• İstanbul 18 °C
  • Ankara 18 °C
  • İzmir 19 °C
  • Konya 17 °C
  • Sakarya 16 °C
  • Şanlıurfa 24 °C
  • Trabzon 18 °C
  • Gaziantep 21 °C
  • Bolu 15 °C
  • Bursa 18 °C

Mehmet Aycı'dan: “Anneleri mutfakta kalan son bakır sahanı…”

Mehmet Aycı'dan:  “Anneleri mutfakta kalan son bakır sahanı…”
Ülkemizde “Gülün Adı” romanıyla maruf Umberto Eco Hazretlerinin çok iyi bir kütüphanesi vardır ve bu kütüphanenin önemli bir kısmı nadir kitaplardan oluşmaktadır.
turkedebiyati
Ülkemizde “Gülün Adı” romanıyla maruf Umberto Eco Hazretlerinin çok iyi bir kütüphanesi vardır ve bu kütüphanenin önemli bir kısmı nadir kitaplardan oluşmaktadır. Yazarın yalancısıyız, nadir kitapların mühimce bir kısmını ise “Doğu”ya ait yazmalar oluşturmaktadır. Hal böyleyken üstadın “Güzelliğin Tarihi” adlı hayli hacimli eserinde bize/doğuya ait güzelliğe dair tek görsel bulunmaması şaşırtıcı değil midir? Yazar haberdardır, hatta hayrandır hayran olmasına da güzelliğin tarihi yazılacaksa, bu, pagan kültürüyle/Hıristiyanlığıyla batıya ait bir güzellik olmalıdır, doğu mu, ancak roman malzemesi olur düşüncesindedir. Bu düşüncesinde haklı olup olmadığını tartışacak değiliz, yaptığımız yazarın tanıklığında bir durum tespitinden ibarettir.

Girizgâha tekrar döneceğiz lakin memleketimizde, hadi tanımlamak zorunda olduğumuz için söyleyelim, yüzyıllarca bütün şubeleriyle imal ve icra edilen sanatı “muhafazakâr”, başka(batılı)  milletlerin imal ve icra ettikleri sanatı ise “ilerici/çağdaş” bilme ön kabulünün nerdeyse bir buçuk asrı aşkın süredir seçkinlerce “işte budur” diye dayatılması da girizgâhtaki tespitten vareste değildir. Nasıl olsun, ülkemiz elin muhafazakârlığını kendi ilericiliği olarak kabul etmiş,  muhafazakârlığı yanında yerine göre kendi yeni/yenilikçi tutumunu ise tutucu olarak yadırgamaktan geri kalmamıştır. Buradan çıkaracağımız hüküm cümlesi şudur: Nasıl tanımlanırsa tanımlansın her milletin sanatı muhafazakârdır; velev ki alabildiğince yenilikçi olsun…

Bu kadar muhafazakârlı/tutuculu bir giriş yaptığımızı biliyoruz ancak, Türk Dil Kurumu’nun lügatinde halen muhafazakâr eşittir tutucu; muhafazakârlık eşittir tutuculuk olarak kayıtlıdır. Tutucu sıfatı “Mevcut toplumsal düzeni, düşünceleri ve kurumları değiştirmeden olduğu gibi korumak isteyen(kimse), muhafazakâr, konservatör” cümlesiyle anlamlandırılmaktadır.  “Tutuculuk”ta ise okuyucuya ikinci anlam olarak torpil geçilmiş; sözcük  “Özellikle siyasal ve toplumsal düzeni olduğu gibi sürdürme görüşü, tutumu, anlayışı, muhafazakârlık” şeklinde açıklanmıştır. E, ne var bunda, başka lügatlerde başka anlamlar da kayıtlı, örneğin Kubbealtı Lügati’nde muhafazakârlık olumlanmış filan diyenlere deriz ki, TDK Lügatinde zikredilen anlamlar Tanzimat’tan sonra köylüsüyle kentlisiyle “terbiye edilmesi gereken” aziz milletimize, seçkiniyle bürokrasisiyle devletimizin bakışını yansıtmaktadır. Muhafazakâr mısın, bir adım ilerisi, gericisin kardeşim, senden bir numara olmaz; üstelik köylünün, şarklının, başıkabak ayağı çarıklının ta kendisisin demektir. Elhamdülillah, hayat ağacının değil de, fıkradaki ucube ağacın dallarından bakınca biraz öyleyizdir.

Muhafazakârgillerden “hafız”, “hafıza”, “muhafaza”, “hıfz etmek”  kardeşleri de çağırıp hallerince konuşturduğumuzda bizdeki “muhafazakârlık” tanımının ne kadar konserve, ne kadar iğreti ve ne kadar sıkıcı olduğu da görülecektir. İnsan hafıza sahibidir ve değerli olanı belleğinde korur. İnsan hafızası sayesinde insandır. Hal böyle iken hafızası olan, hadi artistlik yapalım, hafızası muhafaza eden Âdem’in her kızı ve her oğlunun muhafazakâr olmaktan kurtulması mümkün değildir. Bizde muhafazakâr sözcüğünün 1789’dan önce dilde kullanılıp kullanılmadığı erbabınca araştırılmaya değerdir, zira dünya muhafazakârlık denilen naneyle Fransız İhtilalı’ndan sonra tanışmıştır. Oysa bin yılı aşkın süredir bu topraklarda hafızlar Kuran hıfzetmiş, şairler önceki şairlerin divanlarını hıfzetmiş, hatta Mushaflar için şöyle dursun cüzler için bile öyle nadir muhafazalar hazırlanmıştır ki, bu muhafazalara, elan bırakın Topkapı Sarayı’nı Anadolu antikacılarında bile rastlamak mümkündür. Uzatmayalım, görüleceği üzere muhafazakârlık sözcüğünün sonradan yükleme anlamı kanlı canlı, hiçbir sağlık sorunu olmayan adama suni teneffüs yaptırma ameliyesi kadar abes durmaktadır. Pencereyi kapatmadan ilave etmek gerekirse, insanoğlunun geldiği nokta “taşınır bellek” sayesindedir; hafızlar bilginlerden daha hayati bir görev ifa etmekte, değerli olanı saklamaktadır. “Hafızlık Geleneği” ise ayrı bir yazı mevzuudur.

Yeri gelmişken, şu konservatizm denilen gâvur icadı için iyi tasarlanmış konserve kutusu şıklığında bir iki kelam etmek hak teslimi olacaktır. Yerimiz ve yenimiz dardır, teyit ettirmek için sayfa karıştırmayalım, hatırladığımız kadarıyla Yakup Kadri, Yaban romanının kahramanına, emir erinin  “yaban” köyüne sığınan malul subaya hani, sararmış otlar arasında, uçaktan atılan, bir kenarı yamulmuş konserve kutularına rastlarsınız; yalnız ve ıssız ve yaban dururlar, işte ben bu köyde o konserve kutuları kadar yalnızım, ben de atılmış bir konserve kutusuyum,  dedirtir ya, hiç bir cümle el üzerinde tutulan Türk aydınını bu tespit kadar derli toplu anlatamayacaktır. Yakup Kadri’yi tenzih etmesek de olur, bugünkü muhafazakârlık ve sanat tartışmaları bile, “konserve kutusu aydınları”nın tasarım ve tasallutundan müstağni değildir. Hem sığınmak için emir erinin memleketinden başka kucağı olmayan hem de o kucağı alabildiğine yabansı bulan Türk aydınının zihni “muhafazakârlık” zaviyesinden bakıldığında konserve kutusunun sınırlarını aşamayacaktır. İçlerinde sevgili Hasan Aycın’ın çizgi karakterini andıran; çerçevenin dört çubuğunu zorlayan, sonra çerçeveden başını çıkarıp yenidünyanın farkına varan aydın sayısı iki elin parmaklarını aşmayacaktır.

Türk halkının konserve sevmediği, konserve tüketiminde geri sıralarda olduğu, hala kentlerde, “Türk mutfağı” adı altında ev yemekleri sunan yerler açıldığı, konserve tüketimin askeri hariç tutarsak, kendisini çağdaş, batıcı, ilerici kesimlerde “muhafazakâr” kesimlere göre daha revaçta bulunduğu ayrı bir çelişkidir. Muhafazakâr diye addedilen kesimlerin gönlünde bahçeli, tek ve iki katlı evlerin bahçelerinde domates yetiştirmek rüyası yatmaktadır ki, o rüyayı gecekondularını kat karşılığı müteahhide vermek suretiyle berbat etmişlerdir. Burada rahmetli Turgut Cansever’in ruhunun ellerini öpmek kadirşinaslık olacaktır.  Halkımızın konserveden değil “taze”den yana olduğunu gösterecek binlerce delili hayatın farklı alanlarından vermek pekâlâ mümkündür ve bunları zikretmek fazla kelam olacaktır. Her biri eşiğinden çatısına bir sanat şaheseri olan yalıları, köşkleri yıktırıp, terk edip, Osmanbey’deki konserve kutusu apartmanlara taşınmayı “ilericilik” sanan ve muhafazakâr kimliğinden kurtulmak için “apartman partileri” düzenleyenler, bu ülkenin “Fransız” tanımına göre muhafazakârları değildir.

Esasen Türk halkının ekseriyetinin muhafazakâr olduğunu kabul etmek, “Fransız kalmak” deyimiyle açıklanabilecek sığlıktadır. Efendim, namaz kılıyor, oruç tutuyor, en dindar olmayanı bile cumaya gidiyor, kendi mescidini kendisi yapıyor, Cuma günleri, sevgili Melek Arslanbenzer’in kulakları çınlasın metroda bile hıncahınç Cuma namazı kılınıyor, kurban derisinden, selamlaşmadan, bayramlaşmadan, ikramdan ihramdan muhafazakârlık çıkarmak, gül ağacına kabak aşılamaya benzer ki, zinhar tutmayacaktır. Bir defa Türk halkının zihni “işe yararlık” üzerine çalışmaktadır ki, işe yaradığı ölçüde bir şey değerlidir. Yıllarca Anadolu’nun altını üstüne getiren define meraklılarının sadece altın ve gümüşe oklanmaları, güzelim testileri, kâseleri, gavur bunu mu bırakmış diye taşa çalmaları anlatılan hikayelerdendir ve dahi misalin hususi olması hükmün umumi olmasına mani değildir. Bu fakir, sahaflardan aile albümleri, hüviyet cüzdanları, diplomalar, tapu senetleri toplamış, eve her yeni gelen gelin eskiyi fazlalık olarak görmüş, aile terekesini çöpe göndermeyi temizlik addetmiştir. Tek başına gecekondu hikâyesi bile halkımızın muhafazakâr olmadığını, bahçesine diktiği ağaçlarla, aile büyümesine yönelik yana eklediği müştemilatla yeniliğe ne kadar açık olduğunu göstermeye yetecektir. Bu gün bir asrı deviren işyeri sayısı Allah aşkına kaç tanedir? Kaç çocuk büyük annesiyle yahut büyük babasıyla aynı evde doğmuş, torununu aynı evde sevmiştir ki, Türk halkı muhafazakâr olsundur? Bugün Osmanlı’ya, padişahlık düzenine, hilafete, eski hayat düzenine olan ilgi ayakları yere basmayan ve işlerliği olmayan ilgiden ibaret desek başımız ağrımayacaktır. Halkımız hamdolsun yeni hayat inşa etmede kabına sığmayan bir halktır ve çarşıda pazarda, seferde hazarda bu yeni hayatın ilerleyişini görmemek için fildişi kulede hayat bilgisi dersi okuyacak kadar kör olmak icap edecektir.

Burada sanat bağlamında değinmemiz gereken şudur: Hiçbir sanat hudayinabit değildir ve ne kadar yenilikçi olursa olsun onu besleyen, doğuran, büyüten bir birikim mevcuttur. Bizde muhafazakâr olarak tanımlanan kesimler, tuhaf bir muhafaza algısıyla ya olduğu gibi muhafaza etmekte, klişeye kaçmakta, günümüz saz şairlerinin Emrah’ın suyunun suyunun suyu olması gibi sırıtmakta yahut muhafaza ettiğini sandığı şeyin değerinin farkında olmamaktadır. Kendisini ilerici olarak tavsif eden çevrelerin ise, dönüştürecekleri değerden yana sıkıntıları bulunmakta, halkın değerlerini değer olarak görmemektedir. Unutulmaması gereken şudur ki, dünyada biricik olan hiçbir sanatkâr kendi halkının değerlerini yok sayarak biricik olamamıştır. Tanpınar örneği geleneğin nasıl inşa edildiğine nasıl dönüştürülmesi gerektiğine dair güzel bir örnektir. Sel gidip kum kaldığında, bugüne kalan ve geleceğe kalacak olan her şairin, yazarın, ressamın, müzisyenin mutlaka içinde doğduğu toplumun değerlerini dönüştürerek biricik olduğu, kalıcılaştığı görülecektir. Velev ki, bireysel hayatında bu değerlere alabildiğine yabancı bir hayat yaşasın…

Girizgâha döneceğiz dedik de, ara epeyce açıldı, Eco üstadımızın yaptığı güzelliği, “güzellik bir varlıktır” diyen türkü gölgede bırakacak kudrettedir. Her değerin dolaşıma girmede eşit imkâna kavuşmaya başladığı günümüzde birkaç aklı evvel bir araya gelip, yahu şu muhafazakâr/gerici/geleneksel/arkaik Türk sanatının ne olup olmadığına bir bakalım, belki dünyaya söyleyecek bir şey buluruz diye akıl ederse, vay halimize… O muhayyel aklı evvelin “devlet aklı” olması yine muhafazakârlığımız gereği vacip mesabesindedir.  Türkü deyip geçmeyin lütfen, TRT’nin türkü repertuarını inceleyenler, modern Türk şiirinde bütün akımların türküde “ce” diyerek daha önce yakılmış/akmış olduğunu göreceklerdir.

Buraya kadar söylediklerimizden bir hüküm çıkarmak icap ederse, deriz ki;

BİR: Edebiyat söz konusu olunca, hangi dilde yazıyorsanız, ne kadar yenilik yaparsanız yapın o dilin tutucusu olmaktan kurtulmanız mümkün değildir. Tezli bir tutumla uydurulan kelimler bile o dilin evreni dâhilindedir ve dil sözlü sanatlarda yegâne değer taşıyıcıdır.

İKİ: Bir zamanlar “muhafazakâr” olmamakla suçlanan bir nice akım “muhafazakâr” karakter arz eder ki,  bunun örnekleri saymayacak kadar çoktur.  Rahatına alışan insan zihni yeniyi önce reddeder, sonra alışır, sonra eskitir, sonra eskittiği o “değer”i kabulden kutsiyete varacak bir dairede önemser. Muhafaza etmek de yenilemek de, yıkmak ve yapmak gibi insan doğasının bir gereğidir.

ÜÇ: Sizin geleneksel olmayan “sanat”ınız başkasının geleneksel sanatının bir devamıdır.

DÖRT: Muhafazakârlık ve Sanat tartışmaları sathi ve dönemseldir, zira sanat taşıdığı değer itibariyle zaten muhafazakârdır; bir değeri, bir yeniliği, bir inceliği muhafaza etmiyorsa, içinde ilk yaratma eyleminden bir nefes taşımıyorsa zaten sanat değildir.

Rivayet o ki annemizin alüminyum olanıyla değiştirdiği mutfakta kalan son bakır sahanın dışındaki nakışları Çinliler kopya etmişler, uygulamışlar, üretmişler… Bir bu eksikti…

Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 464, Yıl Haziran 2012
Bu haber toplam 676 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim