• İstanbul 17 °C
  • Ankara 14 °C
  • İzmir 17 °C
  • Konya 12 °C
  • Sakarya 16 °C
  • Şanlıurfa 18 °C
  • Trabzon 15 °C
  • Gaziantep 17 °C
  • Bolu 12 °C
  • Bursa 15 °C

Fahri Tuna'dan: ‘Yeftin’in Dayanılmaz Hafifliği

Fahri Tuna'dan: ‘Yeftin’in Dayanılmaz Hafifliği
Ne Şeyhler, Ne Hocaköy: Artık Kaynarca İlçesi Var İlkokulu bitirdik, geldi sıra ortaokula. 1971 sonbaharı. Kendimizden büyük şapkalarımız ve çantalarımızla ilçenin beş sınıflı ortaokulunda bulduk kendimizi.

Ne Şeyhler, Ne Hocaköy: Artık Kaynarca İlçesi Var

İlkokulu bitirdik, geldi sıra ortaokula. 1971 sonbaharı. Kendimizden büyük şapkalarımız ve çantalarımızla ilçenin beş sınıflı ortaokulunda bulduk kendimizi.

İlçe dediysek; dev büyük bir ilçe… 1959 yılı 1 Nisanında (yani benim doğumumdan tamı tamına sekiz ay önce) Hocaköy diye bilinen 69 hane 710 nüfuslu yerleşim Kaynarca adıyla ilçe yapılmıştı. Ciddi bir ilerleme/büyüme yaşayan ‘taze ilçemiz’ geçen on iki yılda 990 nüfusa erişmişti. Ama Kaynarca’nın asıl gücü 35 muhtarlığa bağlı 120 köyden geliyordu.

Kandıra’ya bağlı Şeyhler Nahiyesinin merkezi Hocaköy artık Kaynarca’dır ya, dönemin ileri gelenleri ‘ilçe’ kurulurken, büyük ve küçük Kaynarca köylerinden esinlenerek, dinî bir mana da içermeyen bir isim bulmuşlardır.

Kırk Beş Genç Artık Ortaokulluyuz

Müezzinlerden Mustafa Ay (Entaş’ta işçi oldu), Çubuklu’dan Sabahattin İmir (Milli Eğitim’de memur oldu), Yulaflı’dan Orhan Turan (Seka’dan işçi emeklisi), Okçular’dan Fahri Tuna (endüstri mühendisi, yazar), Gicikli’den Ercan Özturhan (sınıf öğretmeni, ilkokul müdürü), Kalburcu’dan Ecivet Açıkgöz (polis memuru) ve Niyazi Toygar (önceleri polis, sonraları tekstil fabrikatörü), Çeliklerden Tacettin Ülger (mali müşavir), Konakköyü’nden Orhan Uludağ (öğretmen, lise müdürü) ve Fazlı Duran (gıda mühendisi), Dımbazlar’dan Haşim Dönmez (TZDK’dan işçi emeklisi) ve Yaşar Aydoğdu (PTT emeklisi), Kuloğlu’ndan Cavit Turan (Siirt’te polis, şube müdürü hâlen), Kırktepe’den Ferruh Eren (Kaynarca’da ayakkabıcı esnafı), Küçükkaynarca’dan Sedat Özbay (tüccar), Kulaklı’dan Ferruh Kaymak (öğretmen, Bilecik Ticaret Lisesi Müdürüyken emekli oldu), Özbey’den Aşır Ahmet Çoban (izini kaybettik) ve Sadettin Kayı (gardiyan), İnekçi Kışla’dan Mehmet Uzun (hâlen köyünün muhtarı) ve Polat Uzun (hâlen Büyükçekmece Belediyesi Zabıta Müdürü) ve Yeşilova köyünden Mehmet Berkan (zannederim babası gibi o da Almanya’ya yerleşti) ve Kemal Öztürk (hafızdı).

İlçe merkezinden de yedi kişi vardı sınıfımızda; Binbaşıların Turan Aydın (fırıncı), Cihangir Göktaş (şoför), Nurettin Acar (şoför), Ragıp Acar (Tankpalet’ten işçi emeklisi), Turan Sarıöz (zabıta), Cumhur Tüfekçi (kahveci), Ersin Özel (marangoz).

Bayan öğrenciler de vardı zahir; Gara Ismayıl’ın kızları Şükran ve Müjgan Sarıkaya (iki kardeş de bankacı oldular), Koca Ziya’nın kızı Ömriye Kumru (bankacılıktan emekli), dönemin ilçe belediye başkanı Ferit Saner’in kızı Süheyla Saner (Kandıra’da ev hanımı), Ayla Kandemir, Vaizin kızı Nadide Arslan, Nurten Ordu (PTT’den emekli memur, beni roman/hikâye okumaya alıştıran arkadaşımız)…

Evet, ilk aklıma gelen isimler kırk beş kişi. Belki adlarını hatırlayamadığım üç-beş arkadaş daha, elli kişi. Her dönem iki sınıf halindeyiz.  1/A, 1/B, 2/A, 2/B, 3/A… Toplam beş sınıf. Kısmetimde hep A’lar oldu, numaram da 150’ydi.

Türkçeci Perihan, Matematikçi Muammer, Almancacı Hadiye Uçar

Müdürümüz Mithat Bey, Türkçeci ama pek derse girmiyor. Türkçecimiz Perihan hanım, üç yıl boyunca. Matematikçimiz daima ve her zaman ve efsane olarak Denizlili Muammer Kurgun’du. Biz iki sınıftan toplam yedi sekiz öğrenci onun has adamlarıydık.

Sosyal Bilgiler’e –galiba Ağvalıydı- Süleyman Bey adında –durmadan öğrenci döven, işkenceci bir hoca- geliyordu. Fen Bilgisi öğretmenimiz Ankaralı Hülya hanımdı; bize Fen Bilgisini sevdiremedi; ama –orta üçteydik, sanırım 1973 yılıydı- II. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün cenaze törenini TRT Ankara Radyosu naklen yayımlıyordu, Hülya hoca da –dün gibi hatırlarım- sınıfa radyo getirerek gözyaşları içerisinde töreni takip etti ve –farkında olmadan, belki de farkında olarak- bize tarih bilgisi ve şuuru vermeye çalıştı. Yörük’tü; anne babası gelmişti Ankara’dan ve keçi kılından heybeleri öğrenciler arasında gülüşmelere neden olmuştu.

Almanca’ya Manavgatlı Hadiye Uçar geliyordu; son sınıfın yarısında müdürümüz Mithat beyle  -sebebini bilemediğimiz, aslında bilip de buraya yazamadığımız- bir nedenden okkalı bir kavga etmişler, bu ufak tefek kıvırcık saçlı yörük kızı, adeta sinir heykeli gibi duran Mithat beye posta koymuş, tayinini alıp giderken bize de tembih etmişti: ‘lise okumak istiyorsanız, ikinci sömestr Adapazarı’na aldırın kaydınızı!’

‘Tevhit’le gelen dayak!

Perihan hanım sarışın güzel konuşan titiz bir öğretmenimizdi. Hiç unutmam, orta ikideyiz, Atatürk’ün her öğrenciye ezberletilen ‘Gençliğe Hitabesi’ni ezberlemişiz, sözlü sınavı yapıyor. Hafız Kemal’i kaldırdı, bir okuttu, iki okuttu, üç… çıldırdı: Kemal ‘ey türk Gençliği, birinci vazifen…’ diye başlıyor, tam da ‘… Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler…’ der demez durduruyor ve başlıyor başlıyor bağırmaya: ‘tevhid değillll, yeniden oku!’

Sinirinden adeta çıldıran Perihan hanım, cam tarafındaki koridorun ortasına kadar gelip Kemal’i bir tokatlamaya başladı ki, meydan tokat sesleri ile ve ‘tevhid değilllll, doğru oku şunu’ sözleri ile çınlıyor. Tabii bizler de konuyu tam anlayabilmiş değiliz.

Yıllar sonra Arapçadaki ‘üç ha’yı öğrenip de bizim Kemal’in vahdetten türeme tevhid yani birleştirme kelimesini ‘göbekten ha’ ile doğru okuduğunu hatırlayınca, Perihan hanımın belki ‘Arapça nefreti’, belki cehaletinden kaynaklanan ‘tevhit terörü’ne hem hayıflanır, hem de çok üzülürüm! Acaba Kemal arkadaşımızı görüp özür dilemesi, helâllik alması, ‘evlâdım, ben cehaletimden sana zulmettim, affedebilecek misin’ demesi mümkün olacak mıdır; bilemeyeceğim!

Yeftin kelimesinin dayanılmaz hafifliği

Yaşlarımız kırk beşi geçmiş, saçlarımıza ak düşmüş (tabii biz erkeklerin, bayanların saçına hiçbir zaman ak düşmüyor, düşmeye teşebbüs bile edemiyor, iyi ki de düşemiyor), ortaokuldan sınıf arkadaşımız Ömriye Kumru ile kahve içiyor, bir yandan da o günleri, hatıraları konuşuyorduk. Ben, ‘Hülya hocahanım, İsmet Paşa’nın cenazesini bize radyodan naklen dinletmişti Ömriye, hatırlar mısın?’ diye sorunca, o bana daha gönlümüzü titreten bir soru sormaz mı: ‘Yeftin kelimesi yüzünden Hülya hocadan yediğim dayağı hatırlıyor musun?’

Ömriye deyince hayal meyal hatırladım; ikinci sınıfta Adapazarı’na (güneye) bakan sınıftaydık. Fen Bilgisi dersinden Hülya hanım kuşları ve kuşların nasıl uçtuklarını anlattırıyor. Sıra Ömriye Kumru’da, söz de: ‘Hava kuşlara göre daha yeftin olduğu halde, kuşlar kanatları sayesinde uçarlar’, ‘nenenene, ne dedin sen? Bir daha tekrarla bakalım?’ ‘‘hava kuşlara göre daha yeftin olduğu halde, kuşlar kanatları sayesinde uçarlar’, ‘kız sen neler söylüyorsun, çabuk bir daha tekrarla!’, tam dört defa tekrarlayınca ben cümleyi, hışımla kürsüdeki sandalyesinden kalktı, öfkeyle geldi, bana bir tokat patlattı, ‘ben size yöresel şiveyle konuşmayacaksınız demedim mi!’ diye bağırdı. Bu olayın üzerinden tam tamına otuz koca sene geçtiği halde ben o günden bu güne bir daha ‘yeftin’ kelimesini kullanmadım, sana anlatırken ilk kullanışım!’

(Not: Yeftin Adapazarı ve çevresinde yerli / Türkmen halkın (muhtemelen Orta Asya’dan) getirdiği ‘hafif’ manasında bir kelimedir. Muhtemeldir ki birçok Anadolu ilinde de kullanılmaktadır.)

İlçe ve okul tarihinde İlk Film: ‘Çarşambayı Sel Aldı’

Televizyon daha icat edilmemiş bizim için, yani edilmiş de henüz bizim ilçeye ulaşmamış, belki bir iki kahvehanede var yok…

Sinema mı? Onun siftahı da bizimle oldu: Anlatayım; şimdi Kaynarca Lisesi olan bina o zamanlar –sadece- ortaokul. Lise açılmasına şöyle böyle daha bir elin parmakları kadar sene var. Spor salonu, konferans salonu, şu bu hak getire…

Bir ders çıkışı bizi ilk katın koridoruna topladı okul müdürümüz: koridorun sonundaki büyük geniş pencereye siyah bir örtü örtmüşler, ışık sızmasın diye. Üzerine de beyaz bir örtü. Gürültülü, tıkır tıkır sesler çıkaran, öreke mi desem çıkrık mı desem, evet evet çıkrığa benzeyen garip bir alet, beyaz perdeye koca koca insanlar yansıtıyor, hem de –sanki biz de filmin içindeymişiz, yanımızdaymışçasına- konuşturuyordu.

Bu bir filmdi; ilk kez sinemayı, filmi keşfediyordu bizim ‘Hocaköy’, pardon efendim Kaynarca ilçemiz. Filmin adı ‘Çarşambayı Sel Aldı’ydı. Filmde insanlar ‘rol’ yapıyorlardı hem de ‘baş’ı da ortası da sonu da olan ‘rol’. Bizim ilk filmimizin başrollerini Yıldıray Çınar ile Sezer Güvenirgil paylaşıyorlardı, hatırladığım.

Yıldıray Çınar’ın gevrek bir sesle ve genizden söylediği türküler kalmış en çok da hatırımda; ‘bölemedim felek ile gozumu’ vs.

Birch’un yumruğu ve Galatasaraylı oluşumun hikâyesi

Sene 1972. Galatasaray silip süpürüyor ligi; başında disiplin abidesi, demir yumruk İngiliz Brian Birch, kalede Nihat bazen Yasin Özdenak, sağ bek Ekrem, sol bek Aydın, stoper Muzaffer, libero Tuncay, orta sahada Bülent, Mehmet Oğuz, Çilli Mehmet, sağ açık Metin Kurt, santrafor Gökmen Özdenak, sol açık kaptan Uğur.

Üst üste üç yıl Türkiye Şampiyonu (şimdi Süper Lig deniliyor) olan Galatasaray bizi de alıp götürüyor tribünlerine; bu arada Tercüman okuruyum düzenli, 11.20’lerde geliyor Ada’dan (Adapazarı’ndan) gazeteler, kırtasiyeciye.

Ortaokul sürecinde –bir çok akranım gibi- içimde öyle bir Cimbom sevgisi oluşuyor ki, gün be gün artan; öyle böyle değil!.. Nitekim bu aşk, kırk iki yıldır eksilmeden sürecek, Alisamiyen’den TT Arena’ya birçok kez beni GS’la buluşturacaktı. Bu süreçte komik bir şey daha kalacaktı aklımda: Altmış altı yılında babamın traktör alırken sattığı üç çift öküzümüzden bir çiftinin adı ‘Arap’ ve ‘Gökmen’di de, diğer yandan Galatasaray’ın en golcü en korkulan santraforunun adı da Gökmen’di; bu nasıl işti böyle: Bizim köydeki ‘öküz’ün adı şehirde nasıl ‘insan’ ismine dönüşüyordu? Bu durum anlayamadığım muammalardan biridir hâlâ!

Gazeteden GS haberlerini, fotoğraflarını kesiyorum, ve de iç sayfada Murat Sertoğlu’nun –arkası yarın tarzında- yazdığı ‘Kavalalı Çolak Mümin’ güreşleri tefrikası var ki, büyükbabamla birlikte her akşam heyecanla okuyoruz! Henüz televizyon yaygın değil, sadece gazetelerden takip edebiliyoruz olan bitenleri.

Yeni İstanbul’da Bir Manşet: Deniz Gezmiş Asıldı

O günlerden hatırladığım birkaç sosyal/siyasal olaylar da var elbette. 12 Mart 1971 Muhtırasıyla Demirel Hükümeti indirilmiş, Faruk Gürler apar topar ‘kontenjan senatörü’ yapılarak TBMM’ye baskınla ‘cumhurbaşkanı’ seçtirilmeye çalışılıyordu.

Kaynarcalıların en rahatsız olduğu şey kendilerine ‘Kandıralı’ denilmesidir; oldum olası bu sıfattan hazzetmezler; bunun değişik sosyal/siyasal nedenleri var. Ama iki istisnası var gibime gelir öteden beri: Biri Kandıralı profesör Nihat Erim’in 12 Mart muhtırasından sonra 26 Mart 1971’den 22 Mayıs 1972 tarihine kadar Başbakanlık yapması, diğeri Kandıralı Anayasa profesörü Turan Güneş’in Kıbrıs Barış Harekatı’nın (20 Temmuz 1974) Dışişleri Bakanı olması. İkisi de bizim ortaokul yıllarımızın Kaynarca’sında heyecan ve memnuniyet yaratmış olaylarıdır.

Yine hafızamda yer etmiş, Yeni İstanbul gazetesinin (o günlerde Tercüman gibi Yeni Sabah ve Yeni İstanbul adlı günlük gazeteler de rağbet görüyordu) 07 Mayıs 1972 günkü manşeti: ‘Deniz Gezmiş ve Arkadaşları Asıldı’ İlk sayfada bir de darağacı…

68 Kuşağının lideri Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını biz ortaokul öğrencileri İsrail’in İstanbul Başkonsolosu (hafızam inşallah isim konusunda beni yanıltmıyordur) Abraham Elrom’u kaçırmaları ile duydu. Komünizmi getirmek için anarşi çıkarmakla suçlanıyorlardı. O yıllarda terör kelimesini bilmezdik biz, varsa yoksa ‘anarşi’. Gazetelere ve ajanslara göre (ki o yıllarda radyolarda 13.00 ve 19.00 haberleri çok ama çok önemliydi, toplanılır eni konu ‘ajans’ yani haber dinlenirdi) bunlar ‘komünist anarşistler’di. ODTÜ’yü işgal ettikleri, başkonsolos kaçırdıkları, yol kestikleri söylentileri kalmış zihnimde. Nihat Erim hükümeti astı bunları denilirdi, büyüklerimizin arasında.

Ralli, Çıldırtıcı Otomobil Sesleri ve Ali Sipahi

1973 yılı olmalı; biz dünyanın merkezini ‘Hocaköy’ biliyoruz; yani Kaynarca. Radyolardan, gazetelerden başka bir dünya daha var gibi –uzun kulaktan- haberler geliyor ama pek de inandırıcı değil; - şimdinin moda tabiriyle ‘sanal’ yani rüya-; zîra bizim dünyamızın dışında bir yerlerin, ne önemi var ki! Bir de bir hemşerimiz Nihat Erim başbakan, Kafdağı’nın ardında bir yerlerde bir hükümet var(mış), bir yerlerde futbol maçları oynanıyor(muş) ve hep –yumruğu sıkılı ve havada- tribünleri selamlayan Brian Birch’ün takımı Galatasaray şampiyon oluyor(muş).

Derken bir söylenti sarıverdi bizim küçük dünyamızı: daha önce hiç duymadığımız iki kelime – ki hâlâ ilk günkü tazeliğiyle- kulağımdadır: Ralli ve Ali Sipahi!

Bir ilkbahar günü salkım saçak sokaklara -ne sokağı, zaten boydan boya tek cadde var, ona da cadde demek için on şahit daha lâzım (ilçe nüfusu 990 kişi zira)- döküldük; aman ne kalabalık -bugün iki apartmanda oturanlar kadar seyirci o gün bize ne kadar kalabalık gelmiş(ti)- heyecanla yarışı bekliyoruz. Yolları açtılar, bizleri evlerin, dükkânlarına uygun olan balkonlarına çatılarına çıkardılar.

‘Geliyorlar’ çığırışları arasında, ben diyeyim on saniye siz deyin yirmi saniye, çıldırtıcı, kulak sağır edici bir otomobil sesi geldi ilkin, ardından sanki göz kırpma süresi kadar kısa bir zaman diliminde ‘en önde Ali Sipahi var, şampiyon bir Türk’ sesleri kalmış kulağımda; çok dikkatli bakmıştım Gebeş Ali Ağbinin dükkânının çatısından: Efsanemiz, masal kahramanımız Ali Sipahi, top sakallı, kırk- kırk beş yaşlarında esmerce biriydi sanki (belki de yanılıyorumdur).

 

07.02.2013

Bu haber toplam 1491 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim