• İstanbul 16 °C
  • Ankara 23 °C

Kavala; Koyunda ve Koynunda Kaybolunan Şehir

Fahri TUNA

Portre / Fahri Tuna

Bizim kültürümüzde bir şehir bazen bir insandır, bir isimdir, bir unvandır: Plevne Gazi Osman Paşa’dır mesela, Filibe Şehbenderzâde Ahmet Hilmi Bey’dir. Nâzım Florinalıdır, Fahri Malatyalı. Kerbela Hazreti Hüseyin’dir bizde,  Bitlis İdris Bey.

Ne zaman bu şehirlerin ismi anılsa bir ortamda, aklımıza bu şahıslar düşer ilkin. Doğaldır, normaldir bu.

İtiraf edeyim hadi: Kavala da benim için Mehmet Ali Paşa’dır ilkin. Hani şu payitahtın başına bela olan Mısır’ın Osmanlı Valisi Mehmet Ali Paşa. Valiliğini yaptığı Osmanlıya karşı ordu kurup isyan eden Mehmet Ali Paşa. 1839’da Gaziantep Nizip’te, Osmanlı Ordusunu, yani Sultan II. Mahmut’un askerlerini dört saatte perişan eden Mehmet Ali Paşa. Osmanlı’nın Avusturya ve İngilizlerden yardım alarak ancak Kahire’ye püskürttüğü Mehmet Ali Paşa.

Ne kusur günahı vebali varsa, Kavala denilince benim aklıma devletimize isyankâr, baş belası olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa gelir hep. Kavala benim zihnimde hep soğuk, sevimsiz, asi bir kavramdı.

Ta ki Kavala’yı 2002’de dünya gözüyle görene kadar. Gördüklerime ‘Aman Allah’ım, cennet cennet’ derken yakaladım kendimi.

İçiçe koylar şehri Kavala, her şeyden önce. Doğal güzellikler şehri bir defa. Denizden ayrı güzel, sahilden ayrı güzel; kaleden başka güzel, yamaçtan başka güzel.

İlk görüşümün üzerinden on sekiz yıl geçmiş; bu sürede sekiz kez vuslata erişmişiz Kavala’yla. İnanınız, - samimi söylüyorum - her buluşmamızda ayrı sevdim Kavala’yı. Güzelliği, latif havası, huzuru…  Eksilmedi, arttı buluştukça. Bunu çok az şehirde yaşadım ben.

Tarihi eser az çok her şehirde vardır. Bu doğaldır. Esas olan görsel iz ve hâkimiyetidir bu eserlerin. Bilirsiniz vardır onlardan, gider görür seversiniz. Gitmedikçe, ziyaret etmedikçe yoktur ama onlar.

Ya Kavala’da? Bizden yani Kanuni’den kalma bir su kemeri vardır ki, yaptıranı kadar muhteşemdir. Yapıldığı üzerinden beş koca asır, beş yüz sene geçse de şehrin siluetine mühürdür adeta: Gerdanlık gerdanlık. Öyle zarif, öyle naif, öyle kadim.

Uzaktan ‘hoş geldiniz’ diye göz kırpıyor size Osmanlı su kemeri, yaklaşınca sarıp sarmalıyor, bağrına basıyor. Abartmıyorum: Vallahi de billahi de öyle. Dost muhabbetiyle, baba sıcaklığıyla, akraba yakınlığıyla kucaklıyor sizi. Hasret gideriyorsunuz karşılıklı. ‘Nerelerdesiniz?’ diye soruyor, ‘buralarda beni yalnız bırakmayın’ diye uyarıyor. ‘Buralar sizinle güzel’ diyor. Huzur ikram ediyor size bol bol. Leziz kahvesi de bir başka güzel, iliklerinize kadar hissediyorsunuz bunu. Payitahtına, İstanbul’a, en çok da Şehzadebaşı’ndaki amcaoğlu Bozdoğan Su Kemerine selamlar gönderiyor, uğurlarken de sizi.   

Adı doğup büyüdüğü şehriyle adeta özdeşleşen Mehmet Ali Paşa’dan söz etmiştik yukarıda size. Hani Sadrazamımız Sait Halim Paşa’nın, Mehmet Akif’e bir ömür kol kanat germiş Mısır Hidivi (hidiv prens demek bu arada) Abbas Halim Paşa’nın aile büyüğü, asi valimiz Mehmet Ali Paşa’dan. Kavala’ya gelip de onu anmadan, Paşa Mahallesi’nde ayak izlerini takip etmeden, Yunanlıların (heykeltıraş Dimitriadis’in) gözümüze sokarcasına, ‘işte başınızın belası Mehmet Ali Paşa’ dercesine tepeye kondurdukları heykeliyle karşılaşmadan geçmek mümkün mü?

Oğlu İbrahim Paşa’nın babası adına yaptırttığı camisi şimdilerde konser salonu. Cumbalı konağı şimdilerde müze. Taşoz adasına nazır. Atının üzerine İstanbul’a doğru yola çıkan Mehmet Ali Paşa’yı resmeden heykeli ne kadar şirin görünmeye çalışsa da sevimsiz ve yalnız. Şefaatçisi kalmamış. Gördüm ben bunu. Hissettim.

Paşa’nın mahallesi bizden kalma cumbalı evleri, dar taş sokakları ile iç açıcı görünümler sergiliyor.

Âh İmarethane. Âh ki âh. En içten en hazin en vahim tarafından bir âh! Ne biri, bin âh!

Kavala’nın en güzel noktasındadır İmarethane. On sekiz kubbeli, iki medreseli, iki mescitli, iki aşevli İmarethane. Anladınız siz onu; bizden arta kalan bir eser o. Fakirlerin kimsesizlerin yolda kalmışların bir ömür yediği içtiği yattığı; gençlerin eğitim gördüğü, karnı kadar akıl ve gönlünün de doyduğu - kısacası- hayat damarı olan İmarethane’miz. Bir irfan bir izan bir iman yuvası olmuş İmarethane’miz, asırlarca. Ya şimdi?

Gün gelmiş, akşam olmuş, güneş kaybolmuş. Modern baykuşların ‘aydınlanma çağı’ dedikleri karanlık sarmış dört bir yanı. İmarethane’miz de otel olmuş şimdilerde. Odasında gecesi yüz bilmem kaç euroya konaklanan, manzarası muhteşem lüks bir otel artık. İşte size iki dünya, iki anlayış, iki medeniyet farkı - ne farkı, uçurumu demek lâzım -: Bizim asırlarca fakir fukarayı ilim irfanla yaşattığımız mekânlar, Batı’nın - vahşi Kapitalizmin mi desek - elinde, zengin kusmukları ve zevk ü sefası üzerinden para toplama alanına dönüşmüş. Bunun adı da çağdaşlık, ilerleme! Sevsinler.

Ha, ben gittim gördüm yaşadım, siz de yolunuz düşerse yaşayınız: İmarethane’nin dibek kahvesi muhteşem. Yudumlarken, duvarların boya badanasını kazıyıp altındaki tuğlalara, çatının hatıllarına kulak kesiliniz; size bizden, bizim, bizle olan nice hikâyeler anlatacaklar. İçiniz açılacak, dinledikçe. Emin olunuz. 

Kavala’dasınız madem, sahilde bir lokantada, ‘balik’ dedikleri, buraya özgü leziz deniz ürünleri taam eylemeden olur mu? Olmaz tabii. Üstüne de demli bir çay lütfen, sahildeki kır kahvehanelerinden birinde. (Aman benimki açık olsun.)

Kahvehanedeki yüzlere dikkat kesiliniz: Yerli ahalinin bize ne kadar çok benzediklerini fark edeceksiniz. Çoğu 1924 mübadelesinde Kapadokya dediğimiz Nevşehir bölgesinden götürülen Anadolulu insanların torunları da ondan.

Siz demli çayınızı yudumlarken, birkaç minik bilgi daha benden size: Kavala’nın kurulduğu zamanki adı Neapolis yani Yenişehir’miş. Bizim meşhur (makbul mü maktul mu diye hâlâ karar veremediğimiz) Sadrazam Pargalı İbrahim Paşa’mızın 1530’da yaptırttığı camimiz, 1926’da Yunan devletince kiliseye dönüştürülmüş. Şimdilerde adı Aziz Nikolai Kilisesi. Ha bir de buralarda hava da rüzgâr da yağmur da beş yüz yirmi beş sene (1387-1912) Türkçe solumuş Türkçe esmiş Türkçe yağmış. Sakin günlerde hâlâ da Türkçe esintiler gelebilirmiş kulağınıza. 

Bir seferinde, Kavala’nın üç beş kilometre kıyısında bir etnografya müzesine götürmüşlerdi bizi. Aman Allah’ım, o da ne? Dilim tutulmuştu adeta. Bizim Sakarya’nın Taraklı’sında yahut Kütahya’nın Emet’inde ya da Eskişehir’in Mihalgazi’nde bir müzede zannediyorsunuz kendinizi: Oraklar ellikler yabalar, çıkrıklar örekeler baççıklar, düzenler mekikler kücüler, kilimler sergiler yolluklar…  Siz deyin yüzde doksan, ben diyeyim yüzde doksan beş aynı. Ne olabilirdi ki farklı? Dedik ya, Kapadokya’dan göçen Nevşehirli (Kavala’nın ilk adı yeni/nev şehirmiş ya, bunları Kavala’ya yerleştirmelerinin ironik bir anlamı da olmasın sakın) hemşerilerimizden kalma olduklarına göre. Asıl benim şaştığıma şaşmalı değil mi? Âh benim cahil kafam!..

Evet; Kavala tarihin koynundan sırlar hikâyeler hatıralar saklıyor içinde. İçinde Ayşe, Fatma, Ali, Mehmet isimlerinin geçtiği hikâyeler.

Kavala, tarihin koynunda bir zarif bir latif bir güzel şehir.

Birbirinden güzel koylar şehri.

Kavala: Tarihin koynunda saklanıp kaybolunacak şehir. 

Tarihin ve doğanın.

2.-kavala-su-sarnici.jpg3-kavalada-rum-muzesindeyiz.jpg

Bu yazı toplam 685 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 1
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
    Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim