• İstanbul 16 °C
  • Ankara 16 °C

Maraş’ın ödülü…

D. Mehmet DOĞAN

Deprem sonrası Maraş’ı ziyaret etme arzumuz depreşti, içinde dostlarımız da bulunan insanların acılarını paylaşmak, ağır tahribatın meydana getirdiği ruhî sarsıntıyı yanlarında durarak hafifletmek niyetindeydik. Elbette bu niyetimiz bütün sarsıntıya maruz kalmış şehirlerimiz içindi. Fakat bunun zamanlamasının uygun olmadığını, yardım ve kurtarma işleri ile uğraşan dostlarımız hatırlattılar. Ayak bağı olurduk!

Depremden itibaren gün gün olup bitenleri takip etmeye çalışıyorduk. Bölgedeki dostlarımız veya yakınları olan arkadaşlarımız bizi habersiz bırakmıyordu. Depremden ilk gün kurtulmuş, kendini şehir dışına atmış, hatta Ankara’ya gelmiş olanlar vardı. Onların anlattıkları dayanılır gibi değildi. Depremi yaşamışlardı, o dehşeti bize de yaşattılar. Şehirden ayrılmayanlar yanında, enkaz altında kalıp kurtarılmayı bekleyenler vardı. Onların ahvali hakkında ilgili ve yetkili dostlardan haberdar olmaya çalışıyorduk.

Maraş merkezinde Türkiye Yazarlar Birliği şubesinden çok kıymet verdiğimiz dostlarımızı da kaybetmiştik. Bu da umumî hüznümüzü şahsileştiriyor ve derinleştiriyordu.

Bir kıyamet provası tesiri uyandıran büyük zelzeleden sonra bazı kargaşalıklar, sıkıntılar oldu. Fakat şunu gördük ki, milletimiz böyle umumî felaket zamanlarında seferber olup kardeşlerinin yükünü hafifletmek için her türlü yola başvuruyordu. İşi gücü bırakıp bizzat gidenler, bazı kurumların faaliyetlerine gönüllü olarak katılanlar sayılamayacak kadar fazla idi.

Maraş’ın bir köyünde doğmuş olan Mustafa Orçan Hoca, ailesi orada olduğu için ilk anda yola düşmüştü. O anlattı: Bir gün bir delikanlı çıka geldi. Elinde bir demir kesme makasından başka bir şey yoktu. “Bununla ne yapılabilir ki” diye küçümsedik. Sonra gördük ki, bir demir kesme makası bile umulmadık işler görüyormuş.

Büyük âfete maruz kalmış Maraş ve komşu iller zihnimizin arkaplanında mahşerî bir hüzün ezgisi olarak bize refakat ediyordu. Vakta ki Maraş’tan bir davet aldım. Bir an, karşılaşacağım manzaranın ürküntüsü ile ayak sürçtüm. Fakat gitmek lâzımdı…

Biz yaşarken ülkemizde çok sayıda deprem vuku bulmuştu. Varto, Lice, Erzincan, Van, Adapazarı-Gölcük, Düzce, Bingöl, Elazığ…Bilhassa Erzincan, Adapazarı, Van depremleri daha fazla hatırımızda kalmıştı. Devlet kurumlarının Adapazarı depremi sırasında nasıl âciz kaldığını müşahede etmiştik. Günlerce devlet kurumları deprem bölgesine ulaşamamıştı. Gazeteler, televizyonlar İstanbul merkezli oldukları için kısa zamanda bölgeye gitmiş, sürekli yayın yapıyorlardı. En çok üzerinde durulan husus, devletin yokluğu idi. Devlet ancak çakaralmaz telsizlerle haberleşmeye çalışıyordu. Başbakan Ecevit, halka hitab etmek için televizyonlardan başka araç bulamıyordu. O sıralar RTÜK üyesi olmamız hasebiyle, televizyonların hükümet eleştirilerini, halk üzerinde olumsuz tesirlerini düşünerek kısıtlamaya çalışıyorduk.

Son büyük deprem bir tek şehir adıyla anılamayacak yaygınlıktaydı, yine de ilk sarsıntı Maraş’ta olduğu için “Maraş depremi” denilebilirdi. Her deprem sonrası olduğu gibi, bu büyük depremde de bazı haberleşme ve ulaştırma meseleleri ortaya çıktı. Fakat kısa süre sonra, bu meseleler çözülerek etkin müdahale sağlandı. Devletin imkanları hızla devreye sokuldu. Çadır ve konteynırkentler kuruldu. (Bizce kutukent veya kondukent denilebilir) Eski depremlerden sonra ayyuka çıkan ilgisizlik, 

yetersizlik haberleri duyulmadı. Depremzedeler için evlerin yapımına hemen başlandı. Fakat yine de yıkım büyüktü, bu yıkım hayatın akışını uzun süre etkileyeceğe benziyordu.

Nasıl bir Maraş’la karşılayacağımızı bilmeden yola çıkmıştık. Uçaktan indikten sonra yolda gördüklerimiz, depremin maddî hasarının geniş ölçüde giderildiğini gösteriyordu. Yıkıntılar temizlenmiş, şehre çeki düzen verilmiş. Çadırlar kaldırılmış, sadece konteynırlar kalmış. Kahvaltı için belediyenin daha önce de gördüğümüz Şairler Tepesine götürüldük. Orada salonların dolu olduğunu, hayatın kaldığı yerden devam ettiğini müşahede ettik. Tesisden bakılınca harap bir şehir görünmüyordu. Abdülhamid Han Camii de dimdik ayakta idi. Meğer şehrin bu bölgesi depremden fazla etkilenmemişti.

Bir yıl önce şairler tepesinden Maraş’ın gece manzarası. Arkada Abdülhamid Han Camii seçilebiliyor. Şehrin bu kesimi depremden fazla zarar görmemiş.

Sonra şehrin merkezine doğru yol aldık. Asıl merkez çökmüştü. 1977’den beri dimdik ayakta gördüğüm Ulucamii minaresi dahi yıkılmıştı. Daha önce kaldığımız otellerin, oturup kalktığımız mekânların yıkıldığını, kalıntılar temizlendiği için şehrin merkezinde bir boşluk meydana geldiğini gördük. Bize ayrılan otelin yanındaki otel binası boşaltılmıştı, çünkü ağır hasarlı idi.

Belki de bizi Maraş’a asıl davet edenler, şimdi ebediyet uykusunda olan kadim dostlarımızdı. Deprem şehiderimizi ziyaret etmemek olmazdı. TYB Şube başkanı Enver Çapar ve Ahmet Eralp ile şehrin dışında yeni açılmış olan Kapıçam mezarlık sahasının yolunu tuttuk. Orada Hasan Ejderha bizi bekliyordu. Birlikte Ahmet Doğan, Fazlı Bayram ve Ferhat Ağca’nın bulunduğu alana gittik. Bütün depremde vefat edenlere Fatihalar armağan ettik. Zihnimiz savaş alanı gibiydi, nutkumuz tutuldu ne söyleyeceğimizi ne yapacağımızı bilemedik. Bir süre susmaktan başka bir şey yapamadık. Abdülhak Hamid, Makber mukaddemesinde “En güzel, en büyük, en doğru şiir, bir hakikat-i müdhişenin (dehşetli hakikatin) tazyiki (baskısı) altında hiçbir şey söyleyememektir” diyor. Takdire karşı söylenecek söz var mıdır?  

Oradan ayrıldıktan sonra da seri halde gömülmüş deprem şehidlerinin kabirleri zihnimizden bir süre silinmek bilmedi…

Maraş o büyük hengameden sonra derlenip toparlanmıştı. Belki de hâlâ yapılacak çok şey vardı, fakat hayatın devam ettiğini hissediyordunuz. Bunda belediyenin depremden sonra da dergilerini yayınlamaya devam etmesinin, kitap neşriyatını sürdürmesinin payı da ihmal edilmemeliydi. Maraş ortaya koyduğu devam alametleri ile varlığını isbat etmişti.

Akşam törende bize verilen ödül ilan edilene kadar nasıl bir ödül alacağımızı bilmiyorduk. Hem ödül hem de ismi sürpriz oldu. “Yaşam Boyu Başarı Ödülü”. Bunun bir büyük ödül olarak düşünüldüğü, yaşımıza hürmeten verildiği anlaşılıyordu. Biz Maraş’a gelmekle ödülümüzü, buna “mükafat” demek daha doğru olur, almıştık. Maraş ayaktaydı, Millî Mücadele’de tek başına kendini kurtaran Maraş, depremden sonra da aynı yolda yürüyordu. Bu mukavemetiyle Maraş’ın varlığı memleketimiz ve milletimiz için gerçek bir mükafattı.

Ödül töreninde bize tanınan üç beş cümle kurma hakkını bu yönde kullandık. Bir de bu ödülle “hayat boyu” mu yoksa “ömür boyu” mu denilmek istendiğini sorduk…

Dilimiz üzerinde oynanan oyunlar, uydurma ve belirsizleştirilmiş kelimeler yaygınlaştırılarak sürdürülüyordu. Daha önce “Hayatımızda hayatın yokluğuna isyan!” başlıklı yazıda bu konuyu ele almıştık. Bin yıllık Türkçemizde böyle bir kelime yoktu. Hayat kelimesi Türkçenin en zengin kelimelerinden biriydi. Bu kelime ile yapılan deyimler sözlüklerde geniş yer tutuyordu. Hayata (veya ömre) karşılık “yaşam” kelimesini kullanmak Türkçe iddiasında olanların en büyük ayıbı idi. Bu deyimlerin bir kısmında “yaşam” kelimesini hayatın yerine koyarak kullanmak akla ziyandı: Hayat adamı, hayat arkadaşı, hayat geçirmek, hayat kadını, hayat memat, hayat sürmek, hayata geçirmek, hayatına girmek…vs.

Maraş’dan yarım asırlık tanışıklığımızı yenileyerek, varolma irademizin dinamizmini bizzat görerek dönüyorduk.

Bu yazı toplam 175 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim