Giriş
Millet olarak Mehmed Âkif gibi bir şair ve mütefekkire sahip olmakla ne kadar iftihar etsek azdır. Çünkü o inandığını yaşayan, her şeyini inancı uğruna feda eden, maddi hiçbir karşılık beklemeden inancı ve vatanı için mücadele eden ve sessizce ötelere yürüyen bir dava adamı, bir fedakârlık örneğidir. Dolayısıyla bu güzide mütefekkirimizin hayatını inceleyip araştırmak, hayatını safhalarını konu edinmek son derece önemlidir. Çünkü bu bir anlamda onun şahsiyetinin, düşüncesinin din ve dünya anlayışının ortaya konulması anlamına gelir. Bizde buradan hareketle bu tebliğimizde bu iman ve ahlak kahramanının hayatının safhalarına kısada olsa değinmeye, özetlemeye çalışacağız.
Mehmed Âkif’in yedi şiir kitabını oluşturan eseri ana başlık olarak “Safahat” yani safhalar, kısımlar, bölümler başlığı altında toplanmıştır. Buradan hareketle bu büyük şair ve mütefekkirin hayatını üç safhaya ayırabiliriz.
İlk safha: Doğumundan II. Meşrutiyet’in ilânına kadar süren safhadır. 35 yıllık bir süreci kapsar (1873-1908).
İkinci safha: II. Meşrutiyet’ten Sırâtımüstakîm-Sebîlürreşâd gazetesinde şiirlerini ve yazılarını yayınlamaya başlayıp, Balkan savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarını kapsayan safhadır. 1908-1923 yıllarındaki bu safha 15 yıl sürer.
Üçüncü safha: 1923 yılının ikinci yarısından başlayıp 1936 yılının sonuna kadar süren ve çoğunlukla Mısır’daki gönüllü sürgün yıllarını ve vefatına kadar olan safhadır ki, bu da 13 yılı kapsar.
Yine bu noktada Mehmed Âkif’in hayatını Sırâtımüstakîm-Sebîlürreşâd gazetesi öncesi, Sebîlürreşâd dönemi ve Sebîlürreşâd sonrası şeklinde üç safhaya ayırmakta mümkündür.
Ayrıca Mehmed Âkif’in şiir serüveni açısından 1908 öncesi, 1908-1925 dönemi ve 1925-1936 olarak safhalara ayırmak da mümkündür.
Mehmed Âkif’in hayatındaki birinci safha:
Yetişme safhası (1873-1908)
Birinci safha: Daha çok onun karakterinin şekillendiği aile, eğitim, evlilik ve memuriyet yıllarını kapsar. Otuz beş yıllık bir süreci içeren Âkif’in hayatının en uzun safhasıdır.
Öncelikle Âkif iyi bir aile ortamında yetişmiştir. Bir müderrisin oğlu olmasının ve Buhara’nın ruh yapısını taşıyan bir anneye sahip olmasının onun mizaç ve karakterinin şekillenmesinde çok önemli rolü vardır (Düzdağ, 2000; Kuntay, 1993).
Sıcak bir aile ortamında Âkif zeki olmasının bir göstergesi olarak da haşarıdır. Lakin babasının ona yaklaşımı her zaman şefkat içerikli olmuş, birlikte gezilerini bile çok verimli bir tedris şekline dönüştürmüşlerdir. Bunda babası Tahir Efendi’nin oğlu Âkif’in tahsiline çok meraklı olmasının payı büyüktür. Oğlunu elinden tutup gezdirirken ona çok şeyler öğretmesi bu ilginin bir tezahürüdür. Nitekim Âkif’in de “Çok kelimeleri, çok kaideleri, bilgileri gezerken babamdan öğrendim” demesi oldukça kayda değer bir ifadedir.
Âkif’in yetişmesi, hangi okullarda okuyacağı aile içerisinde başlangıçta bir sorun teşkil etmişse de bu durum babası Tahir Efendi’nin müdahalesiyle giderilmiştir. Anne daha derviş meşreptir. Buhara ikliminin bir yansımasıdır bu. O yüzden oğlunun sarıklı olmasını yani medreseye gitmesini ister. Baba ise Fatih Medreselerinin önde gelen bir müderrisi olarak buna karşı çıkar. Medresede verilecek bilgileri kendisinin oğluna öğreteceğini söyleyerek eşini ikna eder. Âkif bu yüzden “Medresede” değil “Mektepte” eğitim görür.
Babasının vefatıyla mektep değiştirmek zorunda kalarak Mülkiye’ye devam etmek yerine maişet kaygısıyla yeni açılmış olan dört senelik Baytar Mektebine devam ederek bu mektepten birincilikle mezun olur.
Bu dönemde sporla da uğraşan Âkif’in gözde sporu koşma, atıcılık, yüzmenin yanı sıra güreştir. Kispet giymiş, Çatalca yöresinde güreşlere katılmıştır. Yürümek ise en büyük tutkusudur. Bir başka tutkusu ise sürekli kitap okumaktır.
Okulu bitirmesiyle başladığı memuriyet hayatı da önemlidir. Bu süreçte Anadolu insanıyla hemhâl olmuş, Türk insanını daha yakından tanıma imkânı bulmuştur. Gittiği yerlerde ilim ve irfan ehlinden tedrisi sürdürmüştür.
Üstad Âkif’in bu dönemde şiir gündemindedir. Ziya Paşa’ya, Abdülhak Hamit’e, Muallim Naci’ye öykünerek kasideler yazar. Bu dönemde yazdığı yüzlerce şiirini daha sonra sahiplenmeyecek, bir kısmı evlerinin yanmasıyla yanarken, bir kısmını da daha sonra kendisi imha edecektir (Çantay, 2008).
Yine bu süreçte evlenir ve çoluk çocuğa karışır. Düşünce noktasında 1890’ların sonuna doğru “Hacı Baba” diye hitap ettiği kendisi gibi bir mektepli olan Babanzâde Ahmed Naim’le tanışması, onunla kavi dostluğu düşüncesinin pekişmesine önemli rol oynar. Bu iki fikir insanı birbirlerini düşünce bağlamında etkilerler.
Ayrıca, durmadan okumak Anadolu coğrafyasında görev gereği seyahatler yapmak onu fikri ve düşünce açısından ciddi bir olgunluk seviyesine ulaştırır.
1900’lerin başlarına gelindiğinde o şiirler yazan Farsçadan tercümeler yapan bir şair ve muharrirdir. İttihad-ı İslam’ı savunur ve özellikle bu tarihten itibaren dar bir çerçevede de olsa şiirleri okunmaya başlanır. Döneminin önde gelen münevverleriyle yakınlık kurup, çok nezih bir dostluk halkası teşkil etmiştir...
Âkif’in en büyük tutkusu ise sürekli kitap okumaktır. Kitap deyince kutlu kitap Kur’an-ı Kerim Mehmed Âkif’in hayatının hep merkezinde olmuş, onu ezberlemiş ve onunla iştigal etmiştir. Kur’an, onun karakterini ve kültürünü belirlemiştir. Bu doğrultuda Celâleyn Tefsiri’ni 19. kez okuduğunu (Eşref Edip, 2010) söylersek ve pek çok şiirinin manzum olarak ayetlerin tercümesi olduğunu belirtirsek durum daha iyi anlaşılmış olur. Tabii bu süreçte memuriyetinin ilk yıllarında Kur’an’ı bütünüyle hıfzetmesi, Sebîlürreşâd’da kaleme aldığı Kur’an meali çalışmaları, akabinde Mısır’da 1925’in sonundan başlayarak 1932 yılının başlarına kadar DİB’in kendisine tevdi ettiği Kur’an meâli üzerine çalışması ve Mısır’dan yazdığı mektuplarda Kur’an’la olan ünsiyeti açısından “Demir hafız” olduğunu belirtmesi, onun kutlu kitapla ne kadar içli dışlı olduğunun bir göstergesidir. Bunun yanı sıra hadis kitaplarına ve İslam tarihine olan düşkünlüğü de yine çok bilinen bir husustur.
Doğu ve Batı eserlerine olan meftuniyetine gelince; onun her zaman cebinde yerli ya da yabancı yazarların kitaplarını taşıdığı yakın dostları tarafından ifade olunur. Kitap okumaya düşkünlüğü ise onun şiirlerinden ve makalelerinden belirgin bir şekilde anlaşılır.
Kitapları okuma yöntemi ise diğer okurlardan farklıdır. Nitekim Ömer Rıza bunu şöyle anlatır:
“Onun gibi okuyan adamlara nadir tesadüf olunur. Ben bir kitabı okur, kitabın sonunu getirdikten sonra o işi olmuş bitmiş sayarım. Fakat merhum öyle değildi. Bir eserden ne öğrenmek mümkünse hepsini öğrenmeden ve layıkıyla öğrenmeden, unutulmayacak bir hâlde öğrenmeden eseri bırakmazdı. Okuduğu her eseri birkaç kere okumaktan çekinmez, iyice anlamadığı her noktayı erbabına müracaat ederek layıkıyla anlamadan eseri bırakmazdı. Onun sabrına, tahammülüne şaşardım. Fakat neticede onun haklı olduğunu teslim ettim...
Onun şark ve garp muharrirlerinden okuduğu eserlerin hepsini aynı şekilde okuduğunu söyleyebilirim.
Bu yüzden bilgisi çok sağlamdı ve her bildiğini iyi, hem de çok iyi bilir
di” (Doğrul, 1984).
Ezberinde on bin beyitten fazla olduğu ve Hafız’ın “Divanı” gibi bazı divanları ezbere bildiği, onun ders okuttuğu güzide şahsiyetler tarafından ifade olunur. Nitekim Mahir İz hoca konuyla ilgili şu bilgiyi verir:
“En büyük zevki okumak, okutmak ve yazmak idi. Ankara’da ikamet ettiği Taceddin Dergâhı’nda, şimdi Washington sefiri olan Münir Bey’e “Hafız Divanı”nı okutuyordu. Ondan evvel, on yedi kişiye daha Hafız’ı okutmuş.
Kendisi âdeta Hafız’ın hafızı idi.
Bir gece derste tesadüfen bulundum. Elinde kitap yoktu. Birinci mısrası okunan beytin ikinci mısrasını ezberden okuyup beyti tamamlıyordu.
Bana Harâbat’tan bazı müntehap parçalarla Sa’di’nin Bostan’ını ve Şems-i Mağribî Divanı nı okuttu. Biraz da Fransızca okuduk...” (Eşref Edip, 2010)
Mehmed Âkif’in kimleri okuduğu konusuna gelince; Doğudan ve Batıdan olmak üzere pek çok yazarın eserini okumuştur. Doğudan Muallakat’ı, İbn Fa- ris’i, Hafız’ı, Sadi’yi, Mevlânâ’yı, Feyzi-Hindi’yi, Fuzulî’yi, İkbal’i okumuştur. Batı’dan ise Milton’dan, Shakespeare’den, Rousseau’dan, Victor Hugo’dan, La- martine’den, Anatole France’den, Ernest Renan’dan, Musset’den, Duadet’ten, Emile Zola’dan, Dumas Fils’ten bazı eserleri severek okumuştur. (Doğan, 2017).
En hayran olduğu yazar ve şair ise Sadi Şirazi’dir. Nitekim bir mısrasında “Sadi, o bizim Şark’ımızın ruh-ı kemâli” mısrasıyla onu tavsif eder. Muallakat, İbn Faris, Duadet ve Zola okudukları isimler içinde Doğudan ve Batıdan kısmen öne çıkan şair ve yazarlardır, diyebiliriz (Gün, 2020).
Hayatı boyunca da kitaplarla çok kavi bir dostluk kurmuş biteviye okumaya devam etmiştir. Bu minvalden olmak üzere şarktan ve garptan pek çok yazarın eserlerini okumuştur.
İkinci safha: II. Meşrutiyet’ten Millî Mücadele’nin sonuna kadar geçen safha (1908-1923)
Bu dönem Mehmed Âkif’in en bilinen dönemidir.
O aldığı eğitimle çoğu mekteplinin Osmanlının çöküş sürecinde düştüğü girdaplara düşmez ve tahsil derecelerinde ilerledikçe müsbet ilim sahasında da din sahasında da kendi gayretiyle bilgisini genişleterek ruhunda kendini tatmin edebilecek güçlü bir muvazeneyi kuran engin münevverler arasında yerini alır.
Âkif’in başta babası olmak üzere ders aldığı bazı üstadlar, sevdiği ve birlikte çalıştığı arkadaşlarla okuduğu birtakım eserlerle medresenin de ayrıca tesiri olur. Bu tesir en çok dil ve edebiyat sahasındadır. Doğrudan doğruya medreseden yetişmediği hâlde babasını hususi gayretleri, dolayısıyla mektep yanında medrese eğitimi onun zihniyeti üzerinde ciddi izler bırakır.
Ayrıca Âkif, merhum Emrullah Efendi gibi Baytar Miralayı İbrahim Bey gibi meşhur Hicrî Hoca ve Hersekli Ali Fehmi Efendi gibi zevatın sohbetlerinden fazlasıyla müstefit olur. Memuriyet dolayısıyla yaptığı seyahatlerin de zihniyeti üzerinde geniş izler bırakır. Bilhassa köylerle ve köylülerle sıkı teması onun cemiyetçiliğinin, halkçılığının başlıca amillerinden olur.
Âkif, II. Meşrutiyet öncesi, özellikle 1904’ten itibaren dar bir çerçevede de olsa münevverler arasında şair kimliğiyle tanınır ve o dönemin önde gelen münevverleri halkasında yerini alır. Sultan II. Abdülhamid’e ve onun yönetim biçimine karşıdır. Hürriyet taraftarıdır. Bu, kendisi gibi inanan ve düşünen münevverlerle ortak bir bileşkedir. İttihad-ı İslam’ı savunmasına karşın bu fikri dile getirecek, toplumla paylaşacak imkânlardan mahrumdur.
- Meşrutiyet’in ilanıyla beraber basında ancak patlama sözüyle açıklanabilecek bir hareketlilik olur. Çok geçmeden yüzlerce gazete, mecmua arasına Mehmed Âkif’in de muharrir kadrosunda yer aldığı Sırâtımüstakîm gazetesi da katılır. Bir yandan memuriyetini sürdürürken mecmuanın ilk sayısında yer alan Fâtih Câmii şiiriyle başlayarak, mecmuada her neşrettiği şiiriyle, yazdığı makalelerle, yaptığı tercümelerle Mehmed Âkif giderek tanınır ve toplum katmanlarında büyük bir itibar görür. Bu süreçte Darülfünun gibi o dönemin önde gelen yüksek mekteplerinde hocalık yapar.
İttihat ve Terakki yönetimiyle başlangıçta bağ kurmuşsa da çok geçmeden ülkeyi talan eden bu basiretsiz fırkaya cephe alır. Hatta bu yüzden başyazarı olduğu Sebîlürreşâd gazetesi birkaç kez İttihat ve Terakki yönetimince kapatılır. Bu yetmiyormuş gibi yine aynı fırkanın girişimleriyle üniversite hocalığından uzaklaştırılır.
Düşünce açısından ise Arnavutluk isyanı “İttihad-ı İslam” fikriyatına en ciddi darbe indiren bir amil olur. Osmanlının çöküş süreci giderek hızlanmış, isyanlar, savaşlar, kaybedilen topraklar birbirini kovalar. Âkif ise bütün bunlara karşı feryat üzerine feryat eder ve Müslümanları uyarmaya, cehaletten kurtarmaya çalışır, bu doğrultuda Balkan faciaları nedeniyle Fatih, Bayezıd ve Süleymaniye Camilerinde vaazlar verir.
1913 ve 1915 yıllarında Mısır’a seyahatler yapar.
1911’de ilk şiir kitabı “Safahat”ı, 1912 yılında “Süleymâniye Kürsüsü’nde”, 1913 ‘de “Hakk’ın Sesleri” ve 1914’ de “Fâtih Kürsüsü”nde başlıklı şiir kitaplarını yayınlar. Yine bu süreçte “Teşkilat-ı Mahsusa” tarafından görevlendirilen bir heyetle Almanya’ya ve Arabistan’a gider.
Yıkılan Osmanlı Devleti karşısında Âkif’in payına düşen, olumsuzluklara direnmek, Müslümanlara umut aşısı yapmaktır. Hüzünlü bir yürekle çırpındıkça çırpınmaktır. Bu açıdan bakıldığında Âkif’in Safahat adlı yedi kitaptan oluşan devasa eserinin ilk beş kitabı Osmanlı Devleti’nin ve İslam ümmetinin yıkılışına ağıtların, elemlerin ve gözyaşlarının hikâyesidir.
Diğer taraftan o, Müslümanca duruşun ve yaşayışın bir timsalidir. Davranışlarıyla bir örnek modeldir. Verdiği sözü yerine getiren, prensiplerine sadık olan biri... Aynı zamanda hoş sohbet, dost canlısı, sevimli, munis karakterde bir insandır. Sanattan ve musıkiden fazlasıyla anlayan biri.
İslam idealine sımsıkı bağlı olan Âkif’in tek derdi Osmanlı Devleti’nin ve İslam ümmetinin içinde bulunduğu girdaptan kurtulmasıdır. Devletin uğradığı kayıplardır. Sönen ocaklar, dumansız kalan bacalardır... O, yalnızca milleti ve ülkesi için yaşamaktadır artık.
Sırâtımüstakîm gazetesinin 1912’de isminin Sebîlürreşâd olarak değiştirilmesinden sonra artık Osmanlı ülkesinde en çok okunan gazetenin başmuharriridir. Bunu yazı ve özellikle de şiirleriyle fazlasıyla hak etmiştir. Başyazar olarak Sebîlürreşâd artık onun yönetiminde ve denetiminde yayınlanır. Gazeteye istikamet veren, yazar ekibini oluşturan odur.
Balkan faciaları başlayınca Âkif coşkun feryatlarıyla bütün toplumun ortak sesi, ortak çığlığı, umudu olur. Bu süreçte I. Dünya Savaşı’nda, hükûmetin kendisine tevdi ettiği vazifeleri ifa için kızgın çölleri aşar.
Çanakkale için uzak diyarlarda döktüğü gözyaşlarıyla secde ettiği toprağı ıslatan, dualarıyla memleketin kurtuluşunu dileyen odur. Görevi gereği bedeni başlangıçta Almanya’da, sonra da Necid Çöllerinde de olsa aklı Çanakkale’dedir. Yalnızca gözyaşı dökmekle kalmaz, yazdığı şiirle Çanakkale Şehitlerini taçlandırmayı da ihmal etmez.
Düşmanın Anadolu’ya ayak basmasıyla birlikte Millî Mücadele hareketine destek verir ve Balıkesir’e giderek Zağnos Paşa Câmii’nde Millî Mücadele’yi destekleyen konuşmalar yapar. Kapılarımıza kadar dayanan düşmana karşı harimi namusu çiğnetmemek için yekvücud olarak karşı çıkılması gerektiğini savunur (Karan, 2002).
İstanbul’a dönüşte yazdığı yazılarla Millî Mücadele’ye desteğini sürdürür. “İcma ümmet Anadolu’dadır” fetvasıyla milleti Millî Mücadele’ye yöneltir. Damadı Ömer Rıza’ya “İslam’a Çekilen Kılıç” gibi kitapları tercüme ettirip Eşref Edip’le birlikte bastırarak İstanbul’a ve Anadolu’ya gizli gizli dağıttırır. İşgalci devletlerin uyguladığı sansürle Sebîlürreşâd’ı çıkaramaz hâle gelince Ankara’dan gelen davet üzerine Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’le birlikte yanına oğlu Mehmed Emin’i de alarak Ankara’ya gider.
Âkif’in mücadelenin merkezi olan Ankara’ya gelişi halkın Millî Mücade- le’ye azmini ve inancını tetikleyen bir unsur olur. Halkın ve aydınların Millî Mücadele hareketini “İttihatçıların yeni bir oyunu” şeklinde bakıp değerlendirmesi ve destek vermemesi, Âkif’in Ankara’ya gelişiyle beraber tamamen istikamet değiştirir. Mücadele yeni bir safhaya bürünür. Âkif’in Ankara Hacı Bayram Veli Camii’nden başlayarak Kastamonu Nasrullah Camii’nde ve Kastamonu havalisinde yaptığı o meşhur konuşmaları binlerce, on binlerce basılarak ordugâhlarda, camilerde, vilayet merkezlerinde halka okunmasıyla Anadolu sathında müthiş bir direnişin başlamasına neden olur. Böylelikle Âkif, Millî Mücadele hareketinin manevi ateşini yakan ve tutuşturan bir sembol hâline gelir (Karan, 2002).
Esefle belirtmek gerekir ki Âkif’in Millî Mücadele’deki çalışmaları hâlâ sis perdesi içindedir. Pek çok şehre gittiği hâlde yalnızca bunlardan Balıkesir, İstanbul, Ankara, Kastamonu, Çankırı, Burdur, Konya, Antalya, Afyon, Dinar ve Sandıklı gibi şehirlerden haberdarız.
Diğer taraftan Âkif’in Ankara’da ikamet ettiği Taceddin Dergâhı çok önemlidir. Âkif geleceğin Türkiye’sine dair çalışmaları, hazırlıkları burada yapar, Sebîlürreşâd’daki şiir ve yazıları burada kaleme alır.
Bu dergâhın bir başka önemli hususiyeti ise Âkif’in İstiklâl Marşı’nı Millî Mücadele’nin başlangıcında ve en zor zamanında burada yazmış olmasıdır. Âkif, Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey’in ısrarlı talebi ve Hasan Basri Çan- tay gibi yakın dostlarının ricaları sonucunda İstiklâl Marşı’nı Taceddin Dergâhında kaleme alır (Çantay, 2008).
Mithat Cemal Kuntay, Mehmed Âkif’in Büyük Millet Meclisi’nde Burdur Mebusu olarak görev yaparken pek konuşmadığından söz eder ve bunu şöyle dile getirir:
“Zabıtlarda iki üç kelimesi var; bunlar bile çok defa bir edattır; bazen de bir nükte: Bütçe müzakeresinde, mazbata muharriri, Arap harflerinin muzipliği olarak “me’murin” (memurlar) kelimesini ‘me’mureyn’ (iki memur) diye okuyacak, Âkif oturduğu yerden haykıracak: ‘Me’mureyn olsa şekerle besleriz.” (Kuntay,1997).
Kuntay’ın bu tespitleri pek doğru değildir. Çünkü Mehmed Âkif, Meclis’te görev yaptığı yıllarda çeşitli takrir ve tekliflerde bulunmuş, oylamalarda fikir ve görüşlerini ihsas etmiştir. Kısacası, Meclis çalışmalarına aktif olarak katılmıştır. Sözgelimi 8 Şubat 1921’de İstanbul hükûmeti’ne verilecek cevap hakkında yapılan Meclis Gizli Celsesi, başlı başına Mehmed Âkif’in önerisinin tartışıldığı celse olmuştur.
Bunun yanı sıra İstiklâl Marşı’nın kabulü, akabinde en az dört kez Sebî- lürreşâd’ın Meclis müzakerelerinde gündeme gelmesi sürecinde Mehmed Âkif çok uzun olmasa da müzakerelere dahil olmuştur. Yine bu minvalde Mehmed Âkif ve arkadaşları, İstanbul’daki ahlaki çöküşe karşı Millet Meclisi’nin bir beyanname yayınlamasını teklif etmiş ve bu teklifleri müzakere edildikten sonra kabul edilmiştir
Mehmed Âkif, Meclis müzakerelerinde yapılan oylamalarda genelde olumlu oy kullanmıştır. Fakat “İstiklâl Mahkemelerine dair” yapılan iki oylamada ise ret oyu vermiştir.
Bu noktada en fazla takdir ettiği mebuslardan Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) ve Trabzon Mebusu Ali Şükrü’yü, Meclis’te onun fikir ve görüşlerinin sözcüsü olarak nitelemek, hiç de abartılı değildir.
Ayrıca, istifa ettiği tarih olan 9 Aralık 1922’ye kadar Meclis’te Maarif Encümeni Reisliği görevini üstlendiği dikkate alınırsa, Burdur Mebusu olarak Meclis çalışmalarında aktif olarak yer aldığı görülür.
Aslında o, Büyük Millet Meclisi’nde mebus iken de, daha sonra sükûtu seçtiği Mısır’daki gönüllü sürgün yıllarında da hep konuşmuştur. İstiklâl Marşı’nı yazarak konuşmuş, verdiği vaazlarla konuşmuş, Sebîlürreşâd’da yazdığı yazılarıyla konuşmuştur. En önemlisi de inancı için, davası için, vatanı için, milleti için yazdığı şiirlerle konuşmuştur. Nitekim yedi ayrı kitaptan oluşan Safahat başlıklı eseri ve yazdığı İstiklâl Marşı; onun sustuğu zaman dahi konuştuğunu, hüzünlendiğini, sevindiğini gösteren bir şâhika, bir destanlar manzumesidir...
Zafer’den sonra Birinci Büyük Millet Meclisi dağılır. Eşref Edip’le birlikte Sebîlürreşâd’ın klişesini alarak İstanbul’a döner. Dönerken yanında iki hediye daha vardır. İstiklâl Marşı madalyası, bir de hediye edilen mavzer tüfeği (Edip, 2010).
Başyazarı olduğu Sebîlürreşâd mecmuası 528. sayıdan itibaren (16 Mayıs 1923) tekrar İstanbul’da neşredilmeye başlanır.
1923’ün ortalarında İkinci Meclis için çalışmalar başlar. Âkif Millî Müca- dele’nin manevi kahramanı olmasına ve milletinin “İstiklâlinin Marşı”nı bilâ bedel yazmasına karşın İkinci Meclis’e alınmaz, emekli maaşı bağlanmaz.
Cumhuriyetin ilanıyla beraber köklü değişim ve kırılmalar başlar. İşte bu süreçte Âkif derin bir hayal kırıklığı yaşar. Çünkü onun düşüncesinde uğrunda mücadele ettiği ve düşmanlardan kurtulmasında büyük emeği olan devlet, evrensel inanç istikametinde bir devlet olmasıdır.
Yazdığı Leylâ şiiriyle başlayan bu derin hayal kırıklığıyla artık payına düşen hüsrandır, hüzündür. İşte bu süreçte itibar etmek bir yana, karşı olduğu seküler değişimler yapılmaya başlanırken ne yapacağını, nasıl bir tavır alacağını düşünür. 1923 kışını Abbas Halim Paşa’nın davetlisi olarak Mısır’da geçirir. Bu gidiş bir konumlanma, bir düşünme sürecidir. Kurulan yeni rejime karşı ne yapacağına dair bir muhasebe süreci (Gün, 2020).
1924’ün ilkbaharında tekrar İstanbul’a döner. 1924 Ağustos’unda “Âsım” adlı altıncı şiir kitabını yayınlanır.
1924’te kışı yine Mısır’da geçirir. 1925 baharında tekrar İstanbul’a döner. Bu dönüş onun karar vermesinde etkili olur. Çünkü “Şeyh Said Kıyamı” bahane edilerek çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’yla ve kurulan iki İstiklâl Mah- kemesi’yle batıcı düzlemdeki rejim varlığını devam ettirmek için idam sehpalarına tutunmuştur (Gün, 2019). Hürriyet askıya alınmış, ülkede jakoben bir dönem başlamıştır. Bu çerçevede pek çok gazeteyle birlikte başyazarı olduğu Sebîlürreşâd mecmuası da 641. sayıyla kapatılmış (6 Mart 1925) ve mecmuanın sahibi ve yazarı Eşref Edip Ankara ve Şark İstiklâl Mahkemelerince tutuklanıp idam talebiyle yargılanır.
Âkif ise Meclis’e alınmaz. Dergisi kapatılır. Emekli maaşı bağlanmaz. Bunlar da yetmiyormuş gibi peşine bir grup hafiye takılıp adım adım takip ettirilir. Bu takip O’nun: “Ben vatan haini miyim? Peşimde sürekli hafiyeler takılıp adım adım takip ettiriliyorum” şeklinde isyanına sebep olur. Ayıca Mehmed Âkif, Ankara ve Şark İstiklâl Mahkemeleri’nde gıyaben yargılanmıştır (Gün, 2020).
- safha: “Gönüllü sürgün” safhası olan Mısır yılları (1923-1936)
1923’ün ikinci yarısından başlayıp 1925’in Ekim ayının sonunda kesintisiz on bir yıla varan gönüllü sürgün yılları Âkif’in “sükûtu” seçtiği dönemdir...
Bu süreçte kaleme aldığı meşhur “Hicran” adlı şiiri, Mehmed Âkif’in asıl vadisini bulduğu şiir sürecinin başlamasıdır (Çantay, 2008).
1925 yılının Kasım ayının başında Mısır’da gönüllü sürgün hayatı başlarken sırtına çok ağır bir yük daha alır: Türkçe Kuran meali... TBMM aldığı bir kararla bu görevi Diyanet İşleri Başkanlığına tevdi etmiş, Başkanlıkta büyük ısrarlarla Mehmed Âkif’i görevlendirmiştir.
Mısır yılları ıstıraplarla, elemlerle, acılarla, hüzünlerle harmanlanmış yıllardır. Daha çok da inziva yılları. Âkif’in ülkesi noktasında hayallerinin bittiği, aynı zamanda maddi açıdan yokluk ve yoksullukla mücadele ettiği, iaşe için “hamallık yapmaya bile razı” olduğu yıllar (Düzdağ, 2007). Ama aynı zamanda manevi açıdan bereketli yıllar (Düzdağ, 2005).
Âkif Mısır hayatının ilk yedi senesini Kur’an meali için yoğun bir şekilde çaba harcar. Bu çalışma sürgün hayatında en büyük meşgalesi ve korunağı olur. Kur’an meali bu açıdan Âkif’in hayatına bereket katar (Düzdağ, 2000). Onun yoğun bir biçimde Kur’an’la içli dışlı olmasını sağlar. 1936 Haziran’ında yurda dönerken hazırladığı meâlin her sayfasında onlarca çıktı vardır. Henüz daha bitmemiştir, üzerinde çalışacaktır. Ve onu kadim dostu Yozgatlı İhsan Efendiye emanet eder (Şengüler, 2000).
Âkif Mısır yıllarında “Bütün öfkesine, hiddetine rağmen rejim aleyhine kaba sövgüden uzak kalmıştır. Yeni rejime karşın suskundur, bu suskunluğu seküler bağlamda köklü değişimleri onayladığı benimsediği anlamına gelmez. O faydasızlığını bilerek rejim aleyhine söz etmemiştir. Fakat bütün bu onmaz- lıklar karşın herkesin sustuğu bir dönemde Safahat ve İstiklâl Marşı, Âkif’in davasını temsil noktasında ayaktadır ve konuşmaktadır.”
Mısır’da “gönüllü sürgün” sürecinde istiklâli uğruna hiçbir fedakârlıktan kaçınmadığı ülkesindeki gelişmeleri yakından takip eder. Bir de “Gölgeler” adlı yedinci şiir kitabını yayınlar. Bu şiir kitabı onun şiirdeki zirve noktasıdır, ustalığının bir tezahürüdür.
Şiirinde ise feryat dolu haykırışlar yerini lirik ve içli mısralara bırakmıştır. Ümmetin dertleri yine onun derdidir. Yüreği özelde Türkiye, genelde İslam coğrafyası için, İslam ümmeti için atar.
İçe dönük bir Âkif portresi sunar Mısır yılları. 1929 yılının Aralık ayından itibaren Kahire Üniversitesi’ndeki Türkçe dersleri vermeye başlar (Doğrul, 1984).
Bunun yanı sıra yine de Mısır’a bazı dostlar edinir: Abdülvehhab Azzâm, Ferîd Vecdî, Hasan el-Benna, Yozgatlı İhsan Efendi, Şeyhülislam Mustafa Sab- ri, oğlu Prof. İbrahim Sabri, Ezher Şeyhi Merâgî, Eğinli Hafız Hasan, Bayra- miçli Mehmed Eşref, Oflu İbrahim, Zahidül Kevserî, İsmail Ezheri ve Abbas Halim Paşa bunlardan bazılarıdır.
Vatancüda günlerinde Âkif hiç sevmediği bir eylemi fazlasıyla sever, sevmek zorunda kalır: Bu eylem de mektup yazmaktır. Daha önceleri bu eylemi sevmeyen Şair Âkif, cüda yıllarında vatan özlemini, hasretini, firakın dağdağasını hafifletmek için dostlarına biteviye mektuplar yazar.
1935 yılında hastalanır ve hastalığı giderek artar. Yaban ellerde ölmek onu fazlasıyla ürpertir. Ve bir yıl sonra bir iskelet hâlinde ülkesine döner.
Hastadır ve on bir senelik sürgünlüğünü nihayete erdirip son nefesini vatanında vermek istemiştir...
Ülkesine dönüşte dostları tarafından çok ihtimam gösterilse de hastalığına bir çare bulunamaz. Büyük bir metanet ve sabırla ağır hastalığına tevekkül eder. 27 Aralık’ta 1936’da Mısır Apartmanı’nda çok sevdiği Rabbine kavuşur. Arkasında binlerce seven insanı gözyaşı içinde bırakır (Gün, 2020). O er yürekli bir insan, kavi bir mümin, büyük bir mütefekkir ve Müslüman Türk milletinin “Millî Şairi”dir. TBMM’nin zabıtlarında yer alan ifadeyle “İslam şairidir.”
Ve Mehmed Âkif duası kabul olunan şairdir. Nitekim onun “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” şeklindeki duası kabul olunmuş, 1925 yılının sonunda ve 1937 yılında iki kez olmak üzere yeniden Millî marş yazma girişimleri başarısızlıkla neticelenmiştir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 2021 yılını Mehmed Âkif ve İstiklâl Marşı yılı olarak karar vermesi vesilesiyle, bu büyük şair ve mütefekkirimize olan ilginin bilgiye dönüşmesini ve Mehmed Âkif’in anlaşılmasına katkı yapmasını ve bütün okullarımıza Safahat dersleri konulmasını temenni ediyor, bu büyük şair ve mütefekkirimizi rahmet ve minnetle yâd ediyorum...

Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.