Demek ki, Yahya Kemal, Nailî'nin, bilebilmek 'feyz'ine sahip olmadığını söylediği 'âlem-i mânâ'yı, bilse bilse, yine onun, Nailî'nin bilebileceğini söylüyor ve biz, Nailî'nin dizesinden ('Yok bizde feyz âlem-i mânâyı bilmeye'), 'âlem-i mânâ'yı bilebilmek için belirli bir konumda olmak gerektiğini anlıyoruz. Bu konum da, Nailî'nin o dizesinin yeraldığı müseddestedir:
Yok bizde feyz âlem-i mânâyı bilmeye
Bir himmet olsa hâlet-i ukbâyı bilmeye
Cehd eylesek ne faide Mevlâ'yı bilmeye
Adem gerek hakikat-i eşyayı bilmeye
Bu dizelerden şunu anlıyoruz: Eşyanın hakikatini bilebilmek, ancak âlem-i mânâ'yı bilmekle gerçekleşebilir. Yahya Kemal'le Nailî'nin söyleşisinin özü budur.
Bu söyleşi, Yahya Kemal ve Nailî örneğinde olduğu gibi, her zaman söyleşen taraflardan birinin kimliğinin açık ve seçik olarak dilegelmesi biçiminde görülmeyebilir. Mesela, Ahmet Hâşim'in,
Zannetme ki güldür ne de lâle
Ateş doludur tutma yanarsın
Karşında şu gülgûn piyâle
diye başlayan 'Mukaddime' dizelerine Hilmi Yavuz'un
'doğu'nun geçitleri' şiirinde şu cevap verilir:
'âteştir eski geceler
"tut ve yan, tut ve yan
Kül ol, gülümüzden"
Şairler akşamdır, âteşgedeler
Ve biz kendi külümüzden
Bir hümâ ile geçtik!'
Yavuz'un şiirinde Hâşim'in adı geçmiyor. Adı verilmeyen Hâşim'in çekingen ['tutma, yanarsın'] tavrına karşılık, Hilmi Yavuz'un, deyiş yerindeyse, daha cesaretli bir yanıtı ['tut ve yan,tut ve yan'] sözkonusudur.
Bu iki söyleşinin, Kristeva'nın metinlerarası ilişkilerin 'olumsuzlama' [négation] türüne giren örnekler olduğu da öne sürülebilir. Ama bunların, Kristeva'nın 'olumsuzlama'ya verdiği örneklerle örtüşüp örtüşmediği, ayrıca tartışılmak gerekir.
30.05.2012 Zaman































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.