Bir diğer ifadeyle, 1871’de masallar-efsaneler ve Sedan üzerinden ancak birliğini sağlayabilen geç sömürgeci aktör Almanya ve arka planındaki koalisyon ile, Alman gücünün zirveye doğru tırmandığı bir dönemde çöküşü yaşayan ve her an özüne dönerek, tekrardan bir cihan devletine dönüşebilecek olan Türkiye arasında bir mücadele söz konusu...
Fakat her ikisi de bağımlı ve rüştlerini ispatlama alanları sınırlı. Dolayısıyla, öncelikle “zincirlerinden” kurtulmaları lazım. Zaten, sorun da buradan başlıyor...
Gerçek anlamda bağımsız olabilmeleri için kendi yakın çevreleri başta olmak üzere tarihsel ve stratejik derinliklerinde etkili olmaları gerekiyor. Burada, Almanya hiç kuşkusuz bir kaç adım önde. Fakat, sahip olduğu jeopolitik itibarıyla Türkiye’nin mevcut-olası potansiyellerinin arkasında kalıyor. Türkiye bunları harekete geçirdiği an, Almanya yüzünü tekrardan yarım kalmış tarihsel bir hesaplaşmaya çevirmek zorunda ki, bu da Rusya demek!
Dolayısıyla, Almanya’nın “Doğu’ya Doğru” (Drang nach Osten) politikasının geleceği büyük ölçüde Türkiye’ye bağlı. Eğer, Türkiye bölgede inisiyatifini kaybeder ya da AB üzerinden bu ülkenin etki alanına girerse, o zaman sadece bölgesel anlamda değil, küresel boyutta yeni bir denklem ortaya çıkar.
Fakat, Almanya’nın bunu tek başına yapabilmesi mevcut şartlar altında pek mümkün değil. Bu operasyonu gerçekleştirirken mevcut-olası ittifak sistemlerini devreye sokması gerekiyor. Yani, bir taraftan ABD ile mevcut işbirlikleri üzerinden hareket ederken, diğer taraftan kendisinin merkez yer aldığı yeni mekanizmaları, ittifak sistemlerini harekete geçirmesi gerek. Bu da, uzunca bir süredir dile getirdiğimiz “Almanya-Rusya-Türkiye” üçlüsü demektir.
Bunun dışında, Türkiye’nin Türk-İslam dünyası üzerindeki etkisini de göz ardı etmemek gerekiyor. Özellikle de 3,5 milyon civarında bir Türk nüfusu kendi ülkesinde barındıran, toplamda ise 6 milyon civarında Türk’e ev sahipliği yapan bir Avrupa göz önünde bulundurulduğunda...
Bu sayıya, Müslüman kökenli diğer ülke halklarını da dahil ettiğimizde Türkiye’nin AB ve Almanya açısından nasıl bir “güvenlik sigortası” olduğunu ya da gelişmelere bağlı olarak nasıl bir “güvenlik sorunu” olarak algılanabileceğini görebiliyoruz.
Türkiye’de şu an bu Müslüman kitleyi ve İslam dünyasını harekete geçirecek bir Halife olmamasına rağmen, bunun geçmişi ve olma olasılığı bile, başta Almanya olmak üzere tüm Batı dünyasını endişelendiriyor.
Dolayısıyla, Almanya da tıpkı ABD gibi İslam dünyasını harekete geçirebilecek yegane gücün Türkiye olduğunun farkında. Nitekim, bunu bizzat I. Dünya Savaşı’na giden süreçten ve savaş yıllarından biliyor. Bundan dolayı da kendi kontrollerinde bir Türkiye-İslam dünyası için gizli bir mücadele içerisindeler.
Almanya’nın kendi ülkesinde bulunan Türk-Müslüman halklar üzerinde yürüttüğü bir takım çalışmalar ve operasyonların altında da bu husus yatıyor olsa gerek ki, başta Rusya olmak üzere, tüm dünya Almanya’nın bu konudaki tecrübelerini yakinen biliyor.
Dolayısıyla “kim adına” sorumuz burada biraz daha netlik kazanıyor ve karşımıza iki olasılık çıkıyor: Almanya bu operasyonu ya ABD’den aldığı işaretle yapıyor ya da iki ülke arasındaki konjonktürel krizi bir fırsata çevirmek adına bu oyun da “ben de varım” diyor ve Türkiye’yi elindeki enstrümanlarla sıkıştırmak suretiyle yeni bir sürece ikna etmeye çalışıyor.
Nitekim, düne kadar ABD faktöründen dolayı Türkiye üzerinde yeterince “tasarruf” ya da “inisiyatif” sahibi olmayan Almanya’nın, Başbakan Erdoğan’ın Washington ziyareti sonrası meydana çıkması ve “sesini yükseltmesi” bunun bir sonucu gibi görünüyor. Oysa, Almanya büyük bir oyuna gelmiş durumda, fakat bunun farkında değil!
Nasıl mı? Bunu da bir ara yazarız...
27.06.2013 Milli Gazete































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.