Nurettin Topçu’dan Fikret Arık’a bir mektup vesilesiyle
“Ben sevdiklerime çok zor yazabiliyorum”
İSMAİL KARA
Dergâh Yayınları 23 Aralık 2012’de yapılan bir müzayededen bir miktar evrak ve üç kitap satın aldı. Bunlar arasında biri Nurettin Topçu’ya, birkaçı Remzi Oğuz Arık’a ait mektuplar vardı, ayrıca bazı notlar, vefatından sonra Remzi Oğuz için yazılmış biri eksik üç konuşma metninin daktilosu, yine Topçu hoca tarafından 1947 ve 1955 yıllarında imzalanmış üç ders kitabı (Toplumbilim, Mantık, Sosyoloji) ve bir iki kartvizit... Bu evrak ve kitapların tamamının Medeni Hukuk profesörü ve Remzi Oğuz Arık’ın yeğeni Kemal Fikret Arık’ın (1913-1965)[1] metrükâtından çıkma olduğu anlaşılıyor.
Fikret Arık’la Nurettin Topçu arasındaki münasebetin tarihi ve yakınlığı hakkında hemen hiçbir malumata sahip değiliz. Aralarında dört yaş var, yurt dışında bulundukları yıllar çakışmıyor, İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu değil. Fakat tanışıklığın ve hukukun Remzi Oğuz üzerinden kurulduğunu tahmin etmek herhalde yanlış olmaz. İkisi de askerde iken yazılmış mektuptaki ifadeler sıcak, samimi ve yakın intibalar bırakıyor. Buradan münasebetlerinin ve fikir alışverişlerinin daha o yıllarda, Topçu 28, Arık 24 yaşlarında iken hayli gelişmiş olduğunu çıkarabiliriz sanıyorum.
Zarfın üstündeki damgadan anlaşıldığına göre mektup Bayazıt’tan 25. 6. 1937 tarihinde postaya atılmış. Adres olarak “Bay Fikret Arık, Nakliye taburu yar subaylarından, Çorlu” yazılı. Zarfın arkasındaki Çorlu Postahanesi damgasında ise 28. 6. 1937 tarihi var. Demek ki o günün şartlarında İstanbul’dan Çorlu’ya mektup üç günde varıyormuş.
13 Haziranda başlanan ama 24’ünde tamamlanan, tabir caizse birkaç hamlede biten, satır aralıkları geniş eski harfli mektup dört sayfa. Bununla beraber Nurettin Hoca’nın hayatına ve düşünce dünyasına dair önemli ipuçları taşıyor denebilir.
Hangisinden başlayalım?
Bana en çok çarpan Nurettin beyin edebiyat zevki ve Paris’e gitmeden teşekkül ettiğini düşünebileceğimiz mistik yoklamaları, arayışları açısından da önemli olduğunu zannettiğim, 11 senedir anlamak ve kendine mal etmek için peşinde dolaştığı beytin hikâyesi.
Senin âşıkların kılmaz nazar Firdevs-i a’lâya
Komuşlar bunca sevdâyı ulaşmışlar bu sevdâya
11 yıl gibi kesin bir rakam verdiğine göre ilk duyuşunu ve ihsaslarını, nihayet ezberleyişini kesin olarak hatırlıyor demektir. 17 yaşında yani İstanbul Erkek Lisesi’nde talebe iken hangi hoca ve ne türden etkili açıklamalarla bu pek yaygın olmadığını zannettiğim beyti tedris etmişti acaba? Yoksa az bir ihtimal olmakla beraber bir kitaptan mı okumuş, bir sohbetten mi duymuştu?
“(…) Bu sevda (…) Allah’ın sevgisidir. Ruhî vâkıa diye bende gizli ve hiç tanımadığım bir şey var ki bugüne kadar sevdi, düşündü, ağladı ve acı çekti, çırpındı ve ihtiraslandı, sabretti ve murada erdi, işte ben sade bunun âşıkıyım, ve herbir yerde bunu aradım, sanki ışıkla yine ışığı aradım. Onun ardından tahammül ve cesaretle nihayete kadar yürümek için ne büyük bir söz vermişim! Geri almak imkânsız (…)”.
Şiirine tutkusunu bildiğimiz Abdülhak Hâmid’in mısraını kullanış biçimi de bir felsefeciye yakışır edebîlik tadında. Nurettin beyi yakından tanıyanlar onun biraz “evhamlı” olduğunu bilirler. O da bunu biliyor ve tifo aşısının verdiği hafif ateş üzerinden muhatabına lâtife yollu itiraf ediyor. Ama nasıl?
“Benim evhamlı olduğumu bilirsiniz. Ama Hâmid’in şu sözünü hatırlayın: Evhâm ile bir gelir hakâyık. Bu hakikat uğruna olacak, ben ne ateşler geçirdim, bilsen! Başım kül gibi oldu, saçlarım ondan beyazlandı (…)”. Erbabına malum olduğu üzere felsefede vehim günlük dilde kullandığımızdan hayli farklı olarak idrak kademelerinden biridir; hakikat onunla (da) gelir. Hâmid üzerinden ona işaret etmenin bir yolunu buluyor.
Mektuptaki hurde malumattan bir diğeri askerlik günlerinin şartları ve psikolojisi[2]. Nurettin bey Paris’te doktora tezini bitirdikten sonra 1934 yazında yurda dönüyor ve eğitim yılının başında Galatasaray Lisesi'nde Felsefe öğretmenliğine başlıyor. Bir yıl sonra, 12 Eylül 1935 tarihinde H. Avni Ulaş'ın üvey kızı Fethiye Hanım'la evleniyor. Düğün gününün akşamı İzmir Erkek Lisesi Felsefe öğretmenliğine tayin emrini alıyor. Çünkü Galatasaray Lisesi Müdürü Behçet Bey’in, o sene Haziran imtihanında geçmelerini istediği nüfuzlu ailelerin çocuklarından başarılı olamayanları Haziranda da, ikmal imtihanında da geçirmemiştir. İzmir’de de hem Ankara hem okul idaresi peşindedir.
Böyle bir ortamda askerlik, hem de İstanbul’da bir yerde nefes alma aralığı gibi olmalı. Mektuptan sarih olarak anlıyoruz ki 6 Mayıs 1936 - 31 Ekim 1937 tarihleri arasında levazım asteğmeni olarak ifa edilen askerlik günleri umumiyetle güzel geçmektedir. Peki ya iç dünyası?: “Kafam rahat, işim rahat, içim belki değil, çünkü o hiçbir zaman rahat değildir”.
Topçu’nun fikir dünyasına ve yaşama üslubuna aşina olanların hemen farkedebilecekleri bazı kuvvetli unsurlar da var mektupta. Önde geleni ömrü boyunca derunî bir tecrübe gibi ısrarla ve ihtirasla bağlı olduğu tabiat aşkı ve boş vadileri, yeşil tepeleri, akan yahut biriken suları, güneşin doğuşu ve batışını, çiçekleri, böcekleri, kurumuş dalları, solgun yaprakları, kısaca tecellinin ve varlığın binbir vechesini temaşa için uzun mesafeleri yaya kat etme zevki. Mektupta etraftaki tabiatı görmek için yürümeye, temaşaya ikna edemediği arkadaşlarından “asilzâde münevver” kim acaba? Askerlik arkadaşı Selahattin Savcı’nın yazısından öğrendiğimize göre “tertipler” arasında Kasım Gülek, Gafur Soylu (vali), Tahsin Banguoğlu, Hıfzı Oğuz Bekata, Nadir Nadi, Kıbrıslı Şinasi (diplomat), Halil Vedat Fıratlı gibi en azından bir kısmı asilzâde sayılabilecek zevat var. Yoksa kışla dışından sivil bir tanıdığını mı kastediyor?
Sondaki notta “Topçu” soyadının hikâyesi de var. Muhtemelen Fikret Arık mektubunda “topçuluk” üzerinden bir lâtife yapmış (topçu subayı mı idi acaba?) veya soru sormuş, levazım sınıfından Nurettin bey de lâtifeyi veya soruyu cevapsız bırakmamak için derkenar tarzında bir açıklama yapma ihtiyacı hissetmiş.
İşte o mektup:
İstanbul, 13 Haziran 1937
Kardeşim,
Mektubunu bir ay evvel çok sevinçle okumuştum. Bir aylık ihmalim bu sevincin eseri mi diyeceksin. Ben sevdiklerime çok zor yazabiliyorum. İfadedeki aczi göstermiş olmaktan çekiniyorum belki. Bir aydır yazmak istediğim halde bugüne kısmet oldu. Bu Pazar günü evde yalnızım. Herkes bir tarafa gitti.
Oraya ve muhitinize ait yazdıklarınız tahmin edebileceğim şeyler çıktı. Yalnız Refik’le oda arkadaşlığından artık kurtulmuşsundur zan ederim.
Galiba iki hafta evvelisi babanı kardeşinle Haydarpaşa istasyonunda gördüm. Kızlarını karşılamaya gelmişlerdi. Kolordu emrine geçmiş olduğunu da babandan duyunca çok memnun oldum. Artık oraya da alışmışsındır zan ederim.
Ağustosda manevrada Kırklareli’nde buluşmak imkânı -kolorduya geçmiş olduğuna göre- yok olmuş demektir. Bakalım benim Kırklareli hikâyesi ne olacak?
Şimdi benim buradaki vaziyetim çok rahattır. Sabahları ekseriya saat 11’de Tophane’den kalkan ekmek kamyonuyla Kâğıthane’deki mesiremize gidiyoruz. Öğle vakti oradayım. Akşama kadar kilerden anbara, debboydan kilere dolaşmakla, çiftlik kâhyası gibi etrafa emirler savurmakla ağaçlar, tepelerle çerçevelenen güzel vadide günümüzü geçiriyoruz. Levazım müdürü olan âmirim pek kibar, centilmen bir adam.
Kafam rahat, işim rahat, içim belki değil (çünkü o hiçbir zaman rahat değildir). İşte böyle günlerimi geçiriyorum. Bir zamanlar “Kanlı yol” dediğim Okmeydanı potası yokuşundan şimdi otomobille rüzgârla şakalaşarak geçmek pek hoş oluyor.
24 Haziran
Mektubunun üzerinde adresini bulamayınca, babanın verdiği adresi de kaybetmiş olduğumu görerek bu mektubu onbir gündür yine öylece bıraktım. Bu sabah sizin eve uğradım. Onlar da senin mektubunu alarak sevinmişler. Babanla anneni gördüm, resmini almışlar ama yanlarında değildi, kardeşinde imiş. Göremedim, lâkin ben de isterim. Onlar iyilerdi. Senin Temmuz başında geleceğini söylediler.
Koştum, gelmeden mektubunu yollayayım da bari yüzüm kara olmasın dedim. Şimdi bu saatte annemle Cahid’in [Okurer?] annesi sizdeler. Ben bir münasebetle eve erken döndüm. İsabet, İstanbul’da tifo salgını olduğundan aşı olmuştum. Azar azar aşının tesiriyle ateş geliyor galiba. Ateşli şeyler yazmak isterdim ama içimdeki ateş acaba sönmedi mi? Ha, sen kolorduya henüz nakletmemişsin, ben yanlış anlamışım. Emir subayı olmuşsun. Lütfi’den [Bornovalı?] geçen hafta kısa bir mektup aldım. Kimseye yazamadığını, yazmak istemediğini söylüyor. Yahu hayatın sevilecek tarafını görüp anlatan yok mu? Ben hâlâ güneşe âşık yaşıyorum. Ama o da şimdi çok terletiyor ve öksürüğümü benden ayırmıyor. Benim Kâğıthane’m çok güzel bir yer. Akşama kadar çok sevdiğim yanımızdaki İmrahor vadisine doğru gidip bakıyor, seviyor ve dönüyorum. Ve gelene -otomobilci, ekmekçi, kasap, aşçı vesaire- şu arkadaki vadiyi biliyor musun, çok güzeldir, ne olursun bir gidip gör, demek için tutuşuyorum. Halbuki oraya kadar gidip bakmak için geçende bir asilzâde münevveri bile ikna edemedim.
Yaşa benim sevgili güneşim, diyorum ve hiç olmazsa benden ve bu duygusuz insanlardan fazla yaşa da belki senin nurdan gözünün yarattığı şu cennet âlemini temaşa etmesini bilen biri gelir. Yoksa bu duygusuzlukta nasıl durulur? Yüzbinlerce merhamet mevzuu hadise arasında yine herkes tasasız hazmını yapıyor. Her saat, her gün bir nâmütenâhi varlık âlemi şuurumuzun karşısından geçiyor da yine herkes yarının kaygısıyla gözlerini kapamış yaşıyor.
İşte yine iyi hatırlıyorum, galiba Azeri şairlerinden Alişir Nevaî şöyle söylemiş:
Senin âşıkların kılmaz nazar Firdevs-i a’lâya
Komuşlar bunca sevdâyı ulaşmışlar bu sevdâya[3]
Yüzbinlerce sevda mevzuunu bırakıp da ulaşılan bu sevda hangisidir diye, işte onbir sene oluyor, hâlâ düşünürdüm. Nihayet anladım ki bu tâ içimizdeki nâmütenâhilikte kendini bize tanıtan Allah’ın sevgisidir. Ruhî vâkıa diye bende gizli ve hiç tanımadığım bir şey var ki bugüne kadar sevdi, düşündü, ağladı ve acı çekti, çırpındı ve ihtiraslandı, sabretti ve murada erdi, işte ben sade bunun âşıkıyım, ve herbir yerde bunu aradım, sanki ışıkla yine ışığı aradım. Onun ardından tahammül ve cesaretle nihayete kadar yürümek için ne büyük bir söz vermişim! Geri almak imkânsız.
Kardaşım, tabiatta ve sanatta, felsefede ve ahlâkda gaye kendimizi bulmaktır, kendimizi yakından tanımaktır. Halbuki en az kendimizi tanıyoruz ve her an kendimizden uzaklaşıyoruz. Ben insanlarda kendi nefsine karşı samimiyet arıyorum ve pek ender buluyorum. Çünkü en büyük ve yegâne afv edilmeyecek olan günah, kendi nefsine karşı samimiyetsizliktir.
Aşının ateşi geliyor galiba. Benim evhamlı olduğumu bilirsiniz. Ama Hâmid’in şu sözünü hatırlayın:
Evhâm ile bir gelir hakâyık
Bu hakikat uğruna olacak, ben ne ateşler geçirdim, bilsen! Başım kül gibi oldu, saçlarım ondan beyazlandı. Gandi ile uğraşıyor musun? Ben ne okuyor, ne yazıyorum. Ama çok istiyorum. Bakalım ne olacak? Kendi kendime ve kendi kendimi düşünüp durmadan başka hiçbir şeye vakit bulamıyorum, öyle zan ediyorum ki başka hiçbir şey yapmıyorum, hiçbir şey bilmiyorum.
Mektubumun burasında ateş gelmiş, uyumuş kalmışım. Şimdi annem sizden geldi. Ailelerimizin tanışması ne kadar lazım. Bu da bizi daha iyi tanıtıyor. Annem anneni çok sevmiş. Daha gidince Emin Bey Kayseri’den üç ahbap çavuşların (Lütfi, Mehmet ve sen) resimlerini göndermişti. Büyültecekmişsiniz. Onu Lütfi’ye göndereceğim, o sana gönderir. Bu akşam Lütfi’ye de mektup yazacağım. Şimdilik sana muhabbetlerimi sunar, gözlerinden öperim kardeşim. Temmuz başında bekliyorum.
Nurittin Topçu[4]
[Not] Benim soyadım Topçu’dur. Bu adı hayatta daima topçu olduğuma alamet görülsün diye almadım. Cedlerimin birkaç asırlık adını muhafaza ettim.
[Fikret Arık’ın notu] Cevap: 20 Ağustos 937
Zeyl
Mektupta Alişir Nevaî’ye nisbet edilerek zikredilen beytin birinci mısraının yazılışında tereddüt ettiğim iki kelime vardı. Acaba eksik mi yazılmıştı yoksa ben mi yanlış okuyordum diye Marmara İlahiyat Fakültesi İslâmi Türk Edebiyatı hocalarından Ahmet Karataş kardeşime bir pusula gönderdim. 9 Ocak 2012 tarihinde lütfettiği bilgi dolu cevabı “mektup bereketi” kabilinden zeyl olarak takdim etmeyi münasip gördüm, elbette teşekkürlerimle:
Aziz ve muhterem Hocam,
Gönderdiğiniz mısralar XIV. asrın şâirlerinden Âşık Paşa’nın (v. 733/1332) bir gazelinden alınmıştır. İlk mısra gazelin de ilk mısraını oluşturmaktadır. İkinci mısra ise sözkonusu gazelin ikinci beytinin ikinci mısraıdır.
Bu gazel Âşık Paşa’nın meşhur eseri Garibnâme’de bulunmamaktadır. Abdülbaki Gölpınarlı bazı şiir mecmualarından yaptığı taramalar neticesinde Âşık Paşa’nın 14 gazelini tespit ederek “Âşık Paşa’nın Şiirleri” başlığıyla 1935’te Türkiyat Mecmuası’nda neşretmiştir (sy. 5 [İstanbul 1935], s. 87-100). Mevzubahis gazel bu makalenin 90-91. sayfalarında yer almaktadır.
Gölpınarlı, bu gazeli Yûnus Emre Divanı’nın birkaç yazma nüshasında da gördüğünü söylemektedir (a.g.m., s. 88). Herhâlde gazelin Yûnus Emre’ye âit olmadığına kanaat getirmiş olmalı ki bunu “Âşık Paşa’nın Şiirleri” başlığı altında neşretmiştir. Zaten makalesinde de Âşık Paşa’nın büyük ölçüde Yûnus Emre’nin etkisinde kaldığını ifade etmektedir (s. 97-98). Mustafa Tatcı’nın, hazırladığı Yûnus Emre Divanı (Tenkidli Metin) (İstanbul 2008) ve Âşık Yûnus (İstanbul 2008) başlıklı kitaplarına bu gazeli almaması gazelin Âşık Paşa’ya ait olduğu ihtimalini daha da kuvvetlendirmektedir.
Dokuz beyitlik gazel şu şekildedir:
Senün âşıklarun kılmaz nazar Firdevs-i a’lâya
Ne hûrîden haber söyler ne meyleyler musaffâya
Nukûş-ı mâsivallâhdan geçürmiş bunları ışkun
Komuşlar bunca sevdâyı ulaşmışlar bu sevdâya
Rumûz-ı “kâbe kavseyn”ün ne mi’râc ü ne vahdetdür
Ki “sübhânellezî esrâ” beyân düşmüş bu isrâya
Eğer şol Vâhib-i i’tâ cemâlün ka’besin bulsa
Yıkardı beytü’l-asnâmı ne rağbet deyr-i dünyâya
Eger nasrâni ger tersâ cemâlün pertevin görse
Ki secde kılmaya hergiz Menât ü Lât u Uzzâ’ya
Ene’l-Hak kıblesün bulmış yüzüni Hakk’a döndürmüş
Şarâb-ı lemyezel içmiş bakın Mansûr-ı şeydâya
Eger deryâ-yı ışkundan ki katre nûş ide sâlik
Hemân-dem cümle kevneyni virür târâc u yağmâya
Sorarsan âşıkun hâlini zâhid kendüden sorgıl
Fenâ bahrine gark olmuş ulaşmış katre deryâya
Gel iy miskîn gözün yum sen cemâl-i mâsivallâhdan
Bugün gör bunda dîdârun ne hâcet va’d-i ferdâya
(Abdülbaki Gölpınarlı, “Âşık Paşa’nın Şiirleri”, Türkiyat Mecmuası, V [İstanbul 1935], s. 90-91).
Muhterem Hocam, elimdeki eserlere göre Âşık Paşa’nın bu gazeline evvelâ Sadri Maksudi [Arsal], “On Dördüncü Asır Başlarında Osmanlıca Şiir Üslûbu” başlığı altında yer vermiş (Türk Dili İçin, yy, 1930, s. 248), bilâhere Hasan Âli Yücel bu gazeli tekke şiirine örnek olarak neşretmiştir (Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış, İstanbul 1932, s. 64). Ayrıca Sadeddin Nüzhet Ergun da Türk Şâirleri adlı ansiklopedik eserinin Âşık Paşa maddesinde gazeli yayımlamıştır (İstanbul 1936, I, 136-137). Gazel, M. Zeki Pakalın’ın Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’nde de yer almaktadır (İstanbul 1983, III, 447).
Abdülbaki Gölpınarlı neşrinde bazı kelimelerin yanlış kaydedildiği görülmektedir (nukûş-ı: nukşuu; mi’râc ü: mevvâcü; asnâm-ı: asmânı…). Sadeddin Nüzhet Ergun ise gazelin bulunduğu Eğridirli Hacı Kemal’in Câmiü’n-nezâir’inin yazma nüshasını (Beyazıt Devlet Kütüphanesi, nr. 5782, vr. 755) yeniden inceleyerek gazeli daha doğru bir şekilde eserine kaydetmiştir, ancak burada da bazı hatalar dikkat çekmektedir. Yukarıda künyelerini verdiğim diğer eserlerde ise gazel maalesef bir yığın hatayla neşredilmiştir. Sadeddin Nüzhet Ergun ayrıca bu gazelin Hicâz ilâhi olarak bestelendiğini de belirterek gazeli Türk Musikisi Antolojisi’ne almıştır (İstanbul 1942, s. 560).
Son olarak, elimdeki bir notta Şehbenderzâde Ahmed Hilmî’nin Hikmet Gazetesi’ndeki yazılarından birine bu “nazm-ı âşıkâne”den birkaç beyit aldığı kayıtlı.
[1] Medeni Hukuk profesörü Kemal Fikret Arık 1911 yılında İstanbul'da doğdu. Ankara Hukuk Fakültesi’nden 1936 yılında mezun oldu. Askerliğini yaptıktan sonra gittiği Fribourg Hukuk Fakültesi’nde "Le Legs d'Assurance - Décès d'Après le Droit Suisse" başlıklı doktora tezini 1941'de tamamladı. 1942 yılında açılan doçentlik sınavını kazanarak Ankara Hukuk Fakültesi’nde göreve başladı, 1944 yılında Siyasal Bilgiler Okulu öğretim üyeliğine geçti. 1965'te vefat eden Arık Fransızca, İngilizce, Almanca bilmekteydi.
Siyasal Bilgiler Fakültesi 1973 yılında hakkında bir armağan kitap yayınladı.
[2] Topçu’nun askerlik dönemi hakkında bugüne kadar tek bilgi kaynağımız askerlik arkadaşı ve öğretmen Selahaddin Savcı’nın, Topçu’nun vefatından sonra yazdığı hatıra türünden bir yazı idi. 17 Ağustos 1975 tarihli Tercüman’da neşredilen “Nureddin Topçu üzerine” yazısı Şevket Beysanoğlu’nun Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları kitabına da alınmıştır; Ankara, 1978, III, 197-200.
[3] Bu beyit için lütfen “Zeyl” kısmına nazar atfedin.
[4] Mektup eski harflerle yazılmış olmakla beraber isim ve soyad Latin harfleriyledir. Muhtemelen Latin harfli nüfus cüzdanına öyle kaydedildiği için Topçu hocanın adı 1960’lı yıllarda tashih ettirinceye kadar kendi elyazılı bazı metinlerinde de “Nurittin” olarak geçecektir. İlk nüfus kaydında ve 1928 tarihli Lise diplomasında adı Osman Nuri.































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.