***
II. Dünya Savaşı sırasında Alman ilerlemesinin ve CHP içindeki Nazi sempatizanlarının etkisiyle birkaç küçük deneme yapıldı. Onlar da zaten Almanya’nın ezici gücü karşısında siyasi anlamda ağırlığı olmayan atılımlardı. Savaş sonunda yalnızlaşan Türkiye’nin bırakın kimlik üstünden siyaset yapmasını ve etkisini arttırmasını bir yana, toprak bütünlüğü bile tehdit altındaydı.
Kıbrıs sorunu dünya gündemine girdiğinde dahi uzunca bir süre çekimser davrandı. 1939’da Hatay’ın ilhakı dışında 1955’e değin kimlik üstünden siyaset yapmak ve hak aramak Türkiye’nin dış politika jargonunda pek yer almadı. Zaten Hatay ve Kıbrıs da sınırlı anlamda bir kimlik siyasetinin tezahürüydü. Türkiye bütün Türkleri ya da Müslümanları değil, sadece belli yerdekileri dikkate alır bir politika benimsemişti.
Soğuk Savaş’ın bitişi ama özellikle de Sovyetler Birliği’nin sürpriz dağılışı kimlik siyasetinin uzun yıllar sonra tekrar Türkiye’nin gündemine girmesine yol açtı. 1993’de kurmayları Demirel’e Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk dünyasının kurulduğunu söylettiler. Derken yeni keşfedilen akrabalarla sembolik değeri güçlü ilişkiler geliştirilmeye başlandı. Örsler dövüldü, destanlar tarih gibi anlatıldı.
Ancak coşku uzun sürmedi. Akrabalarımızı sevdik ama çok geçmeden birbirimize pek de benzemediğimizi fark ettik. Çıkarlar da farklılaşmaya başladı. Duygu yerini akla bıraktı. Ayaklarımız yere bastı. Üstelik Batı ile Doğu arasında köprü olma metaforu da bir süre sonra geri tepti. Batı, Doğu ile olan ilişkisini kendi kurdu. Bize ihtiyacı kalmadı.
“Türk” olmamız üstünden kurguladığımız siyasetin sonuçlarından da fazla hoşlanmadık. Ruslar ve Çinlilerle olan ilişkilerin sıkıntıya girdiğini, Türklükten bahsedince Kürtlüğün dışlandığını gördük. Çeçenlere kardeşlik adına destek verince Rusların da PKK’ya yardım edebileceğini fark ettik. Duma’da düzenlenen sürgündeki parlamento toplantıları serisini hiç sevmedik. Uygur konusunda da mülayim olmanın kendi çıkarlarımıza daha fazla hizmet edeceğini deneyip yanılarak öğrendik.
***
AK Parti’nin iktidara gelişi ve tam da bu sıralarda yaşanan 11 Eylül sendromu hem dünya siyasetinde hem de Türkiye siyasetinde kimliğin bir kez dış politikamızın parçası olmasına yol açtı. Ahmet Davutoğlu’nun jeopolitiği Türkiye merkezli biçimde yeniden yorumlaması, ülkenin gücünü ve etkisini tarihin derinliklerinde araması bu anlayış değişikliğine kavramsal katkıda bulundu.
1 Mart tezkeresi, 2008 Gazze müdahalesi, Davos tartışması gibi tarihi tesadüfler, AB’nin ırki ve dini tandanslı dışlayıcı tavrı, Bush Amerika’sının ben yaptım oldu politikası Türkiye’nin kimlik üstünden siyaset yapma eğiliminin bölgesinde karşılıksız kalmamasına yol açtı. Medeniyeler konusunda yaşanan gelişmeler ise kimlik siyasetinin yeni dünya konjonktürü içinde daha fazla zemin bulmasına yardım etti. Türkiye, Ortadoğu’nun modeli ve neredeyse hamisi konumuna geldi.
Fakat Tunus’ta bir seyyar satıcının kendisini yakması ile yaşanan gelişmeler giderek kimlik politikasını geçersiz kılacağa, aidiyet üstünden siyaset yapımını zorlayacağa benzer. Çünkü bölge siyasetinin temel paradigması değişmekte ve aslında Türkiye de bu değişime ayak uydurmakta. Artık giderek daha fazla evrensel değerler ve haklar üstünden siyaset yapan bir Türkiye var. Suriye’de rejim yerine demokrasi savunuluyor. Kaçan insanlara kucak açılıyor. Tahrir meydanında halkın yanında yer alınıyor. Kuzey Irak ile yepyeni ilişkiler kuruluyor...
02.07.2011 Star Gaz.































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.