Evet, Roma İmparatorluğundan! Tuhaf bir tesadüf: Bakî efendi, Tanpınar'ın deyişiyle, sevgilisine erguvan renkli elbiseler giydirir; ama aynı şeyi, Roma'lı askerler Hz.İsa'ya da yapar: O'na, çarmıha gerilmezden önce erguvan renkli elbiseler giydirirler. Markos'a göre İncil'den alıntılıyorum: 'Askerler onu sarayın iç avlusuna götürdüler ve bütün taburu topladılar. Ona erguvanî [erguvan renkli giysiler] giydirdiler, bir diken taç örüp başına koydular.' Asıl önemlisi, erguvanın Bizans için de imparatorluk rengi olmasıdır. Bizans, soyluluk rengini, bu çiçekten, erguvandan almıştır.
Bizans imparatorları kadar, Osmanlı sultanlarının da erguvan ağacını sevdiklerini biliyoruz. I. Mahmud, 1148 yılında (1735), Hassa Bostancıbaşısı ile İzmit, Karamürsel ve Yalakabad kazaları naiblerine gönderdiği bir ferman ile 'hadika-i hûmayûn'a [saray bahçesine] 'gars olunmak' [dikilmek] üzere 'çınar ve dişbudak ve ıhlamur ve kara ağaç ve idris ve çitlenbik ve mişe [meşe] ve tefne [defne] ve ergavan [erguvan] ve ahlat' ağacı gönderilmesini buyurmuştur. Bunu, Ahmed Refik'in, 'Hicri On İkinci Asırda İstanbul Hayatı' adlı çalışmasından öğreniyoruz.
Erguvan, soyludur; ama Tanpınar'ın deyişiyle, 'kendi başına bir sefahattir' de! Onda, nisan sonu ile mayısın ilk haftalarında, olanca görkemiyle görünüp kaybolmanın gizemi, ya da büyüsü vardır. Bir ilkbahar çiçeğidir erguvan. İlkbaharda, Doğa'nın yeniden dirilişindeki kösnüllük, erguvanın coşkulu, birden fışkırıveren çiçeklenmesinde kendini belli eder. Tanpınar, 'Yaşadığım Gibi'de, benzersiz bir dilegetirişle anlatır.
Yahya Kemal gibi söylersek, 'İstanbul'un öyledir baharı'! İstanbul'da bahar, işte o Tanpınar'ın sözünü ettiği erguvan dalıdır. Elbette mor salkımlı ağaçlar, erikler ve öteki ağaçlar da çiçeğe durmuşlardır;- ama baharın ve Zaman'ın geçiciliğini, her şeyin o aydınlıkta neredeyse göz açıp kapayıncaya kadar olup bittiğini, ancak erguvandan öğrenebiliriz. Ne kadar kısa sürer erguvanın çiçeklenmesi ve ölümü! Çiçeklerini çok, çok erkenden, daha ilkbaharın başında yere döküyor olmasının hüznü bir yana, o dökülmüşlüğün tıpkı bir acem halısı gibi asfalta serilmiş görüntüsü, alelade toprağı, bir hasbahçeye dönüştürür...
Ben erguvan çiçeklerinin yere serilmişliklerini seviyorum. İngilizcede 'ennobling' derler, 'soylulaştırma', 'soylu kılma' diye çevirebiliriz. Erguvan, işte tastamam böyle bir çiçektir. Alelade bir yolu, sıradan, kağşamış bir evi, birden soylulaştırıverir. Erguvanların dökülüp yere serildiği o yol, bir 'Kral yolu'dur artık... Ben, ayrıca, erguvan çiçeğinin açılması ve toprağa düşmesinde, insanoğlunun fânîliğini anımsatan bir şeyler bulurum.
Görülüyor: Erguvan, bir şair için her şeydir: Önce İstanbul ve onun ilkbaharıdır; şairin gençliğidir erguvan ve onun ölümü... Yoksa Zaman mıdır erguvan? Belki de dışımızdan değil de içimizden geçen Zaman'ın rengidir. Ya da, sanki en doğrusu: İstanbul'da Zaman'dır o... Zaman'a olduğu kadar, imparatorluklara ve (evet niçin söylememeli?) ihanetlere rengini verendir... O, erguvandır, benim İstanbul'umdur o!..































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.