Vücudunun içinde kaybolduğu bol bir pantolon, kapalı yaka tişört, eski moda kazak, koca burunlu bir bot ve Lakers şapkası satın alır. Pantolonun dizlerini ve paçalarını makasla yırtar. Tişörtün bazı yerlerine farklı renkte boyalar damlatır. Kazağını mümkün olduğu kadar deforme eder. Spor salonuna giderken şapkayı giyerek üzerinde ter lekeleri oluşmasını sağlar. Botun altını delerek ve üstünü kazıyarak yıpranmış görüntüsü verir. Diğer evsizlerin yaptığı gibi, zaruri eşyalarını koyacağı bir el arabası temin eder; onu cipinin arkasına atıp plaja gider. Arabasını otoparka bırakıp sahildeki palmiyelerin altında pinekleyen miskinlerin arasına karışır.
Böylece onun da macerası başlar. Kendisini gazi olarak tanıtan bir evsizin etkisiyle şu hükme varır: "Amerika'da evsiz yaşamak istiyorsanız sıkı bir hikâyeniz olmalı. Hikâyenizin orijinalliği ve inandırıcılığıdır sizi saygın yapan. Önlerinden geçerken diğer evsizler sizi parmaklarıyla gösterip, hakkınızda 'vaiz', 'yazar', 'gazi' gibi sıfatlarla konuşmuyorsa kayda değer bir evsiz değilsiniz demektir."
Roman son derece sürükleyici. "Sokakta yaşadığım yirmi beş gün boyunca hapishaneye de yolum düştü, hastaneye de. Aç kaldığım da oldu, karnımı tıka basa doldurduğum da. Parasız da kaldım, para da kazandım. Kavga ettim; dayak attım, dayak yedim." Okudukça hissediyorsunuz ki kitapta anlatılan kişi yazarın kendisidir. Ama yazar şöyle demeyi de ihmal etmiyor: "Zaten bu kavgalar sırasında kafama çok darbe aldığım için hatırlamıyorum anlatacaklarımın ne kadar gerçek, ne kadar uydurma olduğunu."
Yazarın dünya edebiyatına hakim olduğu gözlerden kaçmıyor. Kitabını atıflarla zenginleştiriyor. Dilini az bildiği bir ülkede yolunu bulmaya çalışırken, Paris'te intiharın eşiğine gelen Rumen yazar Panait Istrati'den söz ediyor bize. Aç ve susuz kaldığında 'Açlık' romanını yazan Knut Hamsun'la paylaştığı duygudaşlığı anlatıyor. Uyuşturucu şebekesinin elinde hazin sonunu beklerken Marquez'in 'Kırmızı Pazartesi' romanının kahramanı olan Santiago Nasar'ı hatırlatıyor. Ve Nietzsche'nin meşhur uçurum metaforundan bahisle kendi anılarının içinde nasıl kaybolduğunu.
Öyle bir kaygısı yokmuş gibi görünse de kitapta çok ciddi sosyal analiz ve eleştiriler var. Bunlardan biri televizyonda görüp tanıdığı, sonra da evsiz olarak karşısına çıkan eski bir ressam ile ilgili. O ressamla yüzleşmesini şöyle anlatıyor yazar: "Hikâyesini öğrenmeden çekip gitmeyeceğimi anladı. Ellerini iki yana açarak 'Kadınlar, evlat' dedi. 'Ne olmuş kadınlara?' 'Evli misin?' 'Evet.' 'Çocuğun var mı?' 'Bir oğlum var.' 'Şanslısın. Ya kızın olsaydı?' 'Efendim! Kız, oğlan ne fark eder? Önemli olan sağlıklı olması değil mi?' diye cevap verdim. Gözlerinde öfkeyle acı karışımı bir ifadeyle yüzüme bakıp başını öne eğdi. 'O televizyon programında gördüğün evi kendi ellerimle yaptım. Şimdi orada eski karım, sevgilisiyle birlikte yaşıyor. Adamınsa karımın mı kızımın mı sevgilisi olduğu belli değil."
İbrahim Altay hacim itibarıyla küçük, muhteva itibarıyla büyük olan 'Evsiz' romanıyla pek çok insanın özlemini çektiği bir toplumun hayatına neşter atıyor; önümüze serip bir de yakından bakın diyor. Sosyoloji, sosyal psikoloji gibi ilimlerin ciltlerle izah edecekleri gerçekleri 104 sayfalık romanında çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Doğru ya da yanlışın değil de güzel ve çirkinin peşinde olduğu için son derece tarafsız davranıyor; doğrular hakkında nutuk çekmiyor. Bizi alıp apayrı bir dünyaya götürüyor, oranın atmosferini solutuyor. Esprilerine, üslubuna, estetik zevkine dikkat edince güçlü ve seviyeli bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Üstelik hiç zorlanmadan yazıyor. En girift konuları ele alışındaki rahatlık, hikâye etme sanatının kurallarını okuyucuya hissettirmeden kullanışı, çok önemli bir yeni yazarın varlığını bize duyuruyor.































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.