• İstanbul 16 °C
  • Ankara 15 °C

Fahri Tuna: Hâtıralarla Yılmaz Güney: Ben Dayanıklı Tüketim Maddesiyim Diyen Bir Güzel Şair

Fahri Tuna: Hâtıralarla Yılmaz Güney: Ben Dayanıklı Tüketim Maddesiyim Diyen Bir Güzel Şair
İki Yılmaz Güney’den Hangisi Gerçek

Türkiye’de sokaktaki 100 kişiye Yılmaz Güney’i sorsanız, 90’ı aktör diye cevap verir. Bir kısmı da Çirkin Kral diyecektir. Eyvallah.

Halbuki hakikat başkadır. İki Yılmaz Güney vardır ülkemizde. Biri şair diğeri aktör/yönetmen. Sinema, edebiyata oranla çok daha fazla popüler olduğu için yönetmen olan daha çok bilinir.

Aktör olan 01 Nisan 1937 Adana Yüreğir doğumludur, şair olanı 01 Ocak 1949 Trabzon Çaykara Dernekpazarı.

İlkinin gerçek adı Hasan Pütün’dür. Önce adını Yılmaz yapar, sonra soyadını Güney. İkincisinin (şair olanın) doğuştan, gerçek-orijinal nüfus kaydında Yılmaz Güney yazar. (İlki için kaynak, Oya Pervin Pelit, Benim Yeşilçam’ın kitabı. İkincisi için kaynak, Yılmaz Güney, Yılmaz Güney’i Anlatıyor, TYB Sakarya’nın 19.10.2019 tarihli belgesel çekimi.)

İlki aktör, senarist, yönetmendir. Ayrıca Yumurtalık Hâkimi Sefa Mutlu’yu (13 Eylül 1974) katletmiş, 19 yıl hapse mahkûm edilmiş, mahpus yatarken bir günlük izindeyken (09 Ekim 1981) Yunanistan’ın Meis Adasına kaçmış, ardından da Fransa’da yaşamış, 47 yaşındayken, 09 Eylül 198 tarihinde Paris’te vefat etmiştir. Şair-akademisyen olanı ise 73 yaşındayken, 11 Kasım 2022 tarihinde Adapazarı’nda vefat etmiştir.

Doğduğu şehirler (Adana ve Trabzon), yaşadığı şehirler (İstanbul, Paris ve Edirne, Adapazarı), Sanatları (aktör ve şair), meslekleri (senarist-yönetmen ve fizik doktoru), siyasi / dünya görüşleri (komünist ve yerli-muhafazakâr); her şeyleriyle taban tabana zıttır.

Sonuç: Gerçek Yılmaz Güney, Trabzon’da doğan, 1977-2016 yılları arasında Sakarya Üniversitesi’nde Fizik akademisyeni (doktor öğretim üyesi) olarak görev yapan, şair olanıdır. Hadise budur, bu kadardır.

04d52299-de7f-46aa-abe7-14860be5b707.jpg

   

Üniversite Hazırlık Kursundan Hocamız Yılmaz Güney

Benim Yılmaz Güney hocamla tanışıklığım 1977 sonbaharına dayanıyor. Lise sondayız. Üniversite hazırlık kursuna gitmemiz gerek. İki alternatiften birisi, MTTB Dershanesi. Adapazarı Uzunçarşının kuzey başında, sağda, ince uzun bir bina. Bodrum katı lokanta. Üstündeki her kat MTTB'nin. İlk kat idari, ikinci kat dershane. Sonrakiler yurt. 1977 Aralık ayında eğitimler başlıyor. İyi hatırlıyorum: Matematik hocamız İbrahim Özgür. Kimyaya Ali Osman Aydın, Fizik'e Recep Akkaya ve Yılmaz Güney. Otuza yaklaşan yaşı, seyrelmiş saçları, ağır abi duruşu, benim hayatım Fizik'tir, haberiniz olsun edalı ses tonu, disiplin ve ciddiyet saçan bakışları ile zihnimde yer etmişti Yılmaz hocamız. Bu algım, sonraki kırk beş yıl, ölene kadar da değişmedi.

Şiirlerimi Gösterdiğim Ünlü Şairler: Osman Sarı, Yılmaz Güney

441 Fen puanıyla İTÜ SMF Endüstri Mühendisliğini kazanmıştım. Nasibimizde bu varmış.

Bizimkisi en sosyal mühendislikti. Temel mühendislik dersleri daha ağırlıklıydı elbette. Fizik, kimya, statik, dinamik, lineer cebir, yüksek matematik, nümerik analiz vesaire. Hocalarımız çokca İTÜ'den ve İstanbul Üniversitesindendi. Teorileri doçentler profesörler anlatıyor, uygulamalarını ise asistanları yaptırıyordu. Fizik asistanı ise Yılmaz Güney hocamızdı, ne güzel. Fizik Laboratuvarında deneyler yaptırırdı bizlere, sık sık. Beşerli altışarlı gruplar halinde. Sonra raporlar isterdi. (Her sınıf arkadaşım, bu raporları günü geldiğinde Yılmaz Hocaya kabul ettirmek için nasıl göbekleri çatladığını, kırk beş sene sonra bile çok sıkça anlatıyorlar.)  

Benim ilk iki yılımda star hocalarım beş kişiydi: Bir Savaşçıdır Kalbim kitabının yazarı Şair / İş hukuku asistanı Osman Sarı, Ateş Yalımı Üstünde Bir Toplantı hikâye kitabının yazarı, İş hukuku asistanı İsmail Kıllıoğlu, Günaydın Gazetesinin açtığı 200 Yıldır Ekonomide Niçin Hep Kaybediyoruz ödüllü yarışmasına katıldığımda, metinin sık sık birlikte değerlendirdiğimiz Sanayi Sosyolojisi dersimizin asistanı Sami Şener, daha birinci sınıfta hediye ettiği Cemil Meriç'in Bu Ülke'siyle yönümü değiştirdiği için ömrümce müteşekkir olduğum İktisat asistanı Sami Güçlü ve. Ve Mavera'da yayımlanan Dağ Evi şiiriyle (Mavera Dergisi 28. Sayı/ Mart 1979) tanıdığımız / sevdiğimiz / hayran olduğumuz, Fizik asistanımız Yılmaz Güney.  Onları fark ettiğimden itibaren, Osman Sarı ve Yılmaz Güney, sık sık şiirlerim gösterdiğim ağabeylerim, dostlarım, hocalarım oldular. Eleştirilerini aldım sık sık. O yıllarda Necip Fazıl hayranı olarak 6+5 veya 7+7 hece vezniyle şiirler yazdığım yıllarımdı. Sarı ve Güney,  ufkumu geliştirdiler, açtılar, büyüttüler. Bugün hece/serbest şiir diye ayırmadan seviyorsam, Sezai Karakoç ve İsmet Özel en sevdiğim şairlerse, - kimse duymasın da, gizli gizli yazıyorsam,- bunu en çok Sarı ve Güney'in beni yönlendirmelerine borçluyum. Ve tabii bir de Cahit Zarifoğlu ağabeyden, o günlerde (1979) Mavera'nın arka sayfalarından birinde, şiirlerimle ilgili yediğim zılgıta. 

67f29311-b8f4-45bf-91d5-7e5a2ac8e747-002.jpg

Özetle Osman Sarı ve Yılmaz Güney, benim için, İş hukuku ve Fizik'ten ziyade şiir hocalarımdır. Teneffüslerde ettiğimiz sohbetler için, sınırsız müteşekkirim her iki büyüğüme de.

Birlik Vakfı'nda Meczupların Hâmisi Yılmaz Güney

1982'de mezun olduk. Askerlik şu bu… Hayata atıldık. Serazat bir adamdım o yıllarda. Yirmi beşlerinde, edebî çizgisini netleştirmemiş bir genç.

O günlerde üç mahfil, üç dergâh, üç kaynak aydınlattı yolumu. Besledi, büyüttü. Işıttı önümü: Selahaddin Şimşek Asmaaltı Akademisi, İhvan Kitabevi, Birlik Vakfı/Çöplük.

Gümrükönü'nden Yenicami'ye çıkarken, sağda, bizim Sultan Süleyman Azaklı'nın sahibi olduğu Gülen Ekmek Fırını'nın üstündeki bir dairede, salonu Bulvara, oturma odaları arka bahçeye nazır Birlik Vakfı'ndaydık her Cuma veya Cumartesi. Bizim Gırıkkaleli Çıtak Veyselciğimle. (Karafilik)

Ezeli/ebedi başkanımız Harun hocaydı kuşkusuz. Varlığı yeterdi. Konuşmasına gerek bile yoktu. Akşamların ağır topları Sami Güçlü ve Yılmaz Güney'di. Merhum Ömer İnan'ı operasyon adamı olarak hatırlıyorum. Arka odaya birilerini çekip o şahsın bazı sorunlarını çözen kişi. Dairenin / vakfın kirası ve çay cağı giderleri için ayda bir salma vergi toplanırdı. (Bir nevi aidat.) Daha sonra iki dönem SAÜ, bir dönem de KOSTÜ rektörlüğünü üstlenen Muzaffer Elmas'a öderdik. Akademisyenlerin en gençleri ve mutemetleri olarak.

İşte Yılmaz Güney, hep susan ve dinleyen adamdı orada. Susan ağır top. Susan ağır adam. Sohbetin demlendiği, tavşan kanı çayların irinin gelip birinin gittiği, muhabbetin tavan yaptığı sıralarda, dış kapı çalınır, içeri bir meczup girerdi. Başka bir hafta da başka bir meczup. (Dört - beş ayrı kişiydi bunlar. Bilirdi, tanırdı herkes.) Onlar kapıda göründü mü yüzler Yılmaz Güney'e dönerdi, bak senin adamın geldi yine, ilgilen hadi bakışlarıydı bunlar. Yılmaz Abi de yavaş yavaş doğrulur, o dostunu kucaklar, arka odaya geçer ç beş dakika sonra dönerdi. Belli ki karnını doyuracak harçlığı vermiş, onu mutlu etmiş de göndermişti. Bunu, Yılmaz hocanın, giderken kış güneşi kadar etkisiz ve sakin, gelirken bahar güneşi kadar aydınlık ve mutlu bakışlarından okuyorduk. Yılmaz Güney, Birlik Vakfı'nda senelerce meczupların gözünden tanıdığı, bildiği sevdiği kişiydi. Onun müşfik bakışlarında kayboluyordu onlar. Ve kucaklayışında elbette.         

Irmak Dergisi Hatıraları:  “Durun, acele etmeyelim. İyi bir düşünelim dergiyi”

Yayıncı Mehmet Varış'ın çok doğru bir tespiti var: Trabzonlu Yılmaz Abi'de bir Karadenizlide olmayan her şey vardı, şeklinde. Bu sözün altına imza atarım, gönül rahatlığıyla. Nitekim aynı düşüncelerle, Yılmaz Abi'ye sağlığında, en az beş kez; - Sen tedavi görmüş bir Trabzonlusun abi, demişliğim vardır. Malum, Karadeniz insanı atak, cevval, gözü kara, heyecanlı, üretken, bir projede yüzde 50 başarı ihtimalini gördüğünde ona çoktan başlayan bir yapıya sahiptir. Yapar geçer o. Yılmaz Güney ise aksine son derece yavaş, kırk kere düşünmeden adım atmayan, ince hesap yapan, yüzde 100 başarı ihtimalini görmeden başlamayan, sakin, kontrollü, sağlamcı bir yapıya sahipti.

Nitekim 1999 Mart ayında, Keremali Dağı eteklerinde, bir jüri toplantısı biriminde yorgunluk çaylarımızı yudumlarken, benim, oradaki beş şaire birden,

            - Var mısınız Adapazarı'nda bir edebiyat dergisi çıkartmaya? Teklifime herkes, elbirliğiyle,

            - Varızzzz, diye bağırırken, bir tek o:

            - Acele etmeyelim, iyi hesap yapalım, dergicilik zor ve meşakkatli bir iştir. Üzerine iyice çalışalım, demişti.

Tam da buydu işte Yılmaz Güney. Sağlamcı, ihtiyatlı, sakin. 

Sana Yetki Verdiğimi Hiç Hatırlamıyorum, Fahri!

Onun öncülüğünde Irmak Dergisini, aylık olarak, tam on bir yıl, yani 132 (yazıyla yüz otuz iki) sayı çıkarttık. Çok işinin katkısı vardı, dergiye. Her biri değerli katkılardı. Müteşekkiriz.

Yakından bilenler, iyi bilirler, Yılmaz Abi, bizim başımız, pirimiz, dergimizin resmi sahibi ve yazı işleri müdürü, ben de kardeşi, öğrencisi ve dostu olarak Irmak'ın genel yayın yönetmeniydim.

Ortalama her hafta toplanırdık. Bu ayda dört, yılda elliye yakın toplantı demekti. Yılmaz Güney hocamız, ilk iki üç yıldan sonra toplantılara seyrek gelir olmuştu: mazereti hep aynıydı: İkinci öğrenim dersim var. Benim, asistanın girsin be hocam? Teklifime ise, sevgili Fahri, artık asistan yok ki girsin diye cevap verir olmuştu. Dört beş toplantıdan birisine ancak katılır olmuştu. Ben de yarı şaka yarı ciddi bir slogan tutturmuş, her toplantıyı Pirimiz başımız büyüğümüz Yılmaz Güney'den aldığım yetki ve cesaretle diyerek açar olmuştum.

Yine bir gün, onun da bulunduğu bir toplantıda, muziplik olsun diye, aynı sözle toplantıyı açtım. O önemli bir şey söyleyeceği zaman gözlerin ve ellerini açtığı her zamanki ifadesiyle,

            - Ben sana böyle bir yetki verdiğimi hiç hatırlamıyorum, sevgili Fahri, demiş, ortalık kahkahaya boğulmuştu.

b26275e3-4f16-4e97-905f-15a43c0850a1-001.jpg

Bu Dergiyi kapatmadınız mı daha?”

Irmak'ı çıkaralı dört beş sene olmuştu. Sessiz ve derinden yolumuza devam ediyorduk. Kurucu kadroda ve zamanla eklemlediğim arkadaşlarda da o ilk heyecan ve istek azalmıştı. Maddi zorluklar da gitgide artmıştı.

Yük ve sorumluluk en çok da Yılmaz Abi ile benim üzerimdeydi. İkimiz de farkındaydık her şeyin. Ben yeni arkadaşlar ve özel sayılar ve yarışmalardan oluşan yeni hedeflerle bu sorunu aşmaya çalışıyordum, Yılmaz Abi ise umudunu yitirmişti.

Her sene Aralık ayında, bir sonraki yıl nasıl bir Irmak olsun? toplantıları yapardık. Yılmaz Güney, bir tek bu toplantıları hiç aksatmaz, toplantının yönetici olan bana gözlerini dikerek, her zamanki beylik cümlesini boca ederdi masamıza:

- Bu dergiyi kapatmadınız mı daha?

Ben de şaka karışık, gülüşmeler arasından cevap verirdim:

            - Abi, 'Abazalar attan, Manavlar inattan ölmüş' atasözünü bilmiyorsun sen galiba. Bende Manav inadı var. Vazgeçer miyim hiç...

 En az beş yıl, Aralık toplantılarında yaşanmış bir diyalogdur bu, iyi hatırlar Irmak Ailesi bunu.

Ama 2011 Aralık ayında, ben de pes edince, 132. sayıda yayınımıza ara verdik. Her güzel şeyin bir sonu vardı, malum.

Artık Doktor Oldum, Beni Niye Tebrik Etmiyorsun Sevgili Fahri

Yılmaz Abi'nin doktorası uzamıştı. Ne zaman sorsam, hep mazeret ileri sürüyordu, işte çalışıyorum, işte az kaldı, işte danışman zorluk çıkarıyor, işte teze yeniden başladım. Üzülmesin, zor durumda kalmasın diye sormuyordum artık. Takibi bırakmıştım. Beş altı sene belki yedi sene geçti.

Bir gün Yılmaz Hoca bana hafif sitem kokan bir ses tonuyla, - Sevgili Fahri, sen beni tebrik etmiyorsun? - Ne oldu hocam? - Doktor oldum ben yahu? - Ya öyle mi? çok sevindim. Tebrik ediyorum hocammm. Tam on altı sene oldu başladığın Yılmaz Abi. Onuncu yıldan itibaren, seni, üzmemek içi sormuyordum. Affet beni. - Sen de haklısın. İki kere yarım kaldı. Birinde de teze yeniden başladım. Durum tam da buydu.

Erdem Beyazıt'ın Cenazesinde Bir Garip Yolculuk

2008 yılı 5 Temmuzu. Destani sesli ve yüzlü şair Erdem Beyazıt vefat etmişti. Sakarya Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Dairesi Başkanıydım. Hemen on altı kişilik bir minibüs yola çıkardık. İstanbul Eyüp Sulan Camii'nden kaldırılacak cenazeye gelme ihtimali olan dostlara şu saatte şurada yola çıkıyoruz diye mesaj attım. On kişi kadar yola çıktık. Şair Osman Sarı, Şair Yılmaz Güney, Şair Mustafa Emircan, İl Kültür Müdürü Hüseyin Yorulmaz, ben… İlk aklıma gelen isimler.

Hepimiz hüzünlüyüz. Sevdiğimiz bir şair ağabeyimizi ötelere uğurlayacağız zira. Araçta bir hüzün rüzgârı esiyor, kesif hâlde hem de.

Araçta dört Maraşlı var: Osman Sarı, Hüseyin Yorulmaz. İlk ikisi bu isimler. Sonra kökleri Maraş'a dayanan iki isim daha: Yılmaz Güney ve Fahri Tuna.

Söz dönüp dolaşıp Maraş'a geliyor. Bizler yaşları elliye yaklaşan isimleriz. Osman Abi ile Yılmaz Abi, altmışlarına dayanmışlar. Biz hep dinlemedeyiz. O ikisi konuşuyor, biz kulak kabartıyoruz sadece.

Yılmaz Güney, Osman Abi, İsmail Abi ile siz liseyi de Maraş'ta okumuştunuz değil mi? Diye bir konu açıyor. Bir nevi âşıklar sofrasında ayak vermek gibi bir sözmüş meğerse bu. Sona fark ediyoruz tabii.

Osman Sarı anlatmaya başlıyor:

İsmail Bey (Kıllıoğlu) ile Maraş İmam Hatip Lisesi'nin bitirdik. O zaman İmam Hatip'i bitirince bir tek Yüksek İslâm Enstitüsü'ne gidebiliyorsunuz. Erdem Abi (Beyazıt) ise ikimizi de Hukuk Fakültesi'ne gitmemizi istiyor. Hukuk'a gidebilmek için Maraş Lisesi'nde son sınıfı bir daha okumamız gerekiyor. Karar verdik, İsmail ile Maraş Lisesi'nde bir sene daha okuyacağız.

Tamam da şöyle bir gariplik var. Biz Maraş İmam Hatip Lisesi 7. sınıftan mezun olmuşuz. Maraş Lisesi'nde ise 6. sınıfa devam ediyoruz.

Neyse biz başladık. İkimiz de garibanız. Lise şehrin dış kısmında. İsmail 1.85, ben 1.55. Tam Nokta ile Virgül gibiyiz. Tren yolundan her gün yürüye yürüye, edebiyat sanat, şiir öykü konuşa konuşa gidip geliyoruz.  

Neyse, bahar geldi, mezuniyet törenine hazırlanıyoruz. Benim işim kolay, Fransızca bir şiir okuyacağım, sadede. Hemen ezberledim. İsmail'inki zor. Fransızca bir tiyatroda başrol oyuncusu. Başladı provaları. Çok yoğun. Görüşemiyoruz bir türlü. İsmail'i de çok seviyorum. Yolculuklar muhabbetler kesildi. Çok üzüldüm, deli olacağım.

Bir gün okul bahçesinde İsmail'e rastladım. Merak ve sitem dolu bir sesle, 'Neredesin İsmailll?' diye sordum. 'Her gün tiyatro provasındayız. Başımızı kaldıramıyoruz. Tören yaklaştı ya' dedi. 'Olsun, sonra buluşalım?' dedim. Utana sıkıla bana 'Osman, kusura bakma. Tiyatroda karşı rolümde oynayan bir kız var. Doktorun kızı. Kız bana asılıyor, ne yapacağım bilemiyorum' dedi, bu kez.

Buz kez aldı beni bir düşünce. 'İsmail, dedim. Nasıl asılıyor kız sana. Boynundan mı kolundan mı beline ip dolayarak mı?'

Hepimiz makaraları koyuvermiştik. En başta da Yılmaz Güney. Osman Sarı, bizlere kızmaya başladı. En çokta yakın dostu Yılmaz Abi'ye:

            - Ne gülüyorsun be Yılmaz.

- Abi şaka yapıyorsun?

- Ne şakası Yılmaz. Vallahi asılmak nedir hâlâ bilmiyorum ben.

Yılmaz Abi kahkahayla gülerken bir yandan da,

            - Osman Abi, işletme bizi.

Osman Sarı gayet ciddi ve safiyane bir yüz ve sesle:

- Yılmaz, gülme ne olur. Kızdırmayın beni. 62 yaşıma geldim, asılmak nedir bilmiyorum ben.

Kahkahanın şiddeti artıyor her dakika. Yılmaz Güney'i de ilk defa kahkaha ile gülerken görüyoruz. Ve hayret ediyoruz. Zira biz onun en çok bıyık altı gülmelerine alışığız. Osman Abi,

            - Gülmeyin, gülme bak Yılmaz, kızıyorum ha,

Dedikçe, karnımıza ağrılar girene kadar gülüyoruz biz.

Sizin anlayacağınız, biz o gün merhum şair Erdem Beyazıt'ın cenazesine mi gittik. Keloğlan filmi mi izledik, karıştırdık biraz.

Not1: Cenaze namazını o gün Eyüp'te eda ettik. Yüzlerce şair yazar o gün Eyüp Camii'ndeydi. Namazın ardından tabutu musalladan ile omuzlarına alan ise Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dı. Bu da çok anlamlıydı elbette.

Not2: Bu kitabın hazırlığı sırasında, 27 Ağustos 2023 günü 10.31'e Hikâyeci Dr. İsmail Kıllıoğlu hocamı, kitaba yazı istemek için ardım. Birkaç gün içinde uzunca, hatıra ve gözlemlerle örülü bir yazı yazıp da gönderdi. O görüşmede bu yolculuk ve hâtırayı da anlattım. İsmail Hocam da 'Osman'ın Köyü Sarımollalı, Altıparmaklı Obasındandır. Başkonuş Dağların insanı çok saf kalpli ve tertemiz olur. Osman da öyledir. O olay da öyle olmuştu' dedi. 

Trafik Hâtıralarımız: “Arabanın Haberi Var mı?’

Dostları iyi bilir. Yılmaz Abi çok iyi bir insan ama pek kötü bir şofördü. Benim gibi dikkatsizdi. Sık sık ufak tefek kazalar yapardı. Hele de kırmızı Skoda'sıyla. Birçok dostuyla trafik hâtıraları vardır Yılmaz Abi'nin, hatırladıkça bizleri gülümseten.  Birini arz edeyim buradan.

Yılmaz Abi'nin güzel huylarından birisi, bir toplantı sonrası, - eğer içimizden birinin o anda arabası yanında değilse - onu mutlaka arabasıyla evine kadar götürmekti. Bunu engelleyemezdiniz. Mutlaka ısrar eder ve götürürdü dostunu.

Ne olduysa, o gün arabam yanımda yok, bir Irmak toplantısı sonrası beni arabasıyla evime götürüyor. Yine o meşhur Düldül'le gidiyoruz.  Malum ben Beşköprü'de oturuyorum. Dörtyol'dan E-5'e çıktık, İzmit'e döndük, Goodyear'ı geçtik. sağda benzin istasyonuna saptık, yan yoldan Beşköprü'ye saptık. Çark'a paralel döndük. Düz gitsek, Doğu Roma İmparatoru II. Jüstinyanus'un M.S. 559'da yatırttığı tarihi Beşköprü'ye girer. Hayır, biz sola döneceğiz. Dönmeliyiz.

Döndük. Tarihi Kadı Köprüsü'ne doğdu. Köprüden geçeceğiz. Ben diyeyim 100, siz deyin 110 derecelik bir viraj. Köprü üzerinde korkuluk da yok. Yılmaz Abi geniş aldı virajı. Evyah. Dereye uçacağız. Uçuyoruz adeta. Ben sağda öndeyim malum, köprüye girdik gireceğiz artık. Ben gayrı ihtiyari: - Hocammm, köprüüü, diye bağırdım. Yılmaz Abi, o her zamanki meşhur sükunetiyle: - Görüyorum Fahri, dedi. - Araba görüyor mu? diye bağırdım. - Sakin ol, tamam, korkma, dedi. Ama yüreğim ağzımda benim. Çark Deresi de dolu akıyor, işin kötüsü. Kış akşamı. Çark şehidi olmamız işten değil. Neyse son anda sert bir sol yaptı da Yılmaz Güney, bu seferlik kurtulduk.  

Ararlarsa Görüşüyoruz

2003-2014 arası. Ak Parti iktidarının ilk on yılı. Yılmaz Güney'in Sakarya Üniversitesinde yıllarca birlikte görev yaptığı, İhvan Kitabevi'ni birlikte kurup yürüttükleri, meşhur Çöplük'te akşamlarca birlikte muhabbet ettikleri yakın dostlarından biri artık Cumhurbaşkanı (Abdullah Gül), diğeri Tarım Bakanı'ydı (Sami Güçlü). Hatta SAÜ Kampüs Kafeterya'da evlenen en büyük kızının nikâh şahidi de o günlerin Tarım Bakanı Prof. Dr. Sami Güçlü hocamızdı. Sami Hocamızı, makam şoförünü yüz metre uzakta arabada bırakıp Yılmaz Hoca'nın Kampüse yakın oturduğu evin altındaki çöplüğe dostlarıyla muhabbete geldiğini dün gibi hatırlarım. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Sakarya'yı ziyaretinde (Şubat 2009) Sapanca'daki özel muhabbetteki ekipte Yılmaz Güney'in olduğunu da. O meşhur Van minit'ten üç beş gün sonra.

Dostlarının Cumhurbaşkanıyla, Tarım bakanıyla görüşüyor musunuz? sorularına Yılmaz Güney Hocamızın cevabı her zaman aynıydı:

            -Ararlarsa görüşüyoruz.

Onlar aramadığı, gelmediği, ziyaret etmediği sürece bir kez bile kendisi onları aramamıştı. Makamdan mevkiden gösterişten, afra tafradan bu kadar da uzak biriydi işte Yılmaz Güney.

Fahri Tuna'dan Şikâyetim Var

Emekli olmuştum. Kâh Mardin merkezli Güneydoğu, kâh Edirne merkezli Balkanlardan sorumlu vali danışmanıydım. Irmak'ın yayını da durdurmuştuk. Ayın üçte ikisini Adapazarı dışında geçiriyordum. Dolayısıyla Yılmaz Abi ile de eskisi kadar sık görüşemiyorduk.

Az görüşebildiğimiz günlerinde birinde karılaştığımızda,

-Fahri Tuna'dan şikâyetim var benim, diyerek söze girdi Yılmaz Abi.

-Fahri Tuna'dan asıl benim şikâyetim var, abi, dedim. Sen onu ayda yılda bir görüyorsun. Ben bu adamdan yirmi dört saat - üç yüz altmış beş gün ne çekiyorum!

Sustu, düşündü, ne diyeceğini bilemedi bir vakit. Hak vermiş olmalı ki,

            -Tamam, şikâyetimi geri alıyorum, dedi.  

Dayanıklı Tüketim Maddesiyim Ben

Uzun yıllar sigara denen meretle yakın ünsiyet kuran Yılmaz Abi'den şu sözü sık sık duyardık:

-Ben dayanıklı tüketim maddesiyimdir. Üç gün aç kalabilirim ama üç saat sigara içmeden duramam.

Hakikaten de sigara içmeden duramazdı. Belki bu nedenle, ağız kokusundan kimse rahatsız olmasın diye ağzında sık sık karanfil çiğnerdi. Benim sigara düşmanlığımdan, işyeri ve evimde içirtmememden de açıkça söylemese de rahatsızlığını yüzünden okuyabiliyordum. Sonra bir gün çıkageldi, adeta sevinçten uçuyordu: - Müjde sevgili Fahri. Sigarayı bıraktım. Artık gerçekten dayanıklı tüketim maddesi oldum.

Ben de çocuklar gibi sevinmiştim. Islama köfte ve kabak tatlısı ikramı ile kutlamıştık sevinçli haberi. Ama sinsi sigara, gün gelecek, hainliğini edecek, ölüm raporunda vefat sebebi olarak "çoklu organ yetersizliğine bağlı kua (sigaranın akciğerleri bitirmesi)" kaydıyla karşımızda yerini alacaktı.

Sevgili İsmail, Beni Sinirlendiriyorsun

Her şairin yazarın sanatçının günlük hayatında kullandığı, kendine özgü hitapları vardır. O kavram/terim, o şahısla adeta bütünleşmiştir. O kelime telaffuz edildiğinde o şahıs akla gelir hemen. Cancağızım dendiğinde Peyami Safa akla gelir hemen, Binaenaleyh denilince Süleyman Demirel, Netekim denilince Kenan Evren, tabiatıyla denilince Turgut Özal.

Peki Yılmaz Güney denilince ne akla gelir? Kendine yakın yaştakilere daha çok üstat diye hitap ederdi. Kendinden küçüklere, Sevgili İsmail, sevgili Mustafa, sevgili Fahri diye. Bilhassa telefonda.

Sevdiklerini seni kucaklıyorum diye uğurlar, sitem edeceği zaman ise beni sinirlendiriyorsun derdi.   Bu kavramlar ondan bize yadigâr artık. Güzel hâtıralar, emanetler.

Birbirine örülü yüzlerce anıdan oluşan hâtıralar zincirinin, ondan bize kalan özeti ise şu iki cümledir:

- Ben dayanıklı tüketim maddesiyim.

- Seni kucaklıyorum sevgili Fahri.

Bizler de seni ağabey.

Bir gün cennette kucaklaşmak dileği ve duasıyla selâm gönderiyoruz sana.

Minnet, Fatiha ve muhabbetlerimizle güzel dost.

 

 

 

Bu haber toplam 207 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim