’in iç güvenlik politikalarıyla çeliştiğinde, bu başlık ilişkilerde kırılgan bir alan yaratabilmektedir. Nitekim ABD ve Avrupa, Çin-Türkiye ilişkilerini zaman zaman bu fay hattı üzerinden baskılamaktadır.
Ayrıca Çin yatırımlarının uzun vadeli bağımlılık riski taşıdığı göz ardı edilmemelidir. Finansman koşullarının Türkiye’nin ekonomik özerkliğini sınırlama ihtimali, dikkatle yönetilmesi gereken mühim bir risk alanıdır. Daha da önemlisi, ticaretteki yapısal dengesizlik Türkiye’nin aleyhine ciddi bir açık üretmektedir. 2024 verilerine göre Çin’den ithalat 44 milyar dolar iken, Türkiye’nin Çin’e ihracatı yalnızca 4 milyar dolar seviyesindedir. Bu makas, ilişkilerin sürdürülebilirliğini gölgeleyen en önemli parametrelerden biridir. Dolayısıyla Türkiye için Çin ile ilişki, doğrudan bir stratejik ittifaktan ziyade dikkatle yönetilmesi gereken bir fırsat–risk dengesi içermektedir. Türkiye’nin çıkarı, Çin’in sunduğu finansal ve teknolojik kapasiteden faydalanırken, bu ilişkilerin ulusal ekonomik özerkliği sınırlayacak bağımlılık biçimlerine dönüşmemesini garanti altına almaktır.
- Orta Koridor ve Avrasya’nın Kavşağı
Türkiye’nin Avrasya’daki stratejik özerkliğinin en somut tezahürü, Orta Koridor vizyonudur. Bu vizyon, Çin’in Kuşak-Yol İnisiyatifi ile Avrupa Birliği’nin Trans-Avrupa Ulaştırma Ağı arasında Türkiye’nin kendi coğrafyasını bir lojistik omurga haline getirme çabasını yansıtmaktadır. Ancak Orta Koridor, yalnızca transit taşımacılık kapasitesiyle sınırlı değildir; enerji güvenliği, dijital altyapı, kültürel etkileşim ve siyasal bağlantısallığı kapsayan bütüncül bir stratejik yaklaşımın ürünüdür.
Bu bağlamda Türkiye’nin Rusya üzerinden Avrupa’ya ulaşan Kuzey Koridoru yerine Orta Koridor’u inşa etme çabası, hem Avrupa’nın lojistik ve enerji arz güvenliği hem de Çin’in Batı’ya açılımı açısından kritik değer taşımaktadır. Avrupa için bu rota, Rusya merkezli hatlara olan bağımlılığı azaltma fırsatı sunarken, Çin için ise küresel tedarik zincirlerini çeşitlendirme ve jeopolitik riskleri dağıtma işlevi görmektedir. Türkiye’nin sorumluluğu, bu stratejik konumunu yalnızca coğrafi bir avantaj olarak değil, jeopolitik ve jeostratejik bir enstrüman olarak yönetebilmektir. Zira Orta Koridor’un başarısı, sadece fiziksel hatların inşasıyla değil; finansal araçların çeşitlendirilmesi, gümrük ve lojistik entegrasyonun sağlanması, bölgesel istikrarın korunması ve uluslararası diplomatik meşruiyetin güçlendirilmesiyle mümkündür.
Atlantik Düzeni ile Asya Açılımı Arasında Türkiye’nin Muvazene Siyaseti
Türkiye’nin güvenlik mimarisi, hukuk düzeni, finansal rejimi, enerji bağlantısallığı ve teknoloji ekosistemi uzun süredir Atlantik dünyasının normları ve standartlarıyla uyumlu bir zeminde teşekkül etmiştir. Bu olgu, salt bir ittifak ilişkisinin ötesine geçer; sözleşme rejimlerinden tedarik zincirlerine, sermaye akışkanlığından kurumsal yapılanmalara kadar uzanan çok katmanlı bir bütünleşmeyi ifade eder. Türkiye, NATO’dan Avrupa Birliği normlarına, uluslararası finansal kuruluşlardan küresel hukuk düzenine kadar Atlantik çerçevesiyle derin ve çok boyutlu bir entegrasyon içerisindedir.
Bununla birlikte, Avrasya’da yükselen güçler üzerinden açılan yeni imkân pencereleri de göz ardı edilemez. Enerji koridorları, ulaştırma ağları, dijital altyapılar ve üretim zincirleri vasıtasıyla Türkiye’ye sunulan fırsatlar, ülkenin jeopolitik konumunu sıradan bir geçiş güzergâhı olmanın ötesine taşıyarak, onu bir merkez ülke ve aynı zamanda katalizör ile entegratör işlevlerini üstlenebilecek bir aktör hâline getirmektedir. Dolayısıyla söz konusu olan basit bir yön değişikliği değil, asli anlamıyla bir muvazene meselesidir. Türkiye’nin önünde duran esas görev, Atlantik bağlarını koparmaksızın Asya yönelimini nasıl rasyonel, hukuken sürdürülebilir ve iktisaden verimli kılabileceğini etüt etmektir. Devlet aklının bu iki yönü aynı anda taşıyabilecek esnekliği, hesap gücü ve stratejik sabrı sergileyebilmesi halinde, mevcut sürtünme alanları birer risk olmaktan çıkıp tersine pozitif enerji üreten bir sinerjiye dönüşebilecektir. Bu ise Türkiye’nin stratejik özerkliğini pekiştiren en kritik kaynaklardan biri olarak tezahür edecektir.
- Atlantik Entegrasyonu ve Muvazenenin Sınır Koşulları
Türkiye’nin NATO üyeliği, salt bir güvenlik şemsiyesi olmanın ötesinde, operasyonel birlikte çalışabilirlik, istihbarat paylaşımı, müşterek planlama ve standart uyumu anlamına gelir. Yıllar içinde oluşan bu altyapı, müttefik envanterlerine uyumdan komuta-kontrol süreçlerine, tatbikat döngülerinden mühimmat ve yedek parça lojistiğine kadar uzanan somut ve yüksek maliyetli alanlarda birikmiş durumdadır. Bu birikim kırılgan olduğu kadar değerlidir ve ani yön değişiklikleriyle zedelenemez, ancak dikkatli bir bölümlendirme ve tedrici stratejilerle yönetilebilir. Dış ticaret boyutunda da benzer bir gerçeklik söz konusudur. Türkiye’nin ihracatının önemli kısmı, Avrupa ile gümrük birliği, menşe kuralları, teknik mevzuat uyumu üzerinden gerçekleşmektedir. İhracatı destekleyen kredi ve sigorta mekanizmaları Avrupa normlarına yaslanmakta; portföy ve doğrudan yatırımların hukuk güvencesi, merkezi karşı taraf ve takas-saklama altyapıları, bankacılık denetimi ve muhasebe standartları Atlantik dünyasının kurallarıyla uyum içinde işlemektedir. Bu uyum, Türkiye’nin finansman maliyetini aşağı çekerken; uyumsuz, altyapısı hazır olmayan ani hamleler risk primini yükseltme tehlikesi taşımaktadır.
Savunmadan sivil telekomünikasyona, yapay zekâdan siber güvenliğe kadar genişleyen teknoloji ekosistemi de Atlantik standartlarıyla şekillenmiştir. İhracat kontrolleri, çifte kullanımlı ürün rejimleri ve tedarik şeffaflığı, Türkiye’nin ihracatının ve ithalat lisanslarının görünmez sınırlarını çizer. Dolayısıyla bu üç parametre yani güvenlik, finans ve teknoloji, Türkiye’nin Asya yönelimini engellemek için değil, muvazenenin sınır koşullarını tanımlamak için önemlidir. Sınır koşulları netleştirilmeden yeni açılımların maliyetini kestirmek mümkün değildir.
- Türkiye’nin Müzakere Dili, Caydırıcılık ve Esneklik Kapasitesi
Türkiye’nin Atlantik masasında güçlü kalabilmesi, Asya masasında cazip ve güvenilir bir aktör olabilmesiyle doğru orantılıdır. Bu çift yönlü denge, yalnızca caydırıcılığı değil, aynı zamanda esnekliği de artırır. Buradaki asıl marifet, bir masadan elde edilen kaldıraçla diğer masada meydan okumak değil, her iki masada da kazan-kazan sonuçlar üretebilmektir. Denge siyaseti, “birini bırakıp diğerine yönelmek” değil; her ikisine de gitmek, fakat hiçbirine tam teslim olmamak sanatıdır.
Türkiye’nin Atlantik bağlarını zedelemeden Asya yönelimini büyütmesi mümkündür. Bunun temel şartı, bölümlendirilmiş iş birliği, çifte uyum, geri döndürülebilir sözleşme tasarımı ve kurumsal disiplindir. Bu mimari sayesinde TRÇ tartışması, bir kopuş çağrısı değil, Türkiye’nin pazarlık gücünü artıran ve özerklik alanını genişleten bir araç işlevi görebilir.
Devlet aklı açısından kritik olan, müzakere masalarını birbirine karşı konumlandırmak değil, birbirini tamamlayan platformlar olarak kurgulamaktır. Bu yaklaşım benimsendiğinde Türkiye, yalnızca bugünün krizlerini yönetmekle kalmaz, aynı zamanda yarının rekabet koşullarını da yönlendirebilecek bir konum elde eder.
Milli Güvenlik Aklı ile Ekonomik Rasyonalitenin Eşgüdümü
Türkiye’nin jeopolitik tercihleri, yalnızca dış politika enstrümanlarının ürünü değildir, aynı zamanda güvenlik kurumları ile ekonomi yönetiminin ortak akıl üretme kapasitesinin bir sonucudur. Tarih boyunca güvenlik ve ekonomi eksenleri, kimi zaman birbirini zorlayan, kimi zaman ise birbirini tamamlayan dinamikler olarak işlev görmüştür. Bir tarafta devletin bekası için gerekli caydırıcılık ve askeri kapasite, diğer tarafta sürdürülebilir kalkınma ve finansal istikrar ihtiyacı, dış politika kararlarını şekillendiren iki ana kolon olmuştur. Bahçeli’nin TRÇ çıkışı gibi yöneliş tartışmaları, esasen bu iki eksenin ne ölçüde eşgüdüm içinde hareket edebildiğini görünür kılar. Zira dış politika, yalnızca sert güç ya da yalnızca ekonomik çıkar penceresinden okunamaz; kalıcı muvazene, bu iki hattın senkronizasyonuna dayanır.
Türkiye’nin dış politikada istikrarlı ve uzun vadeli bir muvazene üretebilmesi, ancak milli güvenlik aklı ile ekonomik rasyonalitenin aynı masada buluşması ile mümkündür. Stratejik özerklik ne salt askerî manevralarla ne de yalnızca ekonomik açılımlarla inşa edilebilir. Bu iki eksenin kurumsal uyumu, Türkiye’nin jeopolitik kapasitesinin gerçek belirleyicisidir.
- Milli Güvenlik Perspektifi ve Türkiye’nin Tehdit Algısı Öncelikleri
Milli güvenlik perspektifinden bakıldığında Türkiye için en kritik mesele, sınır bütünlüğünün korunması ve ulusal egemenliğin muhafazasıdır. Bu yaklaşım, devletin güvenlik kurumlarının tehdit algılarını ve stratejik önceliklerini belirleyen ana ekseni oluşturur.
Türkiye’nin güvenlik denkleminde öne çıkan başlıca tehdit başlıkları şunlardır:
- PKK–PYD–SDG terörü ve bunun sınır ötesi yansımaları,
- Suriye ve Irak’taki istikrarsızlık, devlet otoritesinin zayıflığından doğan güvenlik boşlukları,
- Doğu Akdeniz’de enerji rekabeti ve deniz yetki alanları gerilimi,
- Soykırımcı İsrail’in had ve hukuk bilmezliği ve yayılmacı politikaları
- Karadeniz’de Rusya–NATO çekişmesinin doğurduğu stratejik riskler.
- Yunanistan ile Ege kıta sahanlığı sorunu ve Kıbrıs meselesi
Bu tablo, güvenlik kurumlarının değerlendirmelerinde sürekli olarak öne çıkan bir tehdit çevresi üretmektedir. Dolayısıyla milli güvenlik aklı, riskten kaçınmaya, caydırıcılık kapasitesi inşa etmeye ve ulusal savunma yeteneklerini sürekli geliştirmeye odaklıdır.
Türkiye’nin dış politika reflekslerinin önemli bir bölümü de bu güvenlik önceliklerinden beslenmektedir. Çünkü dış politikadaki yönelişler, ancak sınır güvenliği garanti altına alındığında ve caydırıcılık sağlandığında anlamlı bir stratejik derinlik kazanabilir.
- Ekonomik Rasyonalitenin Sınırları
Ekonomik yönetim, güvenlik aklından farklı bir mantıkla hareket eder. Öncelikli hedef, sermaye girişini sürdürmek, istihdam yaratmak, cari açığı yönetmek, enerji arz güvenliğini temin etmek ve uluslararası kredi ile finansman mekanizmalarına erişimi açık tutmaktır. Bu yaklaşım, doğası gereği daha pragmatiktir ve ideolojik yönelişlerden ziyade maliyet–fayda hesabına dayanır.
Ekonomik rasyonalitenin talebi, keskin ittifak söylemleri değil bilakis esnek iş birlikleri, yatırım güvenliği ve öngörülebilir bir piyasa ortamıdır. Yatırımcının güven duyduğu, sermaye akışlarının kesintiye uğramadığı, ticaretin teknik standartlarla uyumlu işlediği bir düzen, ekonomik yönetimin stratejik önceliğini oluşturur.
Dolayısıyla Türkiye’nin dış politikadaki denge arayışı yalnızca güvenlik parametreleri üzerinden okunamaz, ekonomik rasyonalitenin talep ettiği esneklik ve öngörülebilirlik de bu muvazenenin kurucu unsurlarındandır. Uzun vadeli stratejik özerklik, ancak güvenlik aklı ile ekonomik aklın aynı masada buluşabilmesi ile mümkün hale gelir.
- İki akıl arasındaki gerilim
Türkiye’nin son yıllardaki dış politika seyrinde, güvenlik aklı ile ekonomik rasyonalitenin zaman zaman farklı yönlere işaret eden refleksleri açıkça gözlemlenmektedir.
S-400 hava savunma sistemi alımı, güvenlik aklı açısından Türkiye’nin caydırıcılığını artıran ve aynı zamanda Rusya ile ilişkileri stratejik düzeyde konsolide eden bir adım olarak okunmuştur. Ancak aynı karar, ekonomik rasyonalitenin perspektifinden değerlendirildiğinde, Batı ile ilişkilerde maliyet üreten, finansman kanallarını zorlayan ve Türkiye’nin risk primini artıran bir gelişme olarak ortaya çıkmıştır.
Rusya ile enerji iş birliği, güvenlik açısından arz güvenliği ve çeşitliliği sağlama anlamına gelirken; ekonomi açısından tek yönlü bağımlılık riskini artırmakta, uzun vadede fiyatlama ve kaynak çeşitliliği üzerinde Türkiye’nin manevra alanını daraltabilmektedir.
Çin ile altyapı projeleri, ekonomik yönetimin gözünde uygun maliyetli finansman, büyük ölçekli yatırım ve lojistik kapasite artışı gibi cazip fırsatlar sunarken; güvenlik kurumları için teknoloji bağımlılığı, dijital altyapı üzerindeki kontrol kaybı ve siber güvenlik açıkları gibi stratejik riskler barındırmaktadır.
Bu örnekler, Türkiye’nin dış politikada kalıcı bir muvazene inşa edebilmesi için iki akıl arasındaki gerilimi yönetebilecek kurumsal mekanizmalar geliştirmesinin zorunluluğunu göstermektedir. Zira stratejik özerklik, yalnızca güvenlik çıkarları ya da yalnızca ekonomik fırsatlarla değil; ikisi arasındaki dengeyi tesis eden kapsamlı bir stratejik mimariyle mümkündür.
- Ekonomik Maslahat ile Güvenlik Endişesinin Eşgüdüm Zorunluluğu
Devlet aklı, güvenlik ile ekonomiyi birbirinden koparmak yerine eşgüdüm içinde işletmek zorundadır. Güvenlik öncelikleri göz ardı edilirse ekonomik kazanımlar kırılganlaşır, ekonomik rasyonalite hesaba katılmazsa güvenlik hamleleri sürdürülemez maliyetler doğurur. Esas olan, güvenlikçi refleksleri ekonomik sürdürülebilirlikle dengelemek, ekonomik açılımları da güvenlik garantisiyle desteklemektir. Bu eşgüdümün kurumsallaşması için güvenlik kurumları ile ekonomi yönetimi arasında düzenli stratejik koordinasyon toplantıları, ulusal güvenlik belgelerinde ekonomik kırılganlıkların tehdit unsuru olarak tanımlanması, büyük ölçekli uluslararası projelerde Savunma Sanayii Başkanlığı, Hazine ve Maliye, Dışişleri ve Ticaret Bakanlıklarının ortak değerlendirme yapması kritik önemdedir. Böylelikle her adımın diğer alanda doğuracağı sonuç daha baştan hesaplanabilir.
Sonuç olarak Türkiye’nin dış politikada muvazene arayışını sürdürebilmesi, ancak güvenlik aklı ile ekonomik rasyonalitenin aynı masada buluşmasıyla mümkündür. Bahçeli’nin TRÇ çağrısı da bu açıdan, Batı’ya tepki ya da Doğu’ya yönelişten çok, hangi hamlenin güvenlikte caydırıcılığı, hangisinin ekonomide sürdürülebilirliği artıracağını tartma ihtiyacı olarak okunmalıdır. Devlet aklının en büyük sınavı, bu iki alanı çatıştırmadan birbirini besleyen bir denklem kurabilmektir.
Konjonktürel Riskler ve Devletin İtidal Arayışı
Türkiye’nin dış politika tartışmalarında sıkça karşılaşılan temel sorunlardan biri, konjonktürel dalgalanmaların stratejik yönelim gibi algılanmasıdır. Oysa devlet aklı, kısa vadeli şoklarla uzun vadeli yönelişleri birbirinden ayırmakla mükelleftir. Bahçeli’nin TRÇ çıkışı da böyle bir kavşakta değerlendirilmelidir. Bu çağrı, Batı’nın baskılarına karşı bir tepki retoriği mi, yoksa Türkiye’nin stratejik istikametinde köklü bir değişim mi? Devletin itidal arayışı, tam da bu soruya verilecek cevabın niteliğini belirler.
- Konjonktürel baskıların kaynakları
Türkiye’nin bulunduğu coğrafya ani şoklara ve krizlere fazlasıyla açıktır: Gazze’deki çatışmalar ve İsrail’in hukuk tanımaz eylemleri, ABD-İsrail iş birliğinin bölgesel yansımaları, Rusya-Ukrayna savaşı, Doğu Akdeniz’deki enerji rekabeti, Suriye’deki belirsizlik, İran ve Yemen kaynaklı gerilimler… Bu gelişmeler, Türkiye’nin dış politika reflekslerini baskı altına alır ve kamuoyu ve siyaset üzerinde duygusal etkiler yaratır. İç muhalefetin yüzeysel gündemi ve makro gelişmelerden kopuk dili ise iktidar üzerinde ayrıca bir baskı unsuru olur ve muvazene kaybına yol açar.
Ne var ki devlet aklı açısından bunların her biri geçici dalgalanmalardır, kalıcı stratejik yönelimlerin yerini alamaz. İtidal, devlet aklının en kritik erdemidir. Stratejik sabır, duygusal tepkileri dengeleyerek uzun vadeli çıkarları korumayı mümkün kılar. Türkiye’nin NATO üyeliği, AB ile ekonomik entegrasyonu ve Batı sermayesiyle finansal bağları bu sabrın dayanaklarını oluştururken, Rusya ve Çin ile geliştirilen iş birliği kanalları da aynı sabrın sağladığı çeşitlenmenin ürünüdür. İtidal ne Batı’ya tam teslimiyet ne de Doğu’ya ani yöneliştir. İtidal soğukkanlı bir dengeyi sürdürebilme sanatıdır.
- Türk Devletinin Denge Üretme Kapasitesi
Türkiye’nin kurumsal yapısı, aslında bu itidali üretecek mekanizmalara sahiptir. Türk Hariciyesi ’nin II. Mahmut’tan bugüne uzanan 200 yılı aşkın diplomatik geleneği, TSK’nın caydırıcılık kapasitesi, ekonomi bürokrasimizin iç siyasal strese ve dış sabotajlara rağmen işletebildiği pragmatik refleksleri, hepsi konjonktürel şoklara karşı dengeleyici unsurlar olarak işlev görür. Burada mesele, bu kurumların eşgüdüm içinde çalışabilmesidir.
Bahçeli’nin TRÇ çıkışı, konjonktürel bir dalganın ürünü olarak okunabilir. Ancak devlet aklı açısından bu çağrının değeri, Türkiye’yi kalıcı bir yön değişikliğine sürüklemesinde değil, Batı’ya karşı müzakere gücünü artıran ön alan uyarı işlevi görmesindedir. İtidal, bu uyarıyı stratejik sabırla dengelemenin adıdır. Türkiye’nin konjonktürel baskılardan savrulmadan çıkabilmesi, duygusal refleksleri değil, soğukkanlı denge siyasetini merkeze koymasına bağlıdır. Türkiye için hangi senaryonun uygulanabilir olduğu, yalnızca jeopolitik faktörlere değil, aynı zamanda ekonomik sürdürülebilirlik, kurumsal kapasite ve iç toplumsal dengelere bağlıdır. Batı’ya tam bağlılık özerkliği sınırlarken, Doğu’ya yönelme asimetrik bağımlılıklar üretir. En rasyonel yol, çok katmanlı karma modelin disiplinli ve kurumsal şekilde uygulanmasıdır. Yine Bahçeli’nin TRÇ çıkışı, bu bağlamda tek yönlü bir çağrı değil, aslında üçüncü senaryonun müzakere gücünü artıran da bir pazarlık aracı olarak okunmalıdır. Devlet aklının görevi, bu çağrıyı konjonktürel bir savrulma değil, çok katmanlı stratejinin bir unsuru olarak değerlendirmektir.
Sonuç: Türkiye’nin Jeopolitik Geleceğine Dair Kurucu Hüküm
Türkiye, tarih boyunca yön değiştiren bir ülke değil, yön tayin eden bir devlet olagelmiştir. Bahçeli’nin TRÇ çıkışı, bu hakikati yeniden hatırlatan bir işarettir: Batı’ya karşı duyulan kırgınlık, kızgınlık ya da tüm bu durumlar ile ilintili Doğu’ya yönelme arzusu, tek başına Türkiye’nin istikametini belirlemez. Asıl belirleyici olan, devlet aklının tarihsel hafızası ve geleceğe dair kurucu vizyonudur.
Bugün Türkiye, Atlantik’in güvenlik şemsiyesi ve finansal ağı ile Asya’nın enerji, lojistik ve yatırım kapasitesi arasında sıkışmış gibi görünse de hakikatte bu iki eksenin tam ortasında bir denge merkezi olma potansiyeline sahiptir. Köprü olan ülkeler üzerinden geçilir, fakat denge merkezi olan ülkelerden vazgeçilemez. Türkiye’nin geleceği, salt köprü olmakta değil bu coğrafyanın jeopolitik mihveri haline gelmektedir.
Türkiye Batı’dan kopmayacaktır, çünkü Batı ile bağlar hem meşruiyetin hem ekonomik sürekliliğin teminatıdır. Türkiye Doğu’ya da sırt çevirmeyecektir, çünkü Asya ile bağlar enerji güvenliğini, lojistik üstünlüğü ve stratejik esnekliği sağlar. Türkiye, her iki yönelimi de kendi lehine dengeleyen bağımsız bir stratejik mimari inşa edecektir. Bu mimari, güvenlikte caydırıcılık, ekonomide çeşitlilik, diplomaside çok taraflılık ve kültürel alanda geniş kapsayıcılık üzerine yükselecektir. Bahçeli’nin çağrısı, devlet aklının önüne yeni bir yol koymaktan ziyade, bu mimarinin ne kadar zaruri olduğunu teyit eder. Devlet için mesele, bir bloktan diğerine savrulmak değil; blokların üzerinde, kendi stratejik iradesini kurucu bir kararlılıkla inşa etmektir. Türkiye’nin geleceği ne Batı’nın gölgesinde ne de Doğu’nun kuytusunda şekillenecektir. Türkiye’nin geleceği, Anadolu merkezli bir jeopolitik aklın hem Atlantik’i hem Afro-Avrasya’yı kendi ekseni etrafında döndürebilme kudretiyle belirlenecektir. Türkiye, 21. yüzyılda yalnızca bir denge unsuru değil, dengeyi kuran merkez ülke olacaktır.
Ez cümle Türkiye’nin jeopolitik var oluşu ne Doğu’yu reddetmesine ne de Batı’yı görmezden gelmesine izin verir. Zira bu iki yönelim, Türkiye için birbirini dışlayan istikametler değil, tarihsel ve siyasal gerçekliğin birbirini tamamlayan ve karşılıklı olarak anlamlandıran boyutlarıdır. Bunu en berrak şekilde, kökleri ile dalları arasındaki gerilimli ahengi sayesinde ayakta duran bir ağaç metaforu üzerinden okumak mümkündür.
Bir ağacın kökleri, toprağın derinliklerine salındıkça ona yalnızca dayanak değil aynı zamanda besleyici bir hafıza kazandırır. Türkiye için bu kökler, Doğu’nun tarihsel derinliği, medeniyet katmanları ve kültürel sürekliliğidir. Ne kadar derine inerse, o kadar sağlam bir zemin üzerinde yükselir. Ancak köklerin varlığı tek başına yeterli değildir; kökün besinlettiği gövdenin dallara, yapraklara ve meyveye dönüşmesi gerekir. İşte bu dallar Batı’ya doğru uzandıkça, Türkiye yalnızca meyve vermez, aynı zamanda küresel sistemin oksijen-karbondioksit döngüsünde vazgeçilmez bir unsur hâline gelir.
Bu çerçevede Türkiye’nin stratejik kimliği, ne yalnızca köklere kapanarak Doğu’nun içine hapsolabilir ne de yalnızca dallara yaslanarak Batı’nın yüzeyselliğinde var olabilir. Türkiye’nin bekası, köklerin ve dalların aynı gövdede kaynaşmasını, yani Doğu’dan beslenirken Batı’da işlev kazanmasını zorunlu kılar. Başka bir ifadeyle, Türkiye’nin denge siyaseti, jeopolitik zorunluluğun değil, bizzat varoluşsal mantığın bir tezahürüdür.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.