Tabii kitaptaki gibi yüzümüze gözümüze bulaştırmaz, âdil olmayı, hakkaniyeti gözetmeyi esas alırsak. Biliyoruz ki, türlü çeşitli sebeplerle bu böyle olmuyor. Olmayınca da kitap konusu olabiliyor.
Sıradışı Bir Ödül Töreni de, Mustafa Kutlu’nun vazgeçilmez ortamı olan kasabada cereyan ediyor. Ama bu defa Ege’de, deniz ürünleri ile bilinen bir sahil kasabasındayız. Bahse konu ödülleri veren derneğin adı da Kafadanbacaklılar Derneği.(Eserde derneğin isminin başında Türkiye ibaresi de var. Bu da işi sarakaya almanın bir parçası olsa gerek. Bunun için Bakanlar Kurulu kararı gerekiyor.) Kafadanbacaklıkar lafzı, kasabanın en ünlü deniz ürünü ahtapottan mülhem.Kasabanın bir başka özelliği, kuruluşundan itibaren mübadeleye kadar yarısı Türk, yarısı Rum nüfusa sahip olması.
Ortam olarak vazgeçilmez olan kasabaya dönersek… Bana öyle geliyor ki, Mustafa Kutlu kasaba gerçeği ile bize hem eskiyi, bir anlamda olması gerekeni, hem de yeniyi, olanı aktarıyor. Bunun için henüz aslî değerlerini tamamen yitirmemişse de, toplumun gidişine bağlı olarak kaçınılmaz bir şekilde modernleşmeye paçasını kaptırmış kasaba ortamında yaşanan ekonomik,sosyal ve kültürel gerçekliğe dikkatimizi çekiyor. Böylelikle yazar sorumluluğunu yerine getiriyor, tabiri caizse alarm zili çalıyor. Kutlu elbette sadece kasabayı yazmıyor, mekân olarak büyük şehirlerde geçen hikâyeler de yazıyor. Bu hikâyelerde de daha çok şehrin çeperindekilere yüzünü dönüyor, çeperde yaşayanların ahvaline ışık tutuyor. Kasabada da, şehirde de bu toprağın insanının hâlipürmelâline dikkatimizi çekiyor. Değerlerimize sarılarak ayakta durabilenlerin yanı sıra, bir hiç uğruna heba olanlara… Bunu yaparken Kutlu’nun sadece ‘geçmiş zaman peşinde’ olduğunu düşünmüyorum. O, maziden çok hâlin anlatıcısıdır. Bugünü köklerimize tutunarak anlatmaya çalışır. Kişi düştüğü yerden kalkar diyenlerdendir.
Sıradışı Bir Ödül Töreni’nde ne anlatılıyor? Elbette sadece kepaze bir ödül töreni anlatılmıyor. Törene gebe bir kasaba gerçekliği, bunda dahli olanlar âdeta sinematografik bir dille canlandırılıyorlar. Yalnız olaylar değil, tiplemeler de öyle. Toplumun farklı kesimlerinden seçilen hikâye kahramanları hâlleri ve konuşmalarıyla âdeta yanıbaşımızdadırlar. Meselâ, eski maliyeci ve dört ciltlik Maliyeci Yazarlar Ansiklopedisi kitabıyla derneğin Kültür Büyük Ödülü’nü alan Aziz Bey tam bir alafranga tip örneğidir. Yaşı 90’ı geçen Aziz Bey, evlenmemiş, kedisi Minnoş ile yaşar, yabancı yayınları, gazete ve mecmuaları hâlâ takip eder. Üç dil bilir. Mutlaka kravat takar, takım elbise giyer.Ezanla namazla arası yoktur. Bayramdan bayrama. Buna mukabil, Aziz Bey’in çarşıya indiğinde dükkânına uğradığı berber Nuh tam tersidir. Sözü Kutlu’ya bırakalım:
“Nuh’un gönlü geniş, eli açık, yüzü güleç. Sohbete, nükteye bayılır. El şakası hariç her şakaya dayanır. Çoğu eski berberler gibi çiçek yetiştirir, saka besler. ( Çiçek ve saka Kutlu’nun âdeta alâmet-i farikasıdır. Hem hayatında, hem de hikâyelerinde olmazsa olmaz ögelerdir.) Mahallede ve memlekette olup bitenlerden haberi vardır. Tek tasası: Çocuk yok. Eh ne yapalım Cenab-ı Hak vermedi.”
Hikâyemiz büyük şehirde, Aziz Bey’in berber Nuh’un dükkânında ödül aldığını öğrenmesiyle başlar, kasabada ödül törenine giden süreç ile devam eder. Akış sondan başa doğrudur.Kasabada idealist tipler üzerinden hikâye anlatılır. Meselâ, felsefe öğretmeni Tufan Aktaş, okuluna kütüphane, basketbol sahası kazandırır. Bahse konu Kafadanbacaklılılar Derneği’nin kuruluşuna önayak olur. Onun bir gönül kırgınlığı ile kasabayı terk etmesinden sonra, âdeta kasabanın kaderini değiştiren Nezaket Albeni ön plana çıkar. Hem de henüz Kız Sanat Enstitüsü Biçki-Dikiş Bölümü son sınıf öğrencisi iken.
Kasabanın sahip olduğu değerleri yaşatma ,klasik el tezgâhlarında dokudukları kumaşlarla iki ihtiyar kadın ile vurgulanır. Yılda bir kurulan ve şenlik havasında geçen pazarda, Mavi Yolculuk’la kasabaya gelen bir modacı bayan, bu iki kadının dokudukları kumaşları görünce âdeta büyülenir. Kumaşların olağanüstü yumuşaklıkta ve lavanta ile kekik arası bir kokuya sahip olduğunu fark eder. İşin sırrını öğrenmek ister. Aralarında şu konuşma geçer:
-Söyleriz elbet, anca şartı var.
–Nedir o?
-Yanımızda kalacan. Beş sene çıraklık yapacan. İşin ek yerlerini belleyecen. Eğer seni beğenirsek, bu işin ehli olur dersek beline tarikat kuşağını bağlar bulamacın sırrını derik.
–Zor bir sınav. Ama hakkınız var. Peki para versem.
–Para işlemez. Biz ustamızdan böyle gördük.
Belli ki ahîlik yolunun kasabadaki son temsilcileri olan bu iki ihtiyar kadın üzerinden geleneğin yaşatılmasının önemi vurgulanırken, ödül töreni ile hazmedilmemiş çağdaşlık olgusunun pespayeliğinin altı çizilir.Bir de geleneksel olanla ticarî değeri olan çağdaşı birleştiren ,asıl kahramanımız Nezaket Albeni’nin hülyası Albeni El Sanatları Merkezi ile dünle bugün arasında köprü kurulur. Nezaket projesini şu sözlerle tanımlıyor:
“ O zaman kendi tasarımı elbiselerin, baskı ile yapacağı yazmaların yanına takılar ve başka el sanatı ürünler koymalıydı. Bez kumaştan tahta oyuncağa, antika eşyalardan cam işlerine kadar.”
Kitabın kurgusu kabaca böyle. Tamamı kitabı okuyacakları bekliyor. Ayrıca, bir kitap tanıtımına ayrılabilecek yeri de fazla zorlamamam gerektiğinin farkındayım. Yine de yazarın dili, üslûbuna ilişkin birkaç söz etmek durumundayım.
Bilenler bilir, Mustafa Kutlu neyi yazarsa yazsın, ona kendine özgü bir ruh katar, yazma ve söyleme ustasıdır. Binbir Gece Masalları’ndan Dede Korkut Hikâyeleri’ne, Kutsal Kitabımız başta olmak üzere klasik metinlerdeki kıssa söyleminden, Ahmed Midhat Efendi, Ömer Seyfeddin, Refik Halid Karay,Sait Faik Abasıyanık, Sabahattin Ali gibi zengin bir mirasın takipçisi olarak görülebilir. Yanısıra şifahî kültürümüzün şifrelerini en iyi çözümleyenlerden olup, folklorun, halk irfanının yazıya, edebiyata dönüştürülmesinde yekta olduğu tartışılmaz. Kendi dilini kurmuş, hikâyeciliğimize sınıf atlatmıştır. Sahih bir hikâye yazarı olarak, öykü adı altında ne idüğü belirsiz metinler üretenlerden yolunu ayırmıştır. Bu yazıyı yazarken, arada, A. Ömer Türkeş’in nitelikli yazar Şule Gürbüz’ün hikâye kitabına ilişkin yorumunu okudum. Bir yerde şunu söylüyor:
“ İyi edebiyatın, gerçek sanatın aynı zamanda zanaatkârlık olduğunun farkındalığıyla, büyük bir özenle meselelerini sözcüklere, cümlelere yedirerek yazıyor.” Bu hüküm bana göre Kutlu’nun yazarlığının da omurgasını oluşturuyor.
Mustafa Kutlu hikâyelerinin bariz özelliklerinden biri de hikmet yüklü, özdeyiş vasfında ifadelere yer verilmesidir. Birkaç örnek vereyim:
“İhtiyarlar önüne bakarak yürür, gençlerin başı havadadır.”
“Bak orada kilise direği gibi oturuyor, ona takıl.”
“Kadın var deyin Alaska’ya kadar gider.”
“Dünya işte yüz yaşına gelsen seni bırakmıyor.”
“Tarih yer altı suyu gibidir. Derine inersen suyu bulursun.”
Kutlu kültürel birikimimizi, o birikimden süzülüp gelen arifane söyleyişleri; duyguları ifadede şarkı, türkü sözlerini en güzel ve yerinde kullanan eşine ender rastlanan anlatıcımızdır. İşte birkaç örnek:
“Ne demişler eskiler:Kaderde ne var ise etme merak / Uyma kendi nefsine Hakk’ın emrine bak.”
“Beklerim hergün bu sahillerde böyle ben / Gün batar, kuşlar döner, dönmez bu yoldan beklenen.”
“Anar ömrünce gönül giden sevgilileri / Bilmez biçare kalpler giden dönmez ki geri.
“Kesik çayır biçilir mi? / Sular soğuk içilir mi?”
Dilde muhafazakârdır. Dil varlığımızı bütün zenginliğiyle, doğru, anlaşılır, düzgün olarak onun anlatımlarında buluruz. Muhafazakârlığı geçmişe saplanıp kalma değildir, halka malolmuş yeni kelime ve deyişleri kullanmaktan kaçınmaz.
“Kalabalık arasına girip, yurdum insanı ile beraber…”
“Onlarla kanka.”
“Avukat az değil yani, çakıyor köfteyi.”
Mustafa Kutlu hikâyeciliğinin karakteristik özelliklerinden biri de Ahmed Midhat’vari okuyucuyla diyaloga girmesi, meddah tarzı bir söylemi ihmal etmemesidir. Bu hâl meselâ, epik tiyatro anlayışının yabancılaştırma efektinin tersine, okuyucuyu olayın içine çekme, onu hikâyeye dahil etme amaçlı olsa gerek. Bu yolla kadim tahkiye anlayışımızı bugüne taşımış olur.
“Bu Nezaket Albeni de kimdir diye meraklanma sevgili okur. İlerde ondan bol bol bahsedeceğiz.”
“Ama biz ne dersek diyelim sonunda o da bir genç kızdır işte.”
“Kimbilir çocuk bu.”
Kutlu lafı uzatmayı, döndürüp dolaştırmayı, lugat paralamayı benimsemez. Cümleleri kısa, öz, çoğunlukla birkaç kelimeden ibarettir. Tek kelimelik cümleleri de az değildir.
“Alnın terleyecek ki, karnın doysun.”
“Hop demeden hoplanılmaz.”
“Âşıklık ölmüştü.”
“Budur. Evet bu.”
“Öterse iyi düdük.”
İmlâ kurallarını çok önemsemez. Kılı kırk yararak yazan, kurallar arasına sıkışıp kalan bir yazıcı olmak yerine, bir masal anlatıcısı gibi söyleyen, halkın söylediği gibi yazan, dolayısıyla inceltme işareti idi, yerli yersiz virgüldü gibi şekli hususlara takılmadığı gibi, kimi sözleri yanlış da olsa halkın kullandığı şekliyle yazıya geçirmekten kaçınmaz:
“…pimapen olmasın.” ( Malum pimapen bir marka, doğrusu pvc.)
“…ortopedik sandalye.” ( Doğrusu ergonomik.)
Kutlu’nun hikâyelerini naif ressamların tablolarına benzetirim. Meselâ Yalçın Gökçebağ’ın. Tarım toplumuna has bir yavaş hayat alttan alta sezilir. Has müzisyen Erkan Oğur’un bir sözünü hatırladım bunları yazarken. Diyor ki,”en eski müzik, en yeni müziktir.” Kutlu’nun hikâyelerinde aşina olduğumuz eski müzik âdeta bize eşlik eder. Oysa, yoğun olarak şimdinin sıcaklığının gölgesini de duyumsarız. Sadelikte zenginliği barındırır. Duygularını okuyucuya aktarmada o denli başarılıdır ki, yalansız-dolansız bir kapı açar, bizi de arındırır. Küresel iletişim ağının online sosyalleşme girdabına yakalanmış insanımız için Kutlu’nun hikâyeleri sığınılacak bir liman gibidir. Hayatımıza anlam katarlar.
Ezcümle, Mustafa Kutlu gündelik hayata sırtını dönmeden, ama o hayatın hây u hûyundan uzakta, sa mihneti zevk bilerek, sabırla kendi kozasını örmeye devam ediyor. Edebiyatımıza, hikâyeciliğimize unutulmayacak, örnek teşkil edecek eserler kazandırıyor. Yazıyı kitabın ödül töreni blançosunu dile getiren son cümlesi ile bitireyim:
(Nezaket Albeni)“ Sonra tüm bu sızmışları, sarılmış yatanları, yarısı içilmiş şişeleri, horultu ve iniltileri, teki kaybolmuş terlikleri, arzuları ve ihtirasları, ödül ve alkışı ardında bırakıp ezan sesine doğru yürümeye başladı.”
Mustafa Kutlu ezan sesine yürüyen yazarımızdır.
Karabatak, Temmuz-Ağustos 2013































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.