İbn Arabi'yle ilk tanışmam, Demirli'nin çevirdiği ciltlerde de sonradan yer alacak olan 'Harflerin İlmi' (Asa yayınları, çeviren Mahmut Kanık) sayesinde olmuştu. Kelimelerle, harflerle ve yazının ruhuyla soluk alıp veren biri olduğum için, kitap raflarında bu isim dikkatimi çekmişti. İbn Arabi'yi o ana dek sadece Guenon gibi bazı yazarların eserlerinde verdiği atıf kaynaklardan tanıyordum.
2001 yılının Ramazan ayıydı. O vakitler ne Kur'an okumayı, ne Arap harflerini hiç bilmememe rağmen, içinde bol bol harflerin ilahi nitelikleri ve katman katman anlamlarına dair sözler olan bu eseri sanki önceden biliyormuşum gibi, sanki kalbimde ezelden beri bütün bu okuduklarımın bir karşılığı varmış gibi hayret ve hasretle okumuştum. Okumakla yetinmemiş, altını çizdiğim satırları, ki kitabın belki yarısından fazlasıydı, üşenmeyip defterime aktarmıştım. Bambaşka bir dilin alfabesiydi benim için. Bildiğim her şey başka bir şeye bürünüyordu o eseri okurken.
Ramazan'ın bereketi de bu mucizeye eşlik ediyordu şüphesiz. Çünkü Allah'a inanmakla birlikte İslam'a dair, dine dair hiçbir mefhumum yoktu o vakte dek. Etrafımda bu anlamda dindar biri de yoktu. İşte bu, sonradan geriye dönüp baktığımda, çok ama çok mucizevi bir şeydi benim için.
Günümüzde geleneksel bir çevreden gelmiyorsanız, dinin zahiri kısmına ait gündelik hayat pratikleriniz yoksa, kalbinizin açılması genellikle tasavvufi metinlerle olabiliyor. Halbuki esasta, kurallara uyarak başlanılması daha fıtri olanıdır. Bireyciliğin kutsandığı, dilin sekülerleştiği, anlamların mecazından koptuğu bir çağda, insanın en mahrem yeri olan kalbi galiba batın olana daha kolay meyletmeye başlıyor. Bunun sakıncaları da çok fazla. Ama bir de nasip meselesi var. Bazen en sığ katmanından da olsa, bu kıyısız okyanusa dalıveriyorsunuz.
Hikâyeme döneyim. 'Harflerin İlmi'nde kelimelerin anlamlarının bizzat onları oluşturan harflerde gizli olduğu bir dilin alfabesiyle, rakamlarıyla tanışmıştım. İlahi sırların etimolojik özlerine açılmaya başladıkça, varoluşun harflerden zuhur etmesiyle, nemli, kuru, soğuk ve sıcak harflerin dilde ve havada bıraktıkları yankıyı, en dış çeperinden de olsa, işitir gibi oluyordum. Vav harfinin, nun harfinin derinliklerine dalmaya başlıyordum... Aynı dönemlerde İbn Arabi'nin en sevdiğim eserlerinden biri olan Arzuların Tercümanı'nı, yine Demirli'nin çevirilerinde yer alacak olan 'İlahi aşk'ı ve ardından Füsus ül Hikem'i ilk okuduğumda 'cahiliyemden ilmime' belki ancak tek bir adım atabilmiş biri olarak hayretler içinde kalıyordum. Çünkü İbn Arabi'den açıklanamaz bir biçimde ilham alıyor, rüyalarımda onun sözleriyle düşünüyor, onun sesini fısıltılarla duyuyor ve uyanıp not alıyordum. Bazen uyanıkken öyle net düşünceler geliyordu ki zihnime, bunları nasıl akledebildiğime şaşıyordum.
Dış dünya ile irtibatım giderek azalmıştı, bir roman yazmaya çalışıyordum. Ve İbn Arabi hayatıma girdiğinden beri, yazmaya çalıştığım roman da durmadan değişiyor, giderek bambaşka bir boyuta bürünüyordu. Bu ilk süreç beş yıla yayıldı. Etrafımda paylaşacak kimse olmamasına rağmen, dinin 'iç yüzü'ne beni çağıran bin bir eser birikmekteydi giderek iç dünyamda.
Bütün bunları neden anlatma gereği duyduğumu anlamışsınızdır artık: Evet, kendisinin de 800 yıl önceden bizlere müjdelediği gibi, İbn Arabi irşad etmeye devam ediyor. (Gerçi Demirli, irşadın sürdüğünü söylerken benim gibi avamdan birilerini kast etmemiştir ama olsun!) Onun gibi başka büyük veliler de. Demirli'den buna vesile olduğu için Allah razı olsun. Yine bir İbn Arabi 'talebesi'nin hatırlattığı gibi: "Ustalar der ki, öğrenmek, kalpten kalbe geçiştir."
14.01.2012 Zaman































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.