• İstanbul 16 °C
  • Ankara 21 °C

Merve Çakır’la Söyleşi: “Yazmaya gönül verince yerdeki taş bile insana hikâye yazdırabilir.”

Merve Çakır’la Söyleşi: “Yazmaya gönül verince yerdeki taş bile insana hikâye yazdırabilir.”
Söyleşilerinizde kütüphanesi olan, bolca kitap okunan bir evde büyüdüğünüzden, bu sebeple kitaplarla yakın ilişki içerisinde olup okudukça yazmak istediğinizden bahsediyorsunuz.

Bu noktada merak ettiğim şu: Çocukluğu kitaplarla geçmeyen Merve bugün yine yazar mıydı? Ya da yazmak için gerçekten de kitapların içerisinden çıkıp gelmek mi lazımdır yoksa yazmak aslında insanın içinde var olan, ne yolla olursa olsun ulaşacağı, kitaplardan ayrı bir dünya mıdır?

Kitaplarla büyümeseydim, okuma alışkanlığım olmasaydı nasıl biri olurdum, yazar mıydım yoksa kalem kâğıt görünce kaçar mıydım bilmiyorum. Soruyu okuyunca fark ettim ki üzerinde hiç düşünmediğim bir meseleymiş bu. Yazmanın her şeyden öte bir nasip işi olduğuna inandığım için insanın nasibinde varsa hangi şartlarda büyüdüğünün öneminin olmadığını düşünüyorum. Ancak bu, kitapların gereksiz olduğu anlamına gelmesin. Aksine yazmak için bol bol okumak gerekiyor. Kütüphanesi olan bir eve doğmak, okuma yazma öğrenir öğrenmez okumaya başlamak şart değil belki ama çok okumak şart. Üstelik yalnızca kitapları değil, kitapların yanında çevreyi, insanları, her şeyi okumak gerek. Her manada iyi okur olan yazarların yazdıkları o kadar güzel oluyor ki insan bir ömür unutamıyor.

İlk hikâye kitabınız Üç Yüzlü Ejderhanın Anlamsız Hikâyesi’nde bazıları satır arasında bazıları da gözle görünür olmak üzere eleştirel bir dil mevcut. Yazarların genelde de okumak istediği gibi hikâyeler yazmak istediğini varsayarsak, okuduğunuz metinlerde bir tenkit, derin gözlem ya da toplumsal bir tespit arar mısınız?

Hiç aramam, üstelik okumak istediğim tarzda yazdığımı da söyleyemem. Her tarzda hikâye okumayı çok seviyorum. İyi yazılmış olması şartıyla. Ancak kendi tarzıma yakın yazan kişilerin yazdıklarını okurken zihnimde başka bir bölüm açılıyor sanki. Diğer kitaplara baktığım gözle bakamıyorum, daha eleştirel okuyorum onları. Çok iyi yazılmış olanlarına imreniyorum, bazılarını ben yazmak istiyorum. Bazı konuları ben yazsam nasıl yazardım diye düşünüyorum. Bazıları da beni hemen bir hikâye yazmaya sevk ediyor.

Hikâyelerinizde bazen soyut bazen de somut zeminler üzerinde insan anlatılıyor. Zihnî çağrışımlara izin veriyorsunuz, yer yer postmodern teknikler kullanıyor ama yine de insanı en saf, gerçek duygularıyla ele alıyorsunuz insanı. Bu duygular da genelde acı, keder, kaçış oluyor. Mutluluk üzerine sarf ettiğiniz cümleler pek az. Buradan yola çıkarsak pek çok yazar için merak ettiğim soruyu size de sormak istiyorum. Yazma güdüsü olumlu duygulardan ziyade olumsuz duygularla mı açığa çıkmakta? Sait Faik’in “Yazmasaydım deli olacaktım.” dediği gibi anlarda mı gizli hikâye?

Bu haber toplam 104 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim