Feci bir yanılgı bu!
Çünkü...
Bir şehirde yaşayanların pek azı kültürel ve ekonomik zenginliklerin paylaşımına katılıyorsa..
Şehirde yaşayan çoğunluk için hayat sadece önü alınamaz bir telaştan ibaretse...
Büyükmüş, küçükmüş ne fark eder!
O şehirdeki hayatın kültürel ve demokratik bakımdan kutsanıp göklere çıkartılacak yanı yoktur!
Batılı bir düşünür bu yanılgıyı şöyle anlatıyor: "Pazar günleri kiliseye gidenlerin sayısını yeryüzündeki hakiki Hıristiyanların sayısı sanmak gibi bir şey bu.
Oysa gerçek şehir hayatı en büyük şehirde bile birkaç mahalleden fazlasında görülmez.
Bir şehrin büyümesi dediğimiz şey, şehrin yaratıcı kalbine daha çok kan pompalanması değil, yağ dokusunun artmasıdır.
Şehirli nüfus ve şehirlerin kapladığı alan gitgide daha da büyüyecek.
Bundan kaçış yok!
Fakat böyle oluyor diye, kendimizi kandırmayalım! Büyük şehirlerin ruhumuzun besin kaynakları olduğunu düşünmek doğru değil.
Hele şehirlerin yaşamımızı kolaylaştırdığı iddiasına ne demeli! Kim inanıyor buna?
Severek seçtiğimiz için değil, post-endüstriyel kapitalizm çarkının işleyişi bizi buna zorladığı için şehirlerde yoğunlaşıyoruz.
Ama ne oluyor?
Huzur dolu ve güzel rüyalarımızda tenha kıyılar, mis kokulu ormanlar ve bir bostandan ellerimizle topladığımız domatesler, biberler resmigeçit yapıyor!
Anlayacağınız...
Bilinçdışımız gerçeği açığa vuruyor: İçimiz bir türlü ısınamıyor şehirlerin harala gürelesine!
Haydi itiraf edelim! En sıkı şehir tutkununun bile bütün sevdiği bir cadde, iki meydan, üç mahalledir!
Ya gerisi? Ya öteki caddeler, meydanlar, mahalleler?
Neyse... Burada keseyim. Ama bu konu bitmez.
Bir gün de "büyüğü küçüğü önemli değil, yaşamayı seçtiğimiz nasıl bir şehir olmalı?" sorusuna cevap arayalım.
19.08.2011 Sabah































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.