Birazcık hafızlarını zorlayanlar, günümüzdekine benzer tartışmaların aslında çok daha öncesinde, ABD'nin Afganistan'a giriş hazırlıkları yaptığı bir dönemde yine Türkiye gündemini epey meşgul ettiğini hatırlayacaklardır.
Nitekim, başlangıçta Afganistan krizine ilk tepkisini "pasiflik" ve "duygusal" bir yaklaşım içerisinde veren Türkiye, âdeta bir "politikasızlık politikası" içerisinde bir görünüm vermişti. Ankara'nın içerisinde bulunduğu bu ruh hâli mevcut durum analizlerini etkilemiş ve Ankara mümkün olduğunca "olayların dışında kalma" isteği ile hareket etmişti. Hatta, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, yeni yasama yılı nedeniyle TBMM Başkanı Ömer İzgi'nin verdiği resepsiyonda Afganistan'la ilgili olarak şu dört somut mesajı vermekteydi: Türkiye'nin menfaatleri her şeyden üstündür; Türkiye Afganistan'a asker göndermeyecektir; NATO Sözleşmesi'nin 5. maddesinin işletilebilmesi için saldırının dışarıdan geldiği kanıtlanmalıdır; ve Türkiye tarihten gelen misyonuyla Afganistan'daki gelişmelere kayıtsız kalamaz. Peki, sonrasında ne oldu?
Ne olacak, aradan fazla bir süre geçmeden MGK'nın 2001 yılı Ekim ayı olağan toplantısı, liderler zirvesi ve Dışişlerinde gerçekleştirilen üç toplantının sonucunda alınan kararlarda "Türkiye'nin Afganistan'ın geleceği konusundaki rolü artırılacak, Afganistan muhalefetinin Ankara toplantısına destek verilecek, ülkede geniş tabanlı bir hükümetin kurulabilmesi için İran ve Pakistan ile işbirliği yapılacak" şeklinde bir ortak görüş-duruş ortaya konuldu.
Böylece, Türkiye biraz geç de olsa Afganistan konusunda daha aktif bir politika izlemesi gerektiğinin farkına vardı. Bu kararda, hiç kuşkusuz, 11 Eylül sonrası ortaya çıkan yeni küresel, askeri ve siyasi güvenlik yapılanmasının Türkiye'nin güvenlik sistemi üzerinde yaşattığı etki göz ardı edilememişti. Türkiye, dış ve güvenlik politikaları bağlamında ya büyük bir değişim-açılım süreci içine girecekti ya da içine kapanacaktı.
Kuşkusuz, çıkarların ve bu noktada dost-düşman tanımının, tehdit, risk ve fırsatların yeniden tanımı, Türk dış politikasında çok boyutlu ve yönlü yeni bir anlayışın ortaya çıkması açısından kaçınmazdı ve öyle de oldu.
Nitekim, günümüzde yapılan değerlendirmeler bir kez daha Türkiye'deki ortak "rasyonel aklı" haklı çıkarmış durumda. Dolayısıyla, kim ne derse desin, Afganistan bir kez daha Türk dış politikası açısından bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkmış bulunuyor.
Değişen uluslararası konjonktür, Ankara'yı başta komşu ülkelerle ilişkilerinde ve bölgesel gelişmelerde daha atak bir pozisyona itmiş durumda. Batılı "müttefikleri", tarihsel ve bölgesel komşularıyla ilişkilerinde manevra alanını genişletmek-derinleştirmek suretiyle elini güçlendiren Türkiye, bugün Afganistan üzerinden Orta Asya, Güney Asya ve Ortadoğu politikalarında önemli bir inisiyatif alanı yakalamış vaziyette...
Öyle ki, bugün itibarıyla gelinen aşamada Türkiye bölgede Pakistan'ın bütünlüğünün sigortası-garantörü ülke konumundadır. Türkiye'ye rağmen, bölgede Orta Asya cumhuriyetlerine yönelik bir oldu bitti, eskisi kadar kolay değildir. Özellikle de Afganistan'ın kuzeyinde yer alan Türk kökenli halklara karşı...
Türkiye bunu, hiç kuşkusuz silahlı kuvvetlerin ISAF bünyesinde sağladığı Afganistan'a "giriş vizesi" ile gerçekleştirdi. Aksi takdirde, Irak örneğinde de görüldüğü üzere, Türkiye'nin bölgede oyuncu olması pek de öyle kolay olamazdı.
Bundan dolayıdır ki Türkiye bugün kendisini çevrelemeye çalışan ülkelere karşı dışarıdan bir kuşatma politikası izleyebiliyor ve gerektiğinde kendisine karşı kurulan oyunları buradan bozabiliyor. Hatta, varlığını hedef alan girişimlere yönelik karşı-örtülü operasyonlar bile gerçekleştirebiliyor.
Neticede, sınırlarının ötesinde bir güvenlik anlayışı-uygulaması geliştiremeyen ülkelerin içine düştükleri durum ortada. Çok uzaklara gitmenin bir anlamı yok, düne kadar bizim "Kuzey Irak" ağırlıklı içine düştüğümüz durumu hepimiz biliyoruz.
Dolayısıyla, jeopolitik rasyonaliteyi hedef alan, onu sabote etmeye çalışan her tülü girişime karşı daha uyanık ve dikkatli olmakta fayda var. Özellikle de Türk-İslam Dünyası'nın geleceği adına son bir umut olarak önümüzde duran "Büyük Türkiye Vizyonu" açısından. Çünkü jeopolitik, tarih ve konjonktür buna bizi zorunlu kılıyor. O yüzden, ne olur, yeniden kazandığımız vizyonu ve tarihsel misyon duygusunu jeopolitik körlüğe ve sığ siyasete kurban etmeyelim!
22.03.2012 Milli Gazete






























Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.