Medine-i Münevvere’de Bir Sabah Ezanı

Medine-i Münevvere’de Bir Sabah Ezanı
Bizim evin damından (Yeşil Kubbe) görünmez; Fakat Harem-i Şerifin minareleri gözükür. Baktım ki: minareler yanmış. Bu Hilkat mabedinin sinesinde yanan, parlayan minareleri buhurdanlara benzettim.

 Galiba melekler, hediye olmak üzere cennetlerden öt ağacı ve daha insanların bilmedikleri bin bir çeşit kokular getirmişler, o buhurdanlara atıyorlar, onun için uhrevi, baygın bir koku her tarafa yayılmıştı.

Meğerse o minareler birer buhurdan da değil, bu nurdan mabedin ortasına konmuş yakuttan birer kürsi imiş. O kürsilerde Peygamber Efendimize ait menkıbeler okunacak, hakikat-i Muhammediyeye dair hutbeler, kaside ve ilahiler söylenecekmiş…

Derken ilâhi bir ses, alevler gibi bir feryat yükseldi: ALLAHU EKBER... ALLAHU EKBER... Derin bir murakabeye dalmış olan kâinatı, inleterek uyandırdı. Ben de vecd içinde ürpererek kendime geldim. Anladım ki sabah ezanı okunuyor. Müstesna bir tesadüf olarak (REÎSİYE) nöbeti; Mahmud Nûman da imiş.[1] Bu tesadüfe o kadar sevindim ki tarif edemem.

Hazret ezana devam ediyor, ezanın arasında konuşmamak için nasıl okuduğunu ezandan sonraya bırakalım. LA İLAHE İLLALLAH... Ezan bitti. Belki musikiye aşina olan okuyucularımız: “Madem ki her ses, bir makama tabidir, binaenaleyh acaba Numan’ın takip ettiği makam sabah ezanlarında meşhur olan SABÂ mı idi?” diye bir sual sorarlar. Evvela bunu kısaca arz edeyim:

Ne hikmetse Sabâ’dan değil, Uşşak’ın ikinci oktavından başladı, sonra Uşak Nevâ yaptı. Çıkışlarda tiz nevadan yükseliyor, derken, bir Bayati ve Hüseyni çeşnisi yapar gibi oluyor, sonra yine Uşşak’ın engin, dolgun ve nâmütenahi semalarında uçtuktan sonra, meyan içinde meyan yapmak, zaman ve mekân kaide ve hudutlarını aşmak harikalarını göstererek yine Nevâ’nın o alevler saçan şahikalarına yükseliyor, yine o aşk kaynağı olan tılsımlı âlemlerde karar kılıyordu. Evet, görünüşte sezilen makamlar bunlardı; fakat nağmeler! Ahh o kıvılcımdan, gülden, çiçekten, renkten, histen, aşktan, vecdden ve bilmem daha ne gibi bedialardan yaratılmış nağmeler, ne ilahi idi... Âdeta her nağme bir makam yerini tutuyordu. Herhâlde topyekûn makamların, nağme ve akislerin ruhları, mana ve tesirleri, Efendimizin huzurunda bir geçit resmi yapıyorlar, hürmet ve tazim ile salat ve selam vererek şefaat diliyorlardı ve bu mukaddes makamda ezan okumak şerefine nail olan bahtiyar müezzinin bahtiyar sesine:

Yürü kim meydan senindir bu gece”

Sohbet-i sultan senindir bu gece...” denmişti.

Ses yükseliyorken, gönlüm, ruhum öyle heyecanlarla doluyordu ki sanki bir melek, o renginde fecirler, mehtaplar görünen kanadına bizleri takıyor; yıldızlar, güneşler muhitinden, renk ve ziya ufuklarından geçirerek lâhut âlemlerine, ruhların, meleklerin karar ve ibadetgahı olan cennetlere çıkarıyor... Artık orada onların tesbih ve tahlillerini, Cemal-i Kibriyaya ait olan güftelerini, ilahi aşkın mahrem sırlarını ifade eden en ağır ve en vecdâlûd besteleri dinliyordum.

Artık o zaman maddenin fani, hayatın süfli emellerini ihtiyaç ve ihtiraslarını, bedbaht maddileri aldatıp avutan topraklarda bırakarak o nurdan mihraplara serilen tavus tüyü rengindeki yeşil çimenlerden örülen kadife seccadelerin üzerinde secdelere kapanıyorum...

Bu haber toplam 388 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim