XVIII. ve XIX. yüzyılların emperyalist uygulamalarında, çok uzaktan da olsa, bizzat ahlak dünyasının kurucu erdemleri arasında belirleyici konumda olan “doğruluk” (insanın dışına karşı) ve “dürüstlük” (insanın kendisine karşı), “yardımseverlik” gibi erdemlerin çağrıştırıldığı göreceli bir duygunun varlığına atıf sezilebilir. “Uygarlaştırma”, “eğitme”, “hayat standardını yükseltme” gibi söylemlerin gölgesinde “Avrupalı”nın “insanlık ve dünya için” önemini vurgulayıcı ve ona göreceli bir “erdemli kişilik” sağlayıcı tutumda görünme arzusu böyledir. Nitekim Avrupa dışındaki ülke ve devletlerde bu tutumun belli azınlıklar, gruplar, kesimler, toplumsal sınıflar tarafından kabul görmesi, bu göreceli değerlerin, emperyalist politikaların somutluğunu ve gerçekliğini gölgeleme kabiliyetiyle ilişkilidir. Çin Mandarin aristokrasisi, İngiliz emperyalizmiyle uzlaşarak halkın geçim kaynağı olan pirinç tarlalarına afyon ekimini şart görebilmiştir. Mao’nun “Uzun Yürüyüş”ü, geç ve güç de olsa söz konusu göreceli değerin ve emperyalist tutumun ve uygulamanın doğurduğu bir karşı tepkiydi. Onun da göreceli bir değere dayandığı ancak '70’li yıllarda “Le Monde Diplomatique”in sürmanşete çektiği şu başlıkta ifadesini bulur gibiydi: “Konfüçyüs Mao’yu Yendi!”
Özetle emperyalizm olarak nitelenen devletlerin uyguladığı politikaların oluşturulmasında, hukuktan önce ahlaki ilkelerin kullanılması ve değerlendirilmesi şöyle ve böyle söz konusudur. Bu bağlamda, “Küreselleşme” söyleminin atfettiği bir ilke var mıdır? Bir başka yazıda ele alınacaktır.
06.02.2013 Milli Gazete































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.