Nitekim, süreci yakından takip edenler ABD’nin İran’a diz çöktürmek istemekle birlikte, onu niçin tamamen bitirmek istemediğinin farkındadırlar. Bunun gerekçeleri çoğumuzun malumu olduğu üzere şu şekilde sıralanmaktadır: 1. ABD açısından “kontrollü tehdit unsurları”nın her zaman için güçlü bir tercih nedeni olması (müdahale, varlığını devam ettirme vb. hususlarda bir meşruiyet zemini, gerekçesi oluşturması); 2. Bu bağlamda, Körfez Ülkeleri üzerinde ABD etkisinin İran tehdidiyle devam ettirilmesinin pratikte sağladığı çok boyutlu fayda; 3. Türkiye’yi dengelemek ve İran üzerinden bölgesel anlamda genişleme ve derinleşme politikalarını engellemek istemesi (Yani, İransız bir bölgenin Türkiye’nin ABD-Batı nezdinde elini daha da kuvvetlendireceğini, Kafkaslar ve Orta Asya başta olmak üzere bölgesel bağlamda daha da kuvvetleneceğini hesap eden ABD’nin İran üzerinden Türkiye’yi sınırlamaya çalışması); 4. Şii İslam üzerinden İslam dünyasını bölmek, kendi içerisindeki ihtilafı daha da derinleştirmek ve böylece İslam dünyasında olası bir birleşmenin önüne geçmek (nitekim, Ortadoğu’da yaşanan son gelişmeler bunu fazlasıyla teyit etmektedir. Sünni İslam dünyasına karşı Şii İran’ın adeta önü açılmaktadır ki, bu fazlasıyla düşündürücüdür.)
Kuşkusuz, bu maddeler daha da çoğaltılabilir. Ama bu noktada sözü yine Kinzer’e bırakmak istiyorum. Kinzer, söz konusu çalışmasında İran ve ABD arasında geliştirilecek yeni bir işbirliğinin en temelde “21. Yüzyılın Cazip İktidar Üçgeni” açısından kaçınılmaz olduğuna vurgu yapar ve şunu söyler: “Ortadoğu’daki diğer Müslüman ülkeler arasında sadece bir tanesinin daha kalbi demokrasi için tutkuyla atmaktadır. Sadece bir ülke, bir gün aniden Türkiye’deki politik özgürlük seviyesi ile rekabete girişecek hale gelebilir, hatta geçebilir bile: İran.”
Kinzer, bu iktidar üçgeninin diğer sacayağı olarak da Türkiye’nin adını zikreder. Ona göre, “Türkiye-İran-ABD Üçlüsü” iki sebeple mantıklıdır: “Ülkeler aynı stratejik ilgileri, halklar da aynı değerleri paylaşmaktadır.” Ayrıca, “Eski Üçgen” (gerçekte iki ayrı ilişki, yani ABD-İsrail, ABD-Suudi Arabistan) Soğuk Savaş döneminde Washington’un çıkarlarına iyi hizmet etmekle beraber, istikrarlı bir Ortadoğu’yu beraberinde getirememiş, anti-Amerikancılığı ve ABD’nin maliyetlerini çok boyutlu bir arttırmıştır.
Bu noktada, ABD’nin ikilemini basitçe “Amerika, Ortadoğu’da istikrar istemektedir ama politikaları ters tepmektedir” şeklinde ortaya koyan Kinzer devamla şu soruyu sormaktadır: “Amerika başarısız olan politikalarını hangi yeni politikalarla değiştirebilir?” Buna cevabı ise aynen şöyledir: “Önce Türkiye ile daha da yakın bir ortaklık inşa et ve gelecekte de demokratik bir İran’la. İkinci olarak, hem Birleşik Devletler’in hem de onların uzun dönemli çıkarlarına hizmet edecek şekilde –karşı çıksalar bile- İsrail ve Suudi Arabistan’la ilişkileri yeniden şekillendir.”
Dolayısıyla, ABD açısından “aşksız bir evliliğin tarafları” olarak bizzat Kinzer tarafından ABD-İsrail, ABD-Suudi Arabistan ikililerinin yerine “ABD-Türkiye-İran” üçlüsü ideal bir birliktelik olarak sunulmaktadır.
Aslında, bu birliktelik her ne kadar ABD’nin Ortadoğu politikalarını yeniden revizyonu gibi gösterilmeye çalışılsa da, orta ve uzun vadede hedefin sırasıyla Rusya ve Çin olduğu görülmektedir. Diğer taraftan, son dönem ABD-Rusya ilişkileri, adeta Moskova’ya tanınan yeni bir fırsat olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğer Rusya, uzun vadede büyük bir tehdit olarak gördüğü Çin karşısında ABD’nin attığı son adımlara daha derin bir şekilde cevap verme yoluna giderse, dünya ABD’nin son tercihi ile tanışacaktır ki bu, “ABD-Rusya-İran-Türkiye” dörtlüsüdür.
En azından ABD cenahının hayalleri bizi bu noktaya götürüyor ve açıkçası son gelişmeler, Türkiye boyutu dahil olmak üzere, bize fazla yabancı gelmiyor.
Bakalım, Washington’daki hesap, en azından Tahran ve Moskova’ya uyacak mı? Ve Türkiye bu birlikteliğe ne diyecek?
07.10.2013 Milli Gazete































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.