• İstanbul 17 °C
  • Ankara 15 °C

Mustafa Özçelik: Mehmet Âkif'in Batı'ya Bakışı

Mustafa Özçelik: Mehmet Âkif'in Batı'ya Bakışı
"Batı...Batı dedikleri.

Batı sadece Avrupa kıtasında bulunan toplulukların değil, Asya ve Afrika coğrafyasında yaşayan ve özellikle halkı Müslüman olan milletlerin de Osmanlı devletinin yıkılış süreciyle birlikte modernleşme meselesi yüzünden sürekli olarak ilgi alanı içinde olan bir coğrafyadır. Aslında meseleyi biraz daha geriye götürerek, OsmanlI'da Batı'nın neden bir probleme dönüştüğünü hatırlamak gerekiyor. Türkler Müslüman olduktan sonra Batı dünyası için bir tehdit unsuru olarak algılandı ve düşman bir millet olarak kabul edildi. Bu düşmanlık Türklerle de sınırlı kalmadı, bütün Müslüman dünyasını hatta Asya ve Afrika'daki Müslüman olmayan kavimleri de içine alacak genişledi. Selçuklu ve Osmanlı dönemi ise Batı'nın mağlubiyet yılları olarak tarihe geçti.

Batı, Rönesans ve reform hareketlerinden sonra ise büyük gelişmeler yaşamaya başladı. İlim ve teknik alanında çok ileri noktalara geldi. Artık ulaştığı bu güçle OsmanlI'ya karşı gelebilirdi. Böylece bir taraftan bu güçlü yapısıyla ideolojik anlamda Türkİslam coğrafyasındaki tarihî hesaplaşmasını yapmak bir yandan da gelişen sanayi ve teknolojisine yeni hammadde kaynakları ve pazarlar bulmak için Asya ve Afrika'da tarihî emellerini gerçekleştirmek üzere harekete geçti. Bu coğrafyada yeni bir hayat tarzının, yani bir bilim, sanat, kültür anlayışının temsilcisi olarak gündemdeki yerini aldı.Tabi bir yandan da ayrılıkçı hareketleri destekleyerek OsmanlI'yı parçalamaya, katıldığı sıcak savaşlarda Müslümanlara zulüm yapmaya başladı.

Bu süreç içinde ise Osmanlı güçlü devlet psikolojisiyle Batı'daki gelişmeleri yakından izleyemedi. Ayrıca kendi içindeki gerileme ve duraklama sebeplerinin doğru tahlillerini de yapamadı ve gittikçe gerileyen, güç ve giderek toprak kaybeden bir ülke oldu ve çöküş sürecine girdi. Artık kendi coğrafyamız geri, Batı ise ileri bir ülke idi. Bu noktada kurtuluş ve çözüm için yeri düşünceler belirdi. Batı'nın da baskısıyla Batılı anlamda bazı düzenlemeleri içeren Tanzimat fermanı ilan edildi. Bu fermanla birlikte Batı her şeyi ile içimize girmeye başladı.

İşte resmî anlamda 1839'daki bu fermanla başlayan batılılaşma yahut modernleşme Osmanlı devleti için hayatî bir meseleye dönüştü. Ortaya çok farklı görüşler çıktı. Ama sonuçta pek çok sahada Batı örnek alınmaya başlandı. Ama bunlar meseleyi çözmeye yetmedi. Batı'ya sıcak ve soğuk savaşlar yaşandı. Osmanlı devleti yıkıldı. Mesele yine doğru tahlil edilemedi ve Batı'nın baskılarına da karşı konulamadığı için yerine yine Batılı değerleri önemseyen ve önceleyen yeni bir Türk devleti kuruldu. Batılı anlamda inkılaplar yapıldı ve bugünlere gelindi. Son siyasal iktidar döneminde ise Avrupa Birliğine giriş sürecinin yeniden hız kazanmasıyla mesele güncel olarak yeniden ilgi alanımıza girdi. Şimdilerde de işin muhalifleri ve taraftarları vardır. Konu çeşitli kesimlerin tartıştığı bir konudur. Dolayısıyla dünden bugüne aslında pek fazla bir şey değişmedi. Bu konuda bugün ileri sürülen tezlerin kökü Meşrutiyet yıllarına dayandığı için bu konuda hem bugün hem de geçmişte söylenenlerin bilinmesi ve hatırlanması önem taşımaktadır. Hele konuma konuşumamızın öznesini teşkil eden Âkif'in söyledikleri daha da önemlidir. Çünkü o, meseleye bir bütünlük içinde bakmış ve onu derinliğine tahlil etme cehdini göstermiş bir isimdir. 

Hangi Batı? 

O devirde Batı konusunda toplumda belirginleşmiş zıt iki anlayış vardı:

1)" Ne varsa Garpta vardır. Her şeyimizle tam bir Batılı gibi olmalıyız." Böyle düşünenler, ilim, fen ve teknik alanlarında Batı'dan geride oluşumuzun, Batı karşısında yaşadığımız sürekli mağlubiyetlerin faturasını İslâm'a çıkarıyorlar ve şöyle bir düşünceyi seslendiriyorlardı: "Islâm, terakkiye manidir. Öyleyse maddî ve manevî her anlamda ve alanda batılılaşmalıyız," Böyle düşünenler, genellikle aydınlardı ve ahlâk konusu da dahil her konuda batılılaşmaktan yanaydılar.

Mütefekkir geçinenler ne diyor sizde bakın: «Medeniyyette teâlîsi umûmen Şark'ın, Yalınız bir yolu ta'kîb ederek kabildir; Başka yollarda selâmet gözeten gâfildir. Bakarak hangi zeminden yürümüş Avrupalı, Aynı izden sağa, yâhud sola hiç sapmamalı. Garb'ın efkârını mâl etmeli Şark'ın beyni; Duygular çıkmalı hep aynı kalıptan; ya'ni: İçtimaî, edebî, hâsılı her mes'elede, Garb'ı taklîd edemezsek, ne desek beyhûde. Bir de din kaydını kaldırmalı, zîrâ o belâ, Bütün esbâb-ı terakkimize engel hâlâ!»

2)" Ne varsa Şark'ta vardır. Garba doğru açılan pencereleri kapayalım." 

Bu tezi savunanlar, Batı'nın çirkin yüzünü gören ve bu yüzden tümüyle red tavrı içinde olanlardı. Hatta bu karşı çıkışlarını Batı'nın ilim ve fen dahil her şeyine karşı çıkmak şeklinde genel bir anlayışa dönüştürmüşlerdi. Daha çok"avam"ın fikri olan bu yaklaşım , yenilik namına dışardan gelecek her şeye kapılarını sımsıkı kapatıyordu.

Gelelim şimdi, ne merkezde avâmın hissi... Şüphe yoktur ki tamâmiyle bu fikrin aksi: Görenek neyse, onun hükmüne münkâd olarak, Garb'ın efkârını, âsârını düşman tanımak; Yenilik nâmına vahy inse kabul eylememek. Şöyle dursun o teceddüd ki dışardan gelecek, Kendi milliyyetinin kendi muhîtinde doğan, Yerli, hem haklı teceddüdlere hattâ udvan! Müşterek hissi budur işte avâmın sizde.

Bu kısa değerlendirme ve alıntılarda da görüldüğü gibi bu iki tavır da çok ciddi tahliller yapmaktan uzaktı, iki kesim de meseleye yüzeysel bakıyor, hem İslâm hem de Batı konusunda bu yüzeysel bakışın uzantısı olan bir yaklaşım sergiliyorlardı.

Aydın-halk çatışması 

Böylesi zıt iki tavır yüzünden içeride aydınla halkın arası açılıyor, tıpkı bugün olduğu gibi “ilerici, gerici"şeklinde sınıflara ayrılıyor, her iki kesim birbirine düşmanlık besliyordu. Bu da tefrikalara uygun zemin hazırlayarak Milli birliği tehdit ediyordu. 

Açılıp gitgide artık iki hizbin arası, Pek tabî'î olarak geldi nizâm sırası. Yıldırımlar gibi indikçe «beyin»den şiddet, Bir yanardağ gibi fışkırdı «yürek»ten nefret. Öyle müdhiş ki husûmet: Mütefekkir tabaka, Her ne söylerse fena gelmede artık halka; Hem onun zıddını yapmak ebedî mu'tâdı. Bir felâket bu gidiş... Lâkin işin berbâdı: Mütefekkir geçinenlerdeki taşkınlıktan, Geldi efkâr-ı umûmiyyeye mühlik bir zan: «Bu fesâdın başı hep fen okumaktır.» dediler; Onu mahvetmeye kalkıştılar artık bu sefer. 

Mehmet Âkif'e göre Batı 

Mehmet Âkif, Meşrutiyet devrinde "Türkçülük", “Batıcılık" ve "İslâmcılık" şeklinde ortaya çıkan üç çözüm yolundan Islâmcı kanada mensup bir isimdir. Her üç akımın da Batı konusunda söyledikleri Türkçülerle İslâmcılar arasındaki kimi ortak noktalar dışında birbirinden farklıdır. Ama bizi şu anda ilgilendiren Âkif'in söyledikleridir. 

Mehmet Âkif, batı medeniyetine birbirine zıt iki yüzü olan bir medeniyet olarak bakar. Yani ona göre Batı'nın iki yüzü vardır. 

1) Biri bilim, teknoloji ve sanattaki yüzü,

2) Diğeri emperyalist, saldırgan ve ahlâksız yüzü.

Âkif, Batı'nın hem maddî hem de manevî yüzüne baktığı ve bu iki yüzü birbirinden ayrı telakki ettiği için Batı'yla ilgili görüşleri, gördüğü bu iki yüze göre şekillenmiştir. Bu yüzden Âkif, devrinin diğer aydınları gibi Batı karşısında toptan kabul veya red tavrını benimsememiş, bu yüzlerden birinin yanında olurken diğerine şiddetle karşı çıkmış yani ifrat ve tefrite düşmemiştir.

Batının görünen yüzü 

Mehmet Âkif, batıyı önce çok iyi bildiği Fransızca'sıyla tanır. Batı kültür ve edebiyatına ait Lamartin, Emil Zola, Victor, Ernest Renan, Hugo, Anatole France, Alfrede de Musset,Rousseau, Alphonse Daudet, A. Dumas Fils, Sekspir, Milton, Bayron gibi pek çok ismi okur ve onlardan müspet manada etkilenir. Zaten Baytarlık mektebinde de müsbet ilim tahsil etmiştir. Burada kendisini etkileyen hocalardan çoğu da Batı'da öğrenim görmüş kimselerdir.

Berlin seyahatiyle bu coğrafyayı kısmen de olsa bizzat görme imkânı bulmuştur. Bu gezinin Âkif üzerinde Batı konusunda bıraktığı tesir de oldukça müspettir. "Berlin Hatıraları"şiiri, Almanya izlenimlerle doludur. Âkif, Berlin'de özellikle halkın kalabalık olarak bulunduğu kahvehane, otel, sokak ve istasyon gibi yerleri gezer ve ülkesindeki benzer yerlerle karşılaştırır. Gördükleri onu şaşırtmıştır. Zira, kahveler orada bizdeki gibi milletin başına bela olan miskinlik mekanları değildir. Nezih yerlerdir. Bizde her türlü pislikten geçilmeyen hanların yerini orada saray gibi tertemiz otel binaları almıştır.

Ulaşım, özellikle trenle yapılan ulaşım bizde tam bir fecaattir. Orada ise öyle değildir. Trenler, çok temizdir. Varacağı yere zamanında varır. Ya sokaklar! Bizdeki gibi yıkık dökük evlerin arasında çamurlu sokaklara Almanya'da rastlamak imkânsızdır. Berlin Hatıraları'nda ayrıntılı bir şekilde anlatılan bu karşılaştırmalar, Akif'e memleketi adına hüzün verir. Almanya'yı yani Batı'yı ise takdir etmekten kendini alamaz. Derken bir kahvehanede karşılarındaki boş masaya oturan bir Alman ailesi gelip oturur. Âkif, bu aileyi mihver yaparak Almanya'yı anlatmaya devam eder. Almanlar, elli yıldır savaş görmemişlerdir. Elli yıl önce Fransızlarla yaptıkları savaştan zaferle çıkınca el ele vererek, geceyi gündüze katıp çalışarak gelişip kalkınmışlardır, ilerlemeleri öyle bir noktaya varmıştır ki, neredeyse okuma yazma bilmeyen kalmamıştır. Aydınıyla halkıyla bütün millet birlik ve beraberlik içerisindedir. Kendilerine hayat ve gelişme sağlayacak ortak değerler etrafında dinle bilimi birleştirip medeniyet yolunda dev adımlar atmışlardır. Akif'e göre bütün bunlar, Batı'nın bilim ve teknik yönünün ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Âkif'in bu anlamda batılı olmaya hiç itirazı yoktur. Batıyı bu yüzüyle kalkınmak için örnek alınması gereken bir yer olarak görür

Batı'dan ne, niçin ve nasıl alınacaktır? 

Ama oradan ne alınacak ve nasıl alınacaktır? Çünkü orada görünen yüzünde olduğu gibi sadece ilim ve fen yok pek çok “rezail." de vardır. Öyleyse Batı'ya evet ama her şeyine değil. Yaklaşımını böyle özetleyebileceğimiz Akif'e göre Batı'dan alınması gereken sadece "ilim ve fen"dir. Bunların milliyeti ve sanatı olamaz. Üstelik varlığımızı sürdürebilmek için de bunları almak zorunluluğumuz vardır. Bizim de böyle yapmamız hatta gençlerimizi bu maksatla Avrupa'ya tahsile göndermemiz şarttır. Batı ilim ve tekniğini öğrenmiş gençler, bu ülke için bir umut olacaktır. “Eğer memleketimize garbın rezail-i medeniye yerine fennini, sanatını sokamazsak dünya milletlerinin maskarası, Müslümanlığın yüz karası o/uruz/'diyen Akif'e göre bu konuda ölçü "millîruha sadakat' olmalıdır. Âkif, bu anlamda yapılması gerekenleri "Süleymaniye Kürsüsünde" şiirinde şöyle belirtir: 

Alınız ilmini garbın, alınız san'atini Veriniz hem de mesâinize son sür'atini Çünkü kaabil değil artık yaşamak buniarsız; Çünkü milliyeti yok san'atın, ilmin; yalnız iyi hatırda tutun ettiğim ihtarı demin; Bütün edvâr-ı terakkiyi yarıp geçmek için Kendi "mahiyyet-i rûhiye"niz olsun kılavuz, Çünkü beyhûdedir ümmîd-i selâmet onsuz.

Âkif, bu tür bir batılılaşma için, Japonları somut bir örnek olarak gösterir. Onlar, batının ilim ve tekniğini almışlar ama asla taklitçi olmamışlar, "millî ruhları"na sadakat göstermişlerdir. Çünkü, gerçek kalkınma ancak mensubu olunan milletin millî kimliği ve değerlerine bağlı olarak gerçekleştirilen kalkınmadır. Dolayısıyla her milletin kalkınmada izlediği yol kendine özgü olmalıdır. Bir başkasını taklit etmek çözüm değil felaket getirir. Âkif, Japonların bu anlamdaki durumunu anlatırken şöyle der: 

Medeniyyet girebilmiş yalnız fenniyle... O da sahiplerinin lâhik olan izniyle. Dikilip sâhile binlerce basiret, im'an Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan Garbın eşyası, eğer kıymeti hâizse yürür Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür

Üstelik, Japonlar bu kalkınmayı ancak bir Müslüman'da bulunması gereken "doğruluk, ahde vefa, söze sadakat, şefkat, gayret, kanaat, çalışkanlık" gibi değerleri kaybetmeden gerçekleştirmişlerdir. 

Bizdeki durum 

Bizde ise hadise böyle gelişmemiştir. Batıya gidenler oradan ilim ve fen değil ahlaksızlığı, her türlü rezaleti, kısacası “Batı'nın maskaralıklarım"getirmişlerdir. Bu da yetmezmiş gibi, geri kalmışlığımızın sebebini dinimize yüklemişlerdir. Âkif, bu fikriyatı da şöyle eleştirir:

Bir selâmet yolu varmış... O da neymiş: Mutlak, Dini kökten kazımak, sonra evet, Ruslaşmak! O zaman iş bitecekmiş... O zaman kızlarımız Şu tutundukları gayet kaba, pek ma'nasız Örtüden sıyrılacak... Sonra da erkeklerden Analık ilmi tahsil edecekmiş... Zaten, Müslümanlar o sebepten bu sefalette imiş: Ki kadın "sosyete "bilmezmiş, esaretteymiş. Fransız'ın nesi var? Fuhşu, bir de ilhadı; Kapıştı bunları "yirminci asrın evladı! Ya Alman'ın nesi var zevki okşayan? Birası; Unuttu ayranı, ma'tuha döndü kahrolası!

Âkif, bu anlayışlara tamamen karşıdır. Böyle düşünenler, medeniyet adına millî benliğimize uymayan, üstelik bizim tamamen mahvımıza sebep olan uygulamaları ithal etmek istemektedirler.

Batı ile münasebetler

Mehmet Âkif, Batı'nın ilim ve fen yüzüne müspet bakmakla beraber Batı'yla olan münasebetlerde kimi noktalara da dikkat çekmektedir. Ona göre Avrupa'nın ilim, medeniyet, sanayi konusundaki terakkisi inkâr edilemez. Ama "Garp medeniyeti maddiyattaki terakkisini maneviyat sahasında katiyen gösteremediği hatta bunu ihmal ettiği "\ç\n bu noktada çok geri bir coğrafyadır. Bir de Batı'da Müslümanlara karşı müthiş bir düşmanlık vardır. Âkif, nesirlerinin birinde bu durumu şöyle belirtir: 

"AvrupalIların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değil. Ancak insaniyetleri, insanlara karşı muamelelerini maddiyattaki terakkileriyle ölçmek katiyen doğru değildir. Bunların bütün insanlara özellikle de Müslümanlara öyle kinleri var k i... Mesela Alman milleti nazarında Müslümanlık vahşetten başka bir şey değildir. Onların gazetecileri, romancıları kamuoylarını böyle zehirlediler..." "Avrupa medeniyeti bir medeniyet falan değil. Fakat ne yapılır? Önünde durulamaz. Makine kesilmiş herifler: Uğraşıyorlar, çabalıyorlar, maddî namütenahi terakkiyata mazhar oluyorlar. Sonra da gelip bizi eziyorlar, parçalıyorlar." "Bu heriflere karşı buğzumuzu hiçbir vakit onların ilimlerine, tenlerine, sanatlarına sıçratmamalıyız. Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara yetişemezsek yaşamaya imkân yoktur." Burada aslında her ne kadar batının ilim ve fennini önemine vurgu yapsa da Âkif için manevî boyutu eksik olduğu için Avrupa medeniyeti aslında bir medeniyet sayılmaz. Ama ortada bir zorunluluk vardır. İstesek de istemesek de bu realiteyi kabul etmek ve onlarla işbirliği yapmak durumundayız: "icabında AvrupalIlarla birleşebiliriz. Ancak bu hiçbir vakit onların ezelî ve ebedî düşmanlarımız olduğunu unutturmamak.. .Yani vatanımızın, dinimizin menfaati, ticaretimizin terakkisi namına icab ederse, mümkün olursa çekişe çekişe pazarlık ederek ittifak edeceğiz. Ancak bunda çok açıkgöz olmalıyız." 

Batı'nın öteki yüzü 

Batı'nın öteki yüzü ise vahşi, saldırgan özellikle Asya'da İslâm ülkelerinde medeniyet adına zulümler, cinayetler işleyen yüzüdür. Âkif, bu yüzden Batı'dan ve bu anlamdaki medeniyet anlayışından nefret etmekte ve haklı olarak: 

Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar Medeniyet denilen maskara mahluku görün Tükürün maskeli vicdânma asrın tükürün Medeniyyet denilen kahbe, hakikat yüzsüz

Demektedir. Çünkü Batı, son yüzyılda Doğu-islâm ülkelerine bütün saldırılarını" medeniyet gef/rme/c" iddiasıyla yapmıştır. Batı bu yüzüyle hayranlarının iddia ettiği gibi "Medeni" değil, "adalet, irfan, insanlık, hamiyet" gibi vasıflardan uzak bir topluluktur. Medenilik sözde kalmıştır. Mesela o dönemde Rusya'da düşünen kafalar üzerinde müthiş bir baskı vardır ve Batı bunu görmemektedir. 

Ayrılıkçı Batı 

Yine bu yüzüyle Batı, Balkanları bir barut fıçısı haline getirerek nice vahşetlerin, katliamların seyircisi olmuş, İslâm toplulukları arasında tefrika çıkararak onların birliğini tehdit etmiştir. Tek amacı da Osmanlı'yı yıkmak ve parçalamaktır. Âkif, bu konularda da dikkatli olunmasını söyler: "Avrupalıiar tarafından türlü türlü şekiller, isimler altında ekilen fitne, fesat tohumları filizlenmeye başladı. Kale içten sarsılınca düşmanlar bir araya gelerek yurdumuzun büyük bir parçasını elimizden aldılar. Şam meselesi, Kürdistan Meselesi, Arnavutluk meselesi... Bunların hepsi düşman parmağıyla çıkarılmış meseleleridir. Bugün de Adapazarı, Düzce, Yozgat. ...isyanları hep o melun düşmanın işidir." Avrupa'nın vicdanı bu yüzden maskelidir. Müslümanları ilkel ve vahşi insanlar olarak görüp göstermekte, sömürüsüne, baskısına meşruiyet aramaktadır. Uygun bir zemin bulduğunda ise vahşetini göstermekten çekinmemektedir: 

Âkif, Batı'nın İslâm toplumlarındaki bu zulmünü “Hakkın Sesleri" kitabında şöyle anlatır: 

lahî, altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı! Ne ma'sûm ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı! Ne bîkes hânümanlar işte, yangın verdiler, yandı! Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı! 

Bu, öylesine zalim bir tecavüzdür ki, üstelik bu zulmü insanlar, sadece Müslüman oldukları için görmüşlerdir. 

Beriden reng-i hüviyyetleri uçmuş yüzler! Kim bilir hangi şenâatle oyulmuş gözler! "Medeniyyet"denilen vahşete lâ'netler eder, Nice yekpâre kesilmiş de sırıtmış dişler! Saç, kulak, el, çene, parmak... Bütün enkaz-ı beşer! Bakalım, yavrusu uğrar mı deyip karnından Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice can İşte bunlar o felâketzedelerdir ki, düşün, Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün Müslümanlıkları bîçârelerin öyle büyük Bir cinayet ki: Cezalar ona nisbetle küçük!

Böyle bir Batı'ya karşı yapılması gereken de elbette onlarla savaşmak, onları "harim-i /smef"imizden kovmaktır. Âkif'in Batı'nın bu yüzüne sempatiyle bakması elbette beklenemezdi. Nitekim ona göre Batı'nın bu yüzü karşı çıkılması, savaşılması gereken yüzüdür. Âkif, Batı'nın bu yüzünü yazı ve şiirlerinde, vaazlarında anlatarak milletin Batı'nın bu yüzüne, karşı bir tavır takınmasını sağlamaya çalışmıştır. Özellikle Millî Mücadele yıllarındaki gayretleri bu amaca yönelik faaliyetler olarak görülmelidir.

Özetle... 1) Mehmet Âkif'e göre; Batı'nın sadece ilim ve fenni alınmalıdır. 2) Batı'nın ahlâkî hususiyetleri alınmamalıdır. 3) Batı'nın Osmanlı devleti üzerindeki emellerine ve özellikle bölücülük hareketlerine karşı dikkatli olunmalıdır. 3) Batı'nın emperyalist ve saldırgan yüzüne karşı savaşılmalıdır. 4) Batı manevî değerler noktasında bir medeniyet sayılmaz. 5) Batı'nın ilim ve tekniğiyle kendi manevî değerlerimiz bütünleştirerek ayakta kalabiliriz. 6) Batı'yla kendi çıkarlarımızı göz önünde bulundurarak işbirliği yapılabilir.

Eleştirel yaklaşım:

Burada şu sorunun da cevabı aranmalıdır. Acaba bir medeniyeti iki ayrı parçaya bölüp bir kısmını alıp bir kısmını reddetmek mümkün müdür? Çünkü Âkif, böyle düşünmektedir. Âkif'in batı karşısında aldığı tavır, devri itibariyle içinde bulunduğu şartlar düşünüldüğünde anlaşılabilir hatta batıcı ve Türkçü kesimlerin tezleri göz önüne alındığında doğru kabul edilebilir. Çünkü o yıllarda meseleleri uzun boylu düşünecek, tahlil edecek zaman ve zemin yoktur. Batı bir realite olarak her alanda içimizdedir ve bizim için bir tehdit unsurudur. Önemli olan mevcut yapıyı ıslah ederek varlığını korumaktır. Öte yandan Batı'nın emperyalist yüzüne dikkat çekmesi ve çöküşü hızlandıran çarpık batılılaşma anlayışına karşı çıkması, o devirde islamın son kalası olarak görülen OsmanlI'nın ayakta kalması ve diğer Müslüman devletler için bir kuvvet kaynağı olması konusundaki hassasiyeti çok önemli bir tavırdır. Fakat meseleye inanç, tarih ve medeniyet perspektifinde bakıldığında Âkif'in daha doğrusu meşrutiyet islâmcılığının bu tavrının yeterli ve tutarlı olduğunu söylemek zor görünmektedir. Çünkü böylesi bir anlayış da sonuçta batıcı bir zemin üzerinde yürümektedir. Batıya karşı"köklü ve temelli bir karşı çıkış" hareketi değildir. Bu durum en iyi "telifçi" bir tutum yani"Batının iyi şeyleriyle İslâmî telif etmek isteyen bir tutum olarak görülebilir. Üstelik yeni bir tez de değildir. Tanzimat aydınlarının düşündükleri de bundan çok farklı değildir.

İslâm imiş devlete pâ-bend-i terakki Evvel yok idi işbu rivayet yeni çıktı,

Diyen Ziya Paşa'nın bu görüşleriyle, 

Mütefekkirlerimiz dini de hiç anlamamış Ruh-ı İslâm telakkileri gayet yanlış Sanıyorlar ki: terakkiye tahammül edemez Asrın âsâr-ı kemâliyle tekâmül edemez.

Diyen Mehmet Âkif'in söyledikleri aşağı yukarı aynı şeylerdir. Oysa birbirlerinden bazı şeyleri alıp vermiş olsalar bile Batı'yla Islâm medeniyeti tamamen farklı bir medeniyettir ve böyle bir sentezciliğe izin vermez. İslâm medeniyeti vahye dayalı, batı medeniyeti ise Eski Yunan, Roma ve Hıristiyanlık değerlerine bağlı tamamen ayrı bir medeniyettir. Dolayısıyla iki medeniyet arasında bir alışveriş olamaz. Batı uygarlığı ile İslâm uygarlığı birbirinden farklı hatta iki ayrı dünyadır. Öte yandan medeniyet ve sanatla, fen ve tekniği ayrı ayrı kavramlar olarak ele alamayız. Bunlar bir bütündür. Her uygarlığın tekniği de kendi özüne uygun bir biçimde oluşur ve gelişir. Bu yüzden "Batı'nın ilmini, fennini alalım, ahlâkını almayalım" demek meseleyi çözmek için yeterli değildir. Çünkü ahlâk, ilim ve teknikten bağımsız bir kavram değildir. Özetlemeye çalıştığımız bütün bu gerekçelerden dolayı İslâm medeniyeti kendi gerçeği içinde başka unsurları işin içine katmadan bir bütün olarak değerlendirilmeli. Batıya da, geri kalmışlığımıza da bu gözle bakılmalıdır. 

Sonuç yerine... 

Batı problemi, bizim hâlâ aktüel problemimizdir. Avrupa Birliği'ne giriş meselesiyle konu daha bir önem ve canlılık kazanmıştır. Fakat, bu mesele sadece siyasî kadrolarca bir medeniyet perspektifinden, geçmişi, bugünü ve geleceği kuşatacak şekilde kapsamlı olarak ele alınmak yerine pragmatik yaklaşımlarla ele alınmakta, bu konuda düşünen, yazan pek çok kişinin fikirleri de bu çerçeveyi aşmamaktadır. Ayrıca batılılaşma ile modernleşme, çağdaşlaşma eş anlamlı kavramlar olarak ele alınmaktadır. Oysa çağımızda maddî anlamdaki terakkisi ve son yüzyılda yaşadığı olumsuzluklar ne olursa olsun İslâm medeniyeti de çağdaş bir uygarlıktır. Sadece Batı medeniyetini "çağdaş" saymak bu yüzden bir yanılgıdır. İşte bütün bu meselelerden dolayı, yaşadığı zamanda Batı meselesini yakından gözlemlemiş ve üzerinde tefekkür etmiş olan M. Âkif'in bu konuyla ilgili söylediklerini ister müspet isterse eksik hatta hatalı bulalım, bunlara bugün için de bakmakta fayda olduğunu düşünüyoruz.

"Mehmet Âkif, Türkiye'de Modernleşme ve Gençlik" 70 yıl sonra Mehmet Akif bilgi şöleninde sunulan bildirilerinden oluşan TYB'nin 30. Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezinin 1. kitabı. Mart 2007

 
 
Bu haber toplam 2354 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim