• İstanbul 19 °C
  • Ankara 14 °C
  • İzmir 21 °C
  • Konya 13 °C
  • Sakarya 18 °C
  • Şanlıurfa 18 °C
  • Trabzon 20 °C
  • Gaziantep 13 °C
  • Bolu 15 °C
  • Bursa 19 °C

M. Sıtkı Aras

M. Çetin BAYDAR
 anlamadı Aras’ın bana dost olduğunu
 vadisinde “hu” çeken ruhların peşindeyim
 bilmedi suların bende mest olduğunu
 fırtınalar kopsa da ben onun düşündeyim

Aras ..  Anadolu’nun,  güneşin doğduğu topraklara doğru başını alıp giden tek ırmağı.

Bu han akışlı, Horasan bakışlı ırmağa çağların fısıldadığı  gizli sırları,  “Sıtkıbey”i tanımasaydım fark edemeyecektim. Dağların ırmakların, coğrafyalara; sevdalı ruhların ise dağlara ve ırmaklara şahsiyet verdiğinin en yakınımda duran örneği,  Sıtkıbey idi.

Biz arkadaşları “bey” hitabını ondan öğrendik,  ama  “bey” sıfatı ona yakıştığı kadar aramızda kimseye yakışmadı. Kadim “Sıtkıbey dostları”ndan hiçbiri ona bir defacık olsun  “Sıtkı” diye seslenmediler, daha doğrusu seslenemediler. Bu sebepledir ki Sıtkı Aras hocamız  “bey” sanını, isminin ayrılmaz bir parçası haline getirmiş  yüksek bir seciye olarak aramızda temayüz etti.

Evlatlar kadim dostlukların bayrağını babalarından devralır. Sıtkıbey’ın babası Döllekli Nuri Bey ile  bu satırların yazarının babası Hasankaleli Hasan Efendi de dosttular. 1960 yılı sonbaharında Erzurum Lisesi’nin  I- H sınıfı  bu iki dostun oğlunu buluşturdu.

O yılların şehirli gençlerini  ardından sürükleyen futbol tutkusu, sinema düşkünlüğü, talebe aşkları; bir köy çocuğu olan Sıtkıbey’in haricinde seyreden olgulardı. Bu saydıklarıma ilaveten özel grubumuzun  “bar” tutkusu da Sıtkıbey’i hareket alanımız içine çekememişti. Buna mukabil onun edebiyatla ilgilendiğini, zaman zaman derinlikli siyasi değerlendirmeler yaptığını, ilk gençlik uçukluklarının hiç birine itibar etmeden, ama çevre ile de münasebetini  kesmeden hayat yolunda yürüdüğünü izliyorduk.

Sıtkıbey’in,  taşralı ve donuk hissi veren görünüşünün altında, görmüş geçirmiş, arı duru ve de görkemli  bir kırsal kültür temsilciliğinin yattığını,  sonraki hayat serüvenimizde daha çok keşfetmeye başlayacaktık.

Erzurum için “Doğu’nun Kilidi” denir. Bu kilidin anahtar yuvası ise hiç kuşkusuz Aras Vâdisi’dir. 

Aras güzergahın mânevi hatıralarını Sıtkıbey’den dinlemek ayrı bir zevk oldu benim için. Aşağı ve Yukarı Pasin’in “misafire hürmet, yolcuya muavenet” esasına göre inşa edilmiş “Hanedan Kültürü” onun kaleminde ne güzel dile gelir.

Bey konaklarında konup göçen yolcuların bıraktıkları bilgiler ve bu bilgi alışverişlerinde açılan hikmet sofraları Aras boyunu bir halk üniversitesi kıvamında asırlar boyu besledi. Erzurum’a üniversite yarım asır önce kuruldu, daha önce  Erzurum Medreseleri üniversite fonksiyonu gösteriyor, şehir irfanını besliyordu. Aras boyunda ne doğru dürüst mektep ne de şehir ölçüsünde medrese vardı. Ama bu vadide yaşayan insanlar, mevcut medrese eğitimleriyle dahi şehir yerini aratmayacak bir irfanın sahibiydiler. Zira onları medrese yanında Aras boyunun zenginlik ve mutluluk taşıyan kervanları eğitiyor “geçit coğrafyası”nın maddi ve mânevi alışverişleri, kendine güveni olan, başı dik, ürettiğinin efendisi, mükrimin bir sosyal dokuyu inşa ediyordu.

Sıtkıbey, yıllar sonra intisap edeceği üniversite hayatında  ürettiğinin efendisi, başı dik, bilimin hanedanı ‘sosyal aktörleri’  aradı. Bulamayacağından dolayı da sürekli endişe duydu.. Bir makâlesinde bu endişesini, üniversitenin kuruluş yıllarında bir yakınından dinlediği şu sözleri naklederek dile getirmişti:

“Erzurum büyük bir tarihi geçmişe sahiptir. Bu geçmişin ağırlığı medrese ruhunda düğümlenmiştir. Dolayısıyla Erzurum’da kurulacak bir üniversite tüm tedbirler alınmış olsa bile, bu ruhun altında ezilecektir.”

 

ÜNİVERSİTE YILLARI

1963 yılı son baharında, 1kw’lik Erzurum Radyosu Atatürk Üniversitesini o yıl kazananların birer birer isimlerini sıralarken  Sıtkıbey’le  bizim payımıza da  Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün düştüğünü öğrendik. İkimiz de edebiyat kolu mezunuyduk, sonuç normaldi. Ama yine de İstanbul ve Ankara’da bir şansımızı denemeliydik. Denedik de.. Ama olaylar öylesine gelişti ki  1963-1964 ders yılında  kendimizi Türk Dili ve edebiyatı bölümünün o yıl hizmete giren  yeni ders hanelerinde bulduk.

Eski Türkçe’nin kaligrafisini öğrenmek, Klasik Türk Dilinin kelimelerine edebi metinler  eşliğinde hükmetmek, ikimizin de hoşuna gidiyordu. Uygulamalı Kompozisyon  derslerinde kalem tecrübelerimizle adeta yarışıyorduk. Fakat  sınıfımızda kimse, Sıtkıbey’le “halkiyat” zemininde boy ölçüşemiyordu. 

Bu eğlenceli tahsil günlerimiz kendi rotasında seyr edip giderken, Sıtkıbey  bir gün  telaşla çıkageldi. Bir sır verircesine ve gözlerini gözlerime dikerek:

“-Bil bakayım bugün kime rastladım?”

dedi.

“-Hayrola Sıtkıbey! Ne oldu?

“-Senin peder beni sorguya çekti”

“-Allah Allah! Ne dedi?”

“-Sen hangi mektebe girdin” diye sordu “Çetin’le beraberiz ya!” diye cevapladım, bu sefer yüzünü buruşturup ne dese beğenirsin?”

“- !!!..

“-Tahsil sonunda öğretmen olsanız da size gerçek muallimliği ne bileyim ki yaptırsınlar, baştakilerin meddahı olup çıkacağınızdan korkarım”

Sıtkıbey’in ayaküstü getirdiği bu haber, muallim namzetliği mâceramızın sonunu getirmeye yetti. Ruhlarımızda derinden derine besleyip büyüttüğümüz arzuların ortak şifresini, rahmetli babamın bir işareti  çözüvermişti. Hiçbir müzâkere ihtiyacı duymadan Mühendis olmaya, o yıllarda Erzurumluya kapısı önünde mühendislik eğitimi veren tek fakülte olan Ziraat’a geçmeye  karar verdik. Bir anlamda and içtik. İkinci kere gireceğimiz Üniversite Giriş Sınavı o yıl ilk kez Türkiye genelinde yapılacaktı. Bir miktar hazırlıkla bu  büyük yarışta mahcup olmadan yeni hedefimize ulaştık. Sıtkıbey Zootekni’yi ben ise Fitotekni’yi kazanmıştık.

Atatürk Üniversitesi’nin Edebiyat binasından Ziraat binasına geçmiştik. FKB laboratuvarlarına yeni bir dünyayı keşfetmişçesine gururla girip çıkışlarımız bir süre devam etti. Ama ikimiz de  sadece ve sadece, oditoryumdan laboratuvara, etütten sınav maratonuna koşacak yaratılışta değildik.

Sıtkıbey’imizin  kısa süreli de olsa cemiyetçiliğe fiilen bulaşması bu dönemde oldu. O yılların üniversiteleri, deste deste gençlik örgütleri ile doluydu. Biz onunla Ziraat Fakültesi Talebe Derneğinde  çalışıyorduk 1966 yılının ilkbaharında İstanbul’da akdedilen MTTB Genel Kurulunda birlikte Erzurum Delegeliği yaptık.

İstanbul’da coşkulu günler geçiriyorduk. Zamanımızın  önemli bölümünü Beyazıt ve çevresi keşfine harcıyorduk. Bir Marmaratör olmak üzereydik. O yılların İstanbul Üniversitesinin tam karşısında bulunan Marmara Kahvesi’nin  milliyetçi muhafazakâr müdavimlerine bu isim veriliyordu. “Peki ya kongre?” diyeceksiniz. “kongre eğleniyor” diyen o meşhur tabiri kullanmayacağım ama, kongreyi birilerinin uzattığı bir gerçekti. Seçim için başlayan turlar bir türlü bitmek bilmiyor, işin ilginç yanı, bu durumun müsebbiplerinden biri de, Erzurum delegasyonu, yani bizlerdik. Teşekkül edecek yönetim üzerindeki pazarlıklar sebebiyle grup olarak “palandöken” yahut “yayla” gibi sembol isimlere oy atıyorduk.. Bu yüzdendir ki İstanbul’daki misafirlik günlerimiz uzadıkça uzuyordu.

Bir akşam oldukça lüks bir lokantada topluca yemek yiyoruz. Takılmalar, şakalaşmalar gırla gidiyor. Görünüşte içkisiz bir akşam yemeğindeyiz. Sıtkıbey’in bugün olduğu gibi devr-i şebabetinde de   alkolle başı hoş değil, bu yüzden hayatından memnun.  Ama delege arkadaşlardan bazıları garsonlarla anlaşarak  Coca-cola’ya karıştırılmış alkol servisini başlatmışlar bile. Bu tarz içki içmeye de   “katakulli” diye bir isim koymuşlar. Katakulli aşağı, katakulli yukarı derken, Sıtkıbey tedirgin oldu, bir ara lavaboya kadar gidip ortamdan uzaklaşmayı dahi denedi. Neyse ki yemek fazla uzamadan bitti. Otelimize doğru yürürken çakırkeyif delegelerden Sıtkıbey’e takılmalar başladı. Selâmetlik   Muhittin Yılmaz muzip bir eda ile

“-Sıtkıbey,  hani  lavaboya gitmiştin ya, bu arkadaşların sana da katakulli yapıp, Coca-Cola bardağına alkol kattılar” dedi.

Bunun üzerine  Sıtkıbey hiç istifini bozmadan

“-Onlardan bu beklenir, zaten  bardaktan yudum aldığımda başımın dönmesinden anlamıştım” demez mi?

 ****   ****

Fikir çevremize yer alan her genç gibi  Sıtıkıbey’in yolu da Hemşin Pastahanesi’nden ve  Gömlekçi Hatem Usta’nın bir üniversite dersliği fonksiyonundaki dükkanından da geçecekti. Erzurum o yıllarda üniversiteye açık bir şehirdi. Esnafı, şeyhi, hacısı hocası, beyi, işçisi, politikacısı için “üniversite” demenin,  “taş mağazalar” yahut “mahallebaşı” demekten farkı yoktu.. Aşık kahvelerini, buradaki hikayecileri söz ve müzik ustalarını üniversiteli ile halk yan yana takip edebiliyordu. Profesörlerin şehirli, şehirlinin profesörlerle derinliğine merhabası vardı. Ev oturmalarında, şehir kulübünde, iş toplantılarında, alış verişlerde şehir ile üniversite arasında kurulmuş geniş köprüler işlerdi. Çay bahçelerinde, yahut uygun toplu oturma zeminlerinde veya dükkanların hoşbeş köşelerinde alazlanan bu yakınlıklar üniversite öğrencilerini de içine alır, tadına doyum olmaz sohbetlerin biri dağılırken bir kaçı  kurulurdu. 

Hatem Ustanın dükkanına ilk kez adımını atanlar ağzım  burnum demeden  yeni düzenin  kodamanlarına  okunan kahriyelerle  sersemletilir Sıtkı Bey bu tarz muameleyi beğenmese de  Hatem ustamız  bundan keyif alırdı.

Üniversiteyi  1968’de bitirdik. Artık hayat yollarına düşmenin zamanı gelmişti. Ama azimetimiz nereye olacaktı?. Mâlumdur ki o yılların Türkiye’sinde -şimdi de aşağı yukarı böyle ya- bir üniversite mezunu için “iş” denince bütün yollar Roma’ya, yani Ankara’ya çıkardı. Bizim yolumuz da Ankara’ya çıktı ve payitahttaki dev bürokrasi çarkının taşraya uzattığı dişlileri arasına Ziraat Yüksek Mühendisi unvanı ile şip şak katılıverdik. Tahsil yıllarında bizim bölümdeki öğrencilere kabus gördüren entomoloji ve fitopatoloji dersleri benim tayinimde işe yaramış, Erzurum’daki Zirai Mücâdele teşkilatına kolayca atamamı yaptırabilmiştim. Sıtkıbey zooteknist olarak böyle bir konumda değildi. Dolayısıyla  Erzurum’a tayin yaptıramayınca Artvin’e razı oldu. “Boşta kalmaktansa..” diye düşünerek memuriyet yolculuğumuzu böylece başlatmıştık.

Sıtkıbey’le, o Artvin’de ben ise İzmir Gazi Emir Yedek Subay okulunda hayatımızın yeni safhalarını yaşamak üzere vedalaşırken, bir dizi proje yapmıştık. Üniversiteye intisap edip hayallerimizi bu zeminde gerçekleştirmek  projelerimizden sadece biri ama en önemlisiydi. Bu yolda sürekli haberleşecektik. Ta o yıllarda siyasi zeminlerin dikkatli birer izleyicisiydik. Önümüzde siyasi denemelerimizin olması da çevremizdekileri şaşırtmayacaktı. Bu konuda  zımni ittifaklarımız çevremizdeki pek çok kişiyi de kapsamak üzere oluşmuştu. Ayrılırken verdiğimiz kararlardan biri de  Askerliklerimiz sırasında Döllekli Nuri Beye de, Hasankaleli Hasan Efendi’ye yük olmamaktı. Ben askere gidiyordum ve altı aylık yedek subay okulu sırasındaki harçlıklarımı Sıtkıbey gönderecek, o askere gittiğinde aynı finansmanı ben yapacaktım. Bu son planımız bire bir gerçekleşti. Ancak üniversiteye intisap meselesi başta olmak üzere tasavvurlarımız daha ilk adımlarımızda engellerle karşılaşacaktı.

1970’in ilk seneleri Sıtkıbey’le birlikte arayış yıllarımızda.    Bizi tatmin edecek iş ve hayat boyu yol arkadaşlığı edecek eşler arıyorduk.

Askerden dönüp Zirai Mücadeledeki adına iş denen işsizliğe yeniden başladığımda, Sıtkıbey ortak projelerimizin ilk adımını atıp üniversiteye intisap etmişti. Böylece iki kafadarın bir ayağı artık üniversitedeydi. O tarihten sonra ikinci adımımızı atmak için, açılan asistanlık sınavlarına girip çıkmaya başladım. Parlak bir öğrenciliğim olmadığı için her defasında rakiplerime geçildim. Ben ipin ucunu bırakmak istiyordum, ancak Sıtkıbey beni üniversiteye sokmaktan vazgeçmiyordu.

ESKİ ZAMANLARIN SAVRULAN KÜLLERİ ARASINDA

1972 yılı baharı olmalıydı. Sıtkıbey:

“-Haydi gidip  Döllek’te birkaç gün kalalım” dedi.

Sıtkıbey’den Döllek coğrafyasının maddi ve mânevi unsurlarını o kadar dinlemiştim ki, zihnen tanış olduğum bu mekânda şimdi fiziken  bulunacaktım.

Döllek’te geçirdiğimiz birkaç günü unutamam. Sıtkıbey sanki “benim tanıtımım” için bu misafirliği tertiplemişti. Her toplulukta, her ayak üstü sohbette beni ileri sürüyor, ne kadar çok fikirlerimi açıklarsam o kadar memnun kalıyordu. Başta Sıtkıbey’in rahmetli amcası olmak üzere ailesinin bütün fertleri ikram yarışına girmişti. “Hoş geldin’e gelip gidenlerin ardı arkası kesilmiyordu. Ayrılacağımız günün sabahı Sıtkıbey hiç unutamayacağım bir sürpriz yaptı. Sohbetlerde, Köroğlundan, Yakup Cemil’e, Enver Paşa’dan Eşkıya Kosunoğlu’na kadar atıp tuttuğumdan olacak, köy meydanına bir kırat çektirmiş, beni tanıyan tanımayan bir yığın insan da burada toplaşmıştı.

“-Haydi!” dedi “Köy yerine gelip at binmemek olmaz”

“-Etme Sıtkıbey, ben hayatımda üzengiye ayak basmış biri değilim.

“-Hayır hayır, senin ata binmeyen biri olman mümkün mü, atla da bir görsünler”

Sıtkıbey’i yalancı çıkaracak halimiz yok

“-Getirin şu atı dedim”

Besmele-i şerifi çekip atın sırtına çıktım. Bereket at uysal,  hafif bir mahmuzla ileri fırladı. Düşmeden aşağıya inmek için Rabbime dualar ediyorum. At yürümekle koşmak arasında gidiyor ama onu nasıl geri çevireceğim? Herhalde hayvan alışık olmalı ki meydanın sonuna gelince çark edip beni tekrar kalabalığın önüne getirdi;  zafer kazanmışçasına attan indim.

“-Pek iyi sayılmaz ama, haydi sınıfı geçtin” diye takılmayı ihmal etmedi.

Sıtkıbey’in  hayat yoldaşı olarak seçtiği Serap Hanım bizim mahallenin kızı, küçük kız kardeşimin can ciğer arkadaşıydı.                                      

Yirminci yüzyılın son çeyreğine başlarken  sevgili amcamız Döllekli Nuri Bey çıktığı hac seferinden geri dönmedi. Böylece çocukluk çağlarında  annesini kaybetmiş olan Sıtkıbey çok sevdiği ve şahsiyetinin bir manada mimarlarından biri olan babasını da kaybetmiş oldu. Ama hayat sürüyordu. Sıtkıbey’imizin ilk akademik unvanı da bu yıllarda geldi. Hem de hayal dahi etmediğimiz bir bilim dalı olan iç su balıkçılığı’ndan. 

Sıtkıbey giderek dağlara ve vadilere doğru  balık keşfiyatçılığını yoğunlaştırdı. Günler geçti, biz de   Sıtkıbey’e can şenliği olmak üzere   dereler, krater gölleri ve  göletleri dolaşır olduk. Bu sayede de köy ötesi coğrafyalarla tanıştık. 

Sıtkıbey’in ekosistem taramalarına her katıldığımda, kendimi, balık sırtında devr-i âleme çıkmış hissederdim. Devrettiğimiz âlem, Erzurum-Kars yaylası ile  sınırlı olsa da heyecan veriyordu. Ayrıca,  balık peşinde dolaşırken yan ürün olarak sosyal ve kültürel balıkların da oltamıza takılacağını umuyorduk. Bu bekleyişledir ki  fotoğraf makinalarını çifter çifter  omuzlarımıza asmıştık.

PROFESÖRÜN KOÇ’U

Hocamız,  dostu Hüsnü Yusuf Gökalp ile Horasının bir köyünde misafirdir. Hemşehrilerine arkadaşını tanıtırken, onun ABD’deki ilmi başarılarından söz eder ve bu yaban elinde Türkiye’yi nasıl şerefle temsil ettiğinin hikayesini  tafsilatı ile anlatır. Hane sahibi anlatılanlardan etkilenerek

“-Evime, bu milletin yüzünü ağartmış böylesine bir alim geldiğine göre benim bir kurban kesmem gerekir”

diyerek gösterişli bir koçu kurban edilmek üzere meydana çıkarır. Hüsnü Bey, rica minnet koçun kesilmesine mani olur. Ama hane sahibi

“-Bu koç artık senindir, bundan sonra senin adına buna bakacağım der. Bu kurbanlık hayvana köylü “Profesörün koçu” diye  isim takar. Modern ilim adamı portresinin köy törelerine karışmasının bundan iyi hikayesi olabilir mi?

KITLAMA ÇAY’IN ARKASINA YIĞDIĞIMIZ DÜNYA

1990 yılı.. Ankara’da Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu’nda başkan yardımcısı görevindeyim. Sıtkıbey önde, aslan gibi dört delikanlı arkasında, odama girdi. Hiç selam kelam etmeden

“-Bak bu dört delikanlının dördü de çayı kıtlama içer, şimdi söyle bakayım çayları!”

dedi. Sevgili dostum,  kavramlaştırdığım bir sembole atıf yapıyor, asistanlarını bölgenin kültür ve ilim toprağına aşina olanlardan seçtiğini imâ ediyordu.

Kucaklaştık,  genç akademisyenlerle bir müddet hoş beş ettik. Gençlik hülyaları işte.. Kıtlama çay  latifesinin arkasına koca bir dünyayı yerleştirmiş, bölge  halkının zevklerini taşıyan bilim adamı portresini, çay içme zevkine kadar detaylandırmıştık.

********** ****************

Bir tarihte “Erzurum Sazlığı” üzerine nostaljik bir yazı kaleme almıştım. Sıtkıbey Su Ürünleri Bölümü’ne deneme havuzlarını kurup, Evreni düzlüğünde ardı ardınca mini göletler inşa etmeye başlayınca benim nazarımda Erzurum sazlığı, yarım asır sonra minyatürleşip geri dönmüş gibi oldu. Bu duygu gerçekte umumiydi. Tarihi Erzurum sazlığının mevsimlik konukları olan göçmen kuşların bakiyeleri  de sanki kaybettikleri adresi Sıtkıbey’in havuzlarında bulmuşlarcasına her sabah ve akşam bu mekanda coşkulu uçuşlar yapıyorlardı. Özellikle yaz aylarında çevre düzenlemesi ile doyumsuz bir mekan haline gelen Deneme havuzları, bir birinden güzel muhabbetlere de vesile oluyordu. Ziraat fakültesi Su Ürünleri Bölümü kökleştikçe  Sıtkıbey’in deneme havuzları da serpildi, güzelleşti, yeni işlevler kazandı. 

 Bir gün:

“-Bölüm hocaları ile ortak ders kitabı hazırladık, bu kitabın önsözünü yaz getir, baskı için seni bekliyoruz”

komutunu verdi. Üniversitede ders kitabı olarak okutulan hacimli bir eserin ön sözünü, benim gibi akademik müktesebatı olmayan birisine ısrarla yazdırabilmek için ancak Sıtkıbey olmak gerekirdi.

Yalnız bu mu?..Kurucusu olduğumuz Yayla kent Kooperatifi Binaları tamamlanıp kuralar çekilmişti. Bana diğer dairelere göre düşük standartlı olarak kabul edilen giriş katı, ona üst katlardan bir daire çıkmış. İlk işi benim adıma kura çeken enişteme

“-Çetin nereyi çekti?”

demek olmuş. Durumu öğrenince;

“-Olmadı biz karşılıklı oturmalıydık, onun dairesinin karşısında kim varsa gelsin değiştirelim diye haber salmış. Ve tek kuruş almaksızın sırf dostluk uğruna hakkından feragat etmiş.

HASTALIK VE SAĞLIK DÖNEMECİNDE

1990’lı yılların ilk üç çeyreğinde  iş hayatı, aile hayatı başta olmak üzere her şey yolunda gidiyordu. Hayat güzergahında hangi dönemeçlerin arkasında hangi sürprizin pusuya yattığını kim bilebilir? 1998’de Sıtkıbey aniden hastalandı ve ardından  ağır bir ameliyat geçirdi. Oldukça sıkıntılı günler yaşadı. Ama ondaki tevekkül gücü ve rıza-ı bari karşısındaki teslimiyet, ağır hastalık dönemeçlerini birer birer geçme iradesini ona verdi. Sıtkıbey’in hastalıkta da sağlıkta da nasıl mütevekkil bir insan olduğuna  yakın bir arkadaşı olarak tanıklık ediyorum. Hiçbir sağlık problemi olmadığı günlerde bana bir mektup bırakmıştı. Mektubun üzerinde şunlar yazılıydı:

Muhterem Çetin Bey Kardeşime

Büyük emanetimi sahibine teslim etmemden sonra açılıp gereğinin yapılması istirhamı ile.. Sıtkı

Bu mektubu alıp saklamam gereken yere koyarken, “Vasiyette bulunmak dinimizin emridir, Sıtkıbey bu konuda da bizi örnek oluyor, ne güzel!” diye içimden geçirmiştim.

Sıtkıbey’in beni Akademisyen yapma arzusu yanında bir ikinci tutkusu da siyasete sokmaktı. İşte o günlerde olaylar Sıtkıbey’in istediği gibi gelişti, bir partinin birinci sırasından milletvekili adayı oldum. Sevgili dostum bıçağın altından henüz kalkmış olmasına rağmen, bana yardımcı olmaya çalışıyor, aile çevresinden kişilere görevler veriyor,  haber üstüne haber uçurarak görüşeceğim kişilerin, gideceğim köylerin, hatta taziye evlerinin, toy-düğün hanelerinin adlarını veriyordu. Özellikle Aras boyunda çalışmamı istiyordu. Bugün o kampanya günlerinden aklımda kalan, Sıtkıbey’in köyü Döllek’e gittiğimde beni karşılayan duygular olmuştur. Çeyrek yüzyıl içinde bir köy dünyası bu kadar değişebilirmiş meğer. Misafir olduğumuz evlerin birer harabe olarak bizi karşılaması bir yana, Sıtkıbey ailesinden bir tek kişinin dahi artık bu köyde yaşamıyor olması zamanın öğütücülüğü karşısında hülyaların, gelecek hesaplarının güçsüzlüğünü gösteriyordu.

Bu günlerin birinde

“-Topluca yarın Tercan barajına gidiyoruz. Vali bey ve Kaymakam beyler de gelecek, Çetin bey, sen de muhakkak bize katılmalısın!” dedi.

 “-Hayhay!” dedim.

Ertesi gün içinde ziyafet faslının da bulunduğu çok güzel bir gün geçirdik. Su ürünleri bölümü Tercan barajı  sularında bir dizi çalışmalar yapıyor, vilayet bu çalışmaları yönlendiriyordu. Ama bu seyahatteki  maksadın daha da ötelerde olduğunu  sonra kavrayacaktım. Meğer bu buluşma biraz da Sıtkıbey’in fikirlerine değer verdiği bir dizi insanı bir araya getirmek  için ayarlanmış. Sıtkıbey, Vali Recep Yazıcıoğlu (Merhum)ve onun gelecek vaat eden genç mesai arkadaşları ile  daha önce de sohbetler yapmış, bu sohbetlerden haz duymuş. Şimdi de beni ve bölümündeki genç akademisyenlerini de katmak suretiyle sohbet halkasını genişletmek istiyor.

Recep Yazıcıoğlu’nun televizyonlardan tanık olduğumuz su kayağı gösterisini, ona eşlik ettiğimiz su motorlarının üzerinden seyrettikten sonra, barajın koyundaki koyu gölgeli söğüt ağaçlarının altına geçerek önce taam eyledik. Sonra da çay servisi eşliğinde beyin fırtınası başladı. “Sohbet Meclisleri Kurma”nın bir  Sıtkıbey tutkusu olduğunu bütün dostları bilir. Ama bu seferki sohbet, önce Recep Yazıcıoğlu ile benim aramda geçen bir diyaloga, sonra da tek taraflı benim konuşmama döndü. Recep beyin “Hımm! Enterasan” diyerek özellikle cemaat kalkınması konusunda  anlattıklarıma ilgi gösterdikçe Sıtkıbey’in gözlerinin parladığını görüyordum. Savunduğum görüşler Sıtkıbey’le oluşturduğumuz düşüncelerdi. Bir anlamda ben sözcüydüm. Bu minvalde vakit ilerledi.  Yazıcıoğlu Sıtkı beyin elini tutarak;

“- Bu sohbetin muhakkak devamını getirmeliyiz, Davet ettiğiniz anda Erzurum’dayım” dedi.

Bu hadiseden birkaç gün geçmişti ki Recep Yazıcıoğlu, yeni  hükümetin çok bilmişleri tarafından valilik görevinden azledildi. O mecliste bulunanların yeniden buluşması da  rûz u mahşere kaldı.

Biz Erzurumluların “Tandır ıssı iken ekmek tutar” diye bir sözümüz var. Sohbet meclisi kurucularını bu yüzden “fikir ekmeği pişiricileri”ne benzetebiliriz. Sıtkıbey’in hayatı bu ustalığını konuşturmakla geçmiş dense yeridir. Böylesi sohbet erbabı olan birinin “yazarak sohbet” demek olan bir derleme teşebbüsüne bir gün gelip  soğuk bakacağı aklıma gelmezdi.

Bu yazının yazılacağı tarihten birkaç gün önceydi. Kendisi hakkında dostlarının bir armağan kitap hazırlandığını- aman hocanın haberi olmasın mani olur - ikazına rağmen bir ara ağzımdan kaçırdım. Editörümüz Doç.Dr. Mehmet Karataş hocasını demek ki iyi tanıyor, gerçekten de haberden memnun kalmadı. Ben de

“-Madem bu konu açıldı Sıtkıbey’ciğim !”

diye söze başladım ve devam ettim:

“-İnsan kadri bilmek sağlığında olmalı değil midir?. Bak geçen yıl Ankara üniversitesi hemşehrimiz Profesör Dr.Necati Öner hocamız için bir armağan kitap çıkardı. Bizce bu bile ödemesi gecikmiş bir vefa borcuydu. Üniversite hocaları için keşke yirminci, otuzuncu, kırkıncı meslek yıllarında değerlendirmeler yapılabilse. İlim yolunun öncüleri olan bu insanları, takipçileri, öğrencileri, ondan yararlanacak olanlar, bu değerleri daha derinliğine, işinin başındayken, kürsüsünü yönetirken tanısa.. Üniversiteden koptuktan, yahut hayat sona erdikten sonra âlim portreleri üzerine yazılıp çizilenlerdense bu yapılan daha doğru”

dedim. Bana”iknâ oldu gibi” geldi. 

Sıtkıbey üzerine bir çok değerli makale yazılabilir, ama bunların hiç birinin, Aras Boyu’nun bir diğer evladı olan şair, akademisyen, Nurullah Genç’in; bir mânada kendisi-Sıtkıbey-Aras ırmağı üçlüsü arasında deruni bir iç sohbet olan şiiri kadar  kalıcı olacağını sanmıyorum.

                                                                                                                       -Sıtkı Aras’a-

 

anlamadı Aras’ın bana dost olduğunu

                                                               vadisinde “hu” çeken ruhların peşindeyim

                                                                       bilmedi suların bende mest olduğunu

                                                                    fırtınalar kopsa da ben onun düşündeyim

                                                                                  

miğferi fetih kokan bir garip handır Aras

                                                                       gün aşırı sefere çıkar dağlar üstüne

                                                                       katillerin elinde bir damla kandır Aras

                                                                       öfkeliyken  bulanık akar bağlar üstüne

 

ah, gülümle bir sabah kıyısında yürüsem

                                                                       balıklar bir ağızdan haykırsalar: vefasız!

                                                                       eşsiz bir saray gibi dünyasını bürüsem

                                                                       ölüm bile uyusa toprağında, cefasız

 

 gitti pençelerini kalbime saplayarak

                                                                       öfkeli her kaplanın merkezinde duran, O

                                                                       kararmış bulutlardan yıldırım toplayarak

                                                                       avlanan kekliği de avcıyı da vuran, O

 

beni adam yerine koyar mı bilmiyorum

                                                              ıslanır mı ruhumuz Aras’ın sularında

                                                                    bu kızıl çığlıkları duyar mı bilmiyorum

                                                                       şahzade olur muyum bir gün uykularında?

                                                                                  

 Nurullah Genç /Hüznün Lalesidir Dünya

 

 

Bu yazı hitam bulurken  kendi hesabıma  söyleyeceğim nihai sözü, Fuzûli’nin şu beytine havâle ediyorum:

Yüz şükür ki yâr-i gar buldum

Gezdim bu cihânı yar buldum.

 
Bu yazı toplam 3019 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim