Henüz Şeceretü’n-Nu’mâniyye’nin değil fakat Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Osmanlıların gündemine siyasî boyutlarıyla da sağlam bir şekilde yerleşmeye başlaması Yavuz Sultan Selim döneminde gerçekleşir; ilmî ve dinî/tasavvufî etkisi ise devletin kuruluş yıllarına kadar rahatlıkla götürülebilir. Mısır Seferi sırasında bir müddet de Şam’da konaklayan Sultan Selim’in, buradaki ikameti sırasında gündemindeki olaylardan biri de Muhyiddin İbnü’l-Arabî türbesinin keşif ve ihyasıdır.
Hayatı boyunca insanlar nezdinde “Şeyhü’l-Ekber” ve “Şeyhü’l-Ekfer” sıfatları arasında salınan İbnü’l-Arabî vefatından sonra da bitmeyen tartışmaların odağında kalmıştır. Türbesinin hâlinden anlaşılıyor ki, mezarının bulunduğu Şam şehrinde artık hatırlanması istenmeyen bir zattır. Nitekim Mağrib’in meşhur sûfîlerinden Ali bin Meymûn (ö. 1511), Şam’ın kuzeyindeki Sâlihiyye mahallesinde bulunan İbnü’l-Arabî’nin mezarını ziyaret etmek istediğinde, kendisini Şeyh’in kabrine götürecek gönüllü birini zar zor bulmuştu. Bu zat, ismini zikretmediği bir âlimden hareketle İbnü’l-Arabî’yi sevenlere uygulanan baskıyı şöyle örneklendirir: “Kalbinde İbnü’l-Arabî’ye karşı sevgi besleyen bu âlim, zikrettiğimiz kişilerden dolayı -ki Allah onları helak etsin- korktuğu için muhabbetini izhar etmeye güç yetiremiyordu.”[1]
Devrine yakın Osmanlı kroniklerden takip ettiğimize Sultan Selim, Mısır dönüşünde birkaç ay ikamet ettiği Şam’da, İbnü’l-Arabî’nin harap vaziyetteki türbesini tamir ettirip yanına bir câmi ve imaret/zâviye inşâ ettirmiştir. Tabiidir ki, bu yapıların masraflarını karşılamak için icap eden vakıflar da tesis edilmiştir. Başta Selimnâmeler, dönem kaynaklarının verdiği malumat bunlardan ibarettir. Biraz zaman geçtikten sonra ise kaynaklar Sultan Selim’e verilen manevî destek ve müjdeleri zikretmeye başlar. Hatta Hoca Sâdeddin Efendi’nin (v. 1599); Sultan Selim’in nedimi olan babası Hasan Can Çelebi’den nakli; Mısır seferinin emrinin bir rüyada, Hazret-i Peygamber tarafından ve Dört Halife vasıtasıyla Sultan Selim’e tevdî edildiğidir. Fakat Hoca Sâdeddin Efendi eseri Tâcü’t-Tevârîh’te İbnü’l-Arabî türbesinin ihyasından bahsederken herhangi bir olağanüstü/olağan dışı durumdan bahsetmez, çağdaşı kaynaklar gibi durumu kısaca aktarıp geçer.[2]
Her ne kadar bu manevî listede İbnü’l-Arabî’nin ismine rastlamasak da Sultan Selim’in Şam’da karşılaştığı manzaradan rahatsız olduğu açıktır. Bu sebeple Şeyh Mekkî Efendi’den (v. 1519), İbnü’l-Arabî’ye getirilen eleştirilere cevap niteliğinde bir eser yazmasını istemiş ve bu sayede, Farsça olarak yazılan el-Cânibü’l-garbî fî hall-i müşkilât-ı Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî isimli eser ortaya çıkmıştır. Bu gayrette Anadolu kazaskeri olarak Mısır seferine katılan büyük âlim Kemalpaşazâde’nin (v. 1534) İbnü’l-Arabî hakkındaki fetvası da etkilidir. Kemalpaşazâde’nin kaleme aldığı (veya bir görüşe göre Mısır’da bir müftü tarafından yazılıp kendisinin sonradan “imzaladığı”) ve Şam’daki türbeye asılan fetvaya göre “büyük şeyh, değerli önder, âriflerin kutbu, muvahhidlerin imamı Endülüslü Hâtem Tayy kabilesinden Muhammed bin Arabî, kâmil bir müctehid ve fâzıl bir mürşiddir. Şaşılacak menkıbeleri, olağanüstü hâlleri/kerametleri ve âlimler nezdinde makbul pek çok talebesi bulunmaktadır. Onu inkâr eden hata etmiştir; inkârında ısrar ederse, dalâlete düşmüş olur. Bu durumda sultana gereken onu terbiye etmesi ve inancından çevirmesidir. Çünkü sultan doğruyu yaptırmak ve kötüden menetmekle memurdur.”
Kemalpaşazâde’nin bu fetvası gayet önemlidir; zira fetva, sonuçları itibariyle ilginç bir denklem kurmuştur. Daha sonra İbnü’l-Arabî’yi müdafaa eden fetvalardan ikisi bu bağlamda denklemi daha da kuvvetlendirir. Şâfiî fakihi Hüseyin bin en-Natîbî “İçinde yaşadığımız asırda da şeyhin velâyetine inanmayanı görmedik. Hatta Sultan Süleyman Han ve babası Sultan Selim Han dahi onun velâyetini kabul etmiş, fikirlerini beğenmiş ve değerini takdir etmişlerdir. Sultan Selim şeyhin türbesini inşâ ettirmiş, gelip gidenlerin konaklayıp dinlendiği bir imaret ve tekke yaptırmıştır. Dolayısıyla şeyh ve söyledikleri hakkında sû‐i zanda bulunmaya cesaret eden aynı zamanda Sultan Selim hakkında da sû‐i zanda bulunmuş demektir.” diye yazarken; Hanefî fakihlerinden Muhammed bin Bilâl (v. 1550) kurulan savunma seddini daha da yukarı taşır: “İbnü’l‐Arabî’yi küfürle itham eden kişinin kendisi bu sözüyle küfre düşmüştür. İslâm dairesinden çıktığı gibi bütün amelleri de boşa gitmiş ve bu sebeple eşinden de boş olmuştur. Hatta bu kimse İbnü’l‐Arabî’yi tekfir etmekle aynı zamanda Sultan Selim’i de tekfir etmiş olmaktadır. Çünkü Sultan Selim Han İbnü’l‐Arabî’ye inanmış, onun görüşlerini benimsemiş ve Şam’da kabrinin bulunduğu yere büyük bir külliye inşâ etmiştir.”[3] Aynı dönemde Çivizâde Mehmed Muhyiddin Efendi’nin şeyhülislâmlık makamından azledilmesinin sebeplerinden biri de; Çivizâde’nin İbnü’l-Arabî ve Mevlânâ gibi tasavvuf büyüklerine yönelik aşırıya kaçan tenkitleri olmuştur.
Devamı için: https://edebifikir.com/kitap/bir-kitabin-uzun-hikayesi-seceretun-numaniyye-3.html
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.