• İstanbul 15 °C
  • Ankara 20 °C

Mustafa Uçurum: Mayıs 2023 Dergilerine Genel Bir Bakış-1

Mustafa Uçurum: Mayıs 2023 Dergilerine Genel Bir Bakış-1
Hisdüşüm’den Bülent Parlak Dosyası

Hisdüşüm dergisi 18. sayısında Bülent Parlak’ın ölüm yıldönümü vesilesiyle dosya hazırladı. Derginin nisan sayısında idi bu dosya. İhmal edilmeyecek bu dosyadan mutlaka bahsetmem gerektiği için dergiye bu ay değiniyorum.

Bülent Parlak aramızdan bir yıl önce ayrıldı. Her ölüm acıdır ama muhabbet ikliminde teşriki mesainiz olan birinin ölümü daha ağır geliyor insana. Bülent de edebiyat dünyamız için öyleydi. Az zamanda çok güzel işler yaptı, adının yanına güzel anılacak notlar bıraktı.

Hisdüşüm dergisi hazırladığı dosya ile “Hepimiz ölecek yaştayız” diyen şaire dua niyetinde bir selam gönderiyor. Özenle hazırlanmış ve söz söylemesi gereken isimlerin yer aldığı Hisdüşüm; hem Bülent Parlak okurlarına hem de edebiyat dünyasına bir armağan olacak nitelikte bir içerik sunuyor.

Hüseyin Hakan’ın Takdim yazısından…

“Geçtiğimiz bir yıl içerisinde çok şey oldu. Çok acılar, sevinçler, kayıplar, müjdeler, gelenler, gidenler oldu. Gidenlerden bazılarının bıraktığı boşluk her geçen gün büyüdü, hepimizi içine alacak kocaman bir özleme dönüştü. Geçtiğimiz bir yıl boyunca her ne yaşadıysak o koca boşluğun içerisinde yaşadık. Hepsini tafsilatıyla anlatmak istedik, bu yüzden şimdiye kadarki en özel sayılardan bir tanesini sunuyoruz.

Hisdüşüm dergisi olarak bu sayımızı Bülent Parlak’a ithaf ettik. Gittikten sonra olan biten her şeyi anlatmaları için de dostlarını, sevenlerini bir araya getirmeyi denedik. Boğazda yumru olacak, özlemi kat be kat artıracak, samimiyetle hazırlanmış metinler elinizdeki sayıda bir araya getirildi.”

Dosyadaki yazılardan…

Hüseyin Hakan - Her Şey Bitince Başlar Asıl Yalnızlık

“Bir kaybın bıraktığı boşluk yetmez gibi her duyduğumuzda şaşkınlık ve hayranlığımızı tazeleyen yeni anılarla aynı boşluğu kendi ellerimizle büyütüp doldurulamaz hâle getirdik. Yani bir musibeti bir başka musibetle telafi ettik. Fakat o gün oradakiler ve orada olmayan herkes, yüz binlercesi, bildik bileli yaralanmaya müsait olanlar korosu olduğundan ve bu koronun şefi de zaten Bülent Parlak olduğundan yeniden yaralanmaya veya delik deşik olmaya müsaitti. Onun bu dünyayla bir alıp veremediği yoktu, yoktu ama verip de alamadığı çoktu. O gün inip kalkan âdem elması da birer ikişer dökülen hatıralar da işte bu küskün, sessiz, vefalı gidişe duyulan özlem, minnet, hasret, yalnızlık ve daha bir sürü şeyle dolu duyguların alâmetiydi. O gün bütün kaburgalarımızı söküp aldılar sanki. Önce ofisine sonra mezarlığa sürünerek gittik.”

Abdullah Harmancı – Bülent Parlak’la Bir Gün

“2019 senesinin Ekim ayında idi. Kendisiyle Konya’da bir canlı söyleşi yapmıştık. Evimle kaldığı otel arası, on dakikalık bir yürüme mesafesinde idi. Küçük bir trafik kazası sebebiyle –birkaç gün önce- araçsız kalmıştım. Bu sebeple hem otele geç kaldım hem de Bülent Parlak’ı alıp götürebileceğim yerlere götüremedim. Uzun bir yürüyüşten sonra Kayalı Park’a ulaştık. Çay içip koyu bir sohbete başladık. Sürekli olarak gençler için bir şeyler yapmalıyız ama çok daha başka şeyler yapmalıyız, ana fikri üzerinden konuşuyordu. 5 Ekim Cumartesi gününü kendisiyle ve diğer dostlarımızla birlikte geçirmiştik. Yüz yüze olarak kendisine son defa Konya Gar’ın kapısı önünde şu cümleyi kurmuştum: “Keşke daha önceden tanışsaydık, keşke çok daha fazla görüşseydik.” Bülent de gün boyunca buna benzer pişmanlık cümleleri kurmuştu.”

Turan Karataş – Erken Giden Bülent İçin

“Bana öyle geliyor ki, nice hayallerin vardı ve çoğu açmadan soldu. Hayat bir sırça kâse gibidir, derler. Beklemediğimiz bir anda kırılıp tuzla-buz olabilir. Sen elindeki kâseye coşku ve mutluluk doldurmak istiyordun. Fakat ikincisine pek muvaffak olamadın sanki. Seni huzursuz eden bir şeyler vardı hep. Hiçbir şey istediğimiz gibi olmuyor aziz kardeşim. Billur kasemiz öyle kolay kolay mutlulukla dolmuyor. Dünya ile başa çıkmak zor. Hep plan-program, hesap-kitap gerektiriyor yaşamak. Senin hiç de hazzetmediğin ve beceremediğin şeylerdi bunlar.

Biz dert sahibiydik ve yaralı adamlardık kardeşim. Kedere ve hüzne talip olmuştuk. “Melâli anlamayan nesle âşina değil”dik. Yaşadıklarımız, şahit olduklarımız, yüreğimize çoğunlukla acı bir tortu bırakıyordu. Bir keder elbisesi giydiriyordu yeğnimize. Dünyanın çekirdeğindeki acı daha çok gelip bizi buluyordu nedense. Yaşanan bunca acıyı sahiplenmeye yazgılıydık sanki. Duyarsızca yaşamaksa elimizden gelmiyordu.”

Hüseyin Akın - Sanki Dünyaya Damatlık Beğenmeye Gelmişti

“Bülent Parlak ağrımayan yerlerinden şikâyet eden şairlerden değildi. Yazmayı bir kaçış olarak görenlerden de değildi. Alev almış bir dünyayı ağzıyla kelime kelime söndürmeye çalışan bir kaygının bir ıstırabın insanıydı. Oturduğumuz sayılı zamanlarda yakın çevresindeki anlayış eksikliği, tahammül kıtlığı ve merhametsizlikten dem vurur üzüntüsünü paylaşırdı. Üsküdar’da bir kafede içinde ölüm geçmeyen bir sohbetimizin bitiminde kalkarken bana İzdiham dergisi logolu üzerinde “Hepimiz Ölecek Yaştayız” kupa bardak hediye etmişti. Hâlâ yazıya oturduğum zamanlarda çayımı hep bu kupa ile içerim. Bu kupa bana Bülent’in o veciz mesajını hatırlatıp haddimi bildirir.”

İsa Çolaker- Hepimiz Ölecek Yaştayız

“Bu iddialı başlık, merhum talebem Bülent Parlak’ın mottosu gibiydi. Ölüm bir vakıadır. Ona rahmet olsun. Yazımı sınav salonunda, ölüm haberi sonrası yazıyorum. Demek ki hepimiz ölecek yaştaymışız. Rahmetliyle farklı bir hukukumuz vardı. Hoca talebe ilişkisinin üstünde bir ilişkiydi. Okuyan, yazan, düşünen, fikreden bir ademdi. Çok öğrencim oldu. Bülent farklı bir kişilikti. Tek tabanca İzdiham dergisini çıkarmak, ancak onun yapabileceği bir çılgınlıktı. İyi, güzel şeyler yaptı. Dolu, hızlı, aktif yaşadı. Klasik bir öğretmen olmadı. Entelektüel bir öğretmendi. Talebeliği hızlı, bir o kadar da aktifti. Kültür yaşamı da öyle oldu. En İzdiham yazarları zoom toplantısında görüntülü görüşmüştük. Ona hakkımı helal ediyorum. Dilerim cennette buluşuruz. Hoca ve öğrencisi hayırda ortakmış.”

Musa Yaşaroğlu - Erken Giden "Şair"e Geç Bir Karşılık

Dibine kadar sık ve siyah saçlarıyla ve dibine kadar melankolik duran ama insanı yüreğinden vuran şiirleriyle tanıdım Bülent ağabeyi. Kendisini tanımadım. Bu kadar erken gideceğini bilseydim tanışmak için acele ederdim elbet ama nasip olmadı.

Bu ülkedeki düşünce insanlarının, sahih ve hisli gönüllülerin kaderini yaşayanlardan birisi de o belki. “İzdiham”cıların gözünde öyle değildi elbette; lakin bizim eksik kalışımızdan da olabilir bu “tanışmamış olmak”lığımız.

Enes Melih Sofuoğlu – Ölünce Ölmeyen

Bana seni çok anlattılar Abi, çok yalnız bir adam olarak anlatmadılar ancak ben anlatılanlardan senin ne kadar yalnız olduğunu anladım. Bir dergi tüm Türkiye tarafından okunacak, on binlerce tiraj yapacak ama bu derginin her aşamasını, her alanını bir adam yürütecek. İnanmak istemiyor insan buna ancak bu böyleymiş. En basit alan diye düşündüğümüz sosyal medyayı bile sen yönetmişsin. Ben dahil olmak üzere bugün İzdiham okurlarının hangisine sorarsak soralım herkes gönüllü olarak bu işi yapar ama o zaman olmamış. Ya sen bu yalnızlığı tercih ettin ya da biz seni yalnız bıraktık.

Matar Muhammed Ya Da Çöl Halüsinasyonları

Matar Muhammed ismiyle aşina olan çok fazla kişi yoktur. Özel bir kişilik olduğu için Matar, onu ancak müziğin incelikli ruhunu bilenler tanır. Onu bir virtüöz olarak tanıyanlar müziğe kattığı özgün yorumun da zevkine varan kişilerdir. Serdar Aydın, Matar Muhammed hakkında yazmış. 1995’te aramızdan ayrılan büyük ustayı daha geniş kitlelerin tanıması için bu tür yazılara dergilerde ihtiyaç var.

“Tarzı doğu ve batı arasında belirgin çizgilerle ayrılamayan bir güzergâhta, Doğunun geleneksel tavrı ile Batının vahşi güç gösterisi arasında tezahür etmiştir. Vahşidir ama bu vahşiliğin içinde saldırganlık yoktur. Gelenekseldir ama içinde bir o kadar da modern bir duyum vardır. Sanki yeryüzüne sadece kendi ezgilerini söylemek için gelmiştir. Vahiysel bir tarafı vardır. Kimdir, nedir, nereden beslenir, kaynağını nasıl bulur? Bu sorulara ansiklopedik cevaplar vermek imkânsızdır. Teorik olarak kalıpların özgürlüğü kısıtlayıcı metotlarından uzak duran, tanrısal bir iç sesin virtüözüdür. İçinden geldiği gibi müziği açıp bir daha tekrarı olmayacak o anda ilkin kendisi kaybolur. Nasıl ki vahyin bir günlüğü yoksa, Matar’ın da günlüğü, defteri, kitabı yoktur. An vardır onun için. An ve o anın içinde yitip giden halüsinasyonlar...”

Hisdüşüm’den Öyküler

Halime Betül Bayraktar – Mualla Çikolatacısı

“Küçük yaşlarımdan beri çalışıp durdum. Ne babam istedi ne annem gönderdi. Ben istedim. Herkes okuyacak değil ya. Okul hayatımı zirvede bıraktım. Zirvede derken öyle üstün başarı falan değil tabii. Zorla gittiğim her okul günü biraz daha kinlendim. Yanımda oturan sıra arkadaşıma, kantinde önüme geçmeye çalışan çocuklara, tören sırasında çığlık atan kızlara ama en çok bizi okulun etrafında on tur koşturan beden öğretmenine. Ha bir de geç kalınca çöpleri toplatan müdür yardımcısına. Bunları söyleyince aklıma okula gideceğim için gün değil dakikaları saydığım zamanlar geldi. Evet, ben de her çocuk gibi heyecanlı bir şekilde bekledim okula gitmeyi. Komşumuzun oğlu hariç. O her gün ağladı. Çatlayana kadar ağladı. Annesi her defasında ağzına bir tane vurup gönderdi de öyle alıştı. Okula başladım. Bu çocuk okumaz dediler anneme, babama. Çok üzdüler bizimkileri. Oysa ne hevesle göndermişlerdi.”

“Sağolsun bir arkadaşı gelsin pastanede garsonluk yapsın demiş. Hemen kabul ettim. Hafta içi öğlene kadar çalışacak haftasonu ise sadece öğleden sonra çalışacaktım. Mis gibi iş. Maaşı da güzel. Kafam da içim de rahatlamıştı. Başlar başlamaz emin olmuştum zaten. Burası tam benlik bir yer diye. Sabahları sakin, akşamları kalabalık ve neşeli bir ortamı vardı. Beş kişi yaklaşık yirmi masaya bakıyorduk. Bahşiş aldığımız da oluyordu. Bu şekilde hemen hemen bir yıla yakın çalıştım orada. Artık müşteriler beni tanır oldu. Ben de onları. Bu bana güven veriyordu. Artık sağlam bir işim var diyordum. Öyleydi de.”

Faruk Sarıkavak – Erken Gelen Güz İkindisi

Yarım asırlık hayat arkadaşına baktı yaşlı adam. Gök, yüzünde; yer, yüzündeydi. Kadının yüzündeki fay hatları çoktan kırılmış, nice depremlere ev sahipliği yapmıştı. Dikkatlice inceledi; kadının yüzünde göz gezdi, adamın gözünden güz geçti. Neler neler yaşamışlardı da yıkılmamışlardı. Peki ya şimdi? Şimdi değişen neydi? Adam, daha da inceledi kadının yüzünü ve iç geçirdi: “Yüzünde memleket telaşı…”

Sürekli ‘Y’ harfiyle paragrafa başlayan bir yazarın huzursuzluğunu hissetti adam. Bu yüzden, aklından başka şeyler geçirmeye karar verdi ancak yine de hiçbirini kadına yakıştıramayıp, az önceden beri gördüğü kusurlu rüyaya devam etti. Gerçi artık bu bir kâbusa dönüşmüştü ve rüzgârı kendinden menkul bir uçurtma gibi haliyle kusurunu arttırmıştı. Gönül kumaşının terzisine en güzel atlas libasları dikecekken, onun yerine başucuna çöküp ona ancak güz mevsimine yakışacak bir sonun kefenini dikiyordu. O sırada kadının nefesi sekteye uğramaya başladı ve az önceki yaprakların hışırtısının sebebi anlaşıldı. Adam, kadının nefesi alıp ama veremeyişine şahit oluyordu: “Nefesinde güz rüzgârı…”

Buket Uçar- Yüreğe Ağır Yük

“Sıkı sıkı sarıldım ona. Sırtından bedenini kavradım, önden yüreğini. Yedi yerimden artırıp yedi kerede kestikleri boğumlarımla. Kollarına takıldım, kollarım yok. Uzun süren kışın ardından havalar azıcık ısınsa da sıkılmadı benden, sıcağıma sığındı.

Nehrin kenarında. Nehir kuru. İki yakası bir araya gelmiyor dünyanın, arasından sular çekiliyor, iki yakasından birleşip daralıyor dünya. Kurumuş gözleriyle nehre acına acına baktı. Söküldüm kendimden, bedenine dolandım.”

“Yaklaşan baharla dağların başındaki karlar, yolun yolcu/su olmaya hazırlanıyordu. Bir tas su-yun önünden su gibi gidip su gibi gelecekti oğlu. Su gibi gidip, yarım yamalak gelmişti. “Görüşürüz” demişlerdi ezbere. Kötü bir şey dememişti. İstemişti. Gönülden mi istememişti? Nasıl demişti ki? Büyüklenmiş miydi derken? Derken kendisine yoksa gülmüş müydü melekler? Hiç konuşmadan öylece gözlerini yuvalarında döndürseydi keşke. Büyük sözlerin parçaladığı küçük taşlar hayatındaki hazların önünü tıkamazdı belki. Yaşadığı her anın mahkemesini kuruyor, her durumda kendisini suçlu çıkarıyordu. Oğlu yatakta, o ayakta eriyordu.”

Hisdüşüm’den Şiirler

Öfkeliyiz

Öfleliyiz ve genç olmak bi anlam ifade etmiyor

Küstürdüler serçeleri

Dünya devrildi, insan delirdi

Kargalar kahvaltı yapamıyor

Annesi evi terk etmiş

Hayata yutkunurken,

tutunurken hayata deniz vapuru ayağında sallar

Acemi bi anne gibi

Sağa sola sallar

Annelerin dilinin altında hep bi şeyler saklı olur

Şura Aykan

 

Bir cinayetekarışmamı bekledigüneş

zehirli bir sabırla bekledi pusuda bekledi

mevzilendi dağlara

ben de onu bekledim günler vegeceler

perdeler çekmedim

bu yüzden tüm mahalle bildi beni

beni konuştu benigülüştü beni uğuldadı

günler vegeceler

bu uğultulu muhitin yıldızı benim.

Şevval Demirbaş

 

ay ilelekelenmiş bir yüzüm var benim

bir mangagüneş,

bir tabur

hatta bir ordu güneş kemirseelmacıklarımı

ben geometrik durmaya devam ederim

ama biray

peygamber parmağınayenik düşmüş biray çıksakarşıma

lekeden görünmem ben

bin keresarılsam da o makaradan bu makaraya

ben sırtımdataşıdığım bu babayı,

bu kaçakçıyı,

bu işadamı ve bu hamakçıyı,

bin omzuma bin palaskavursalar da ben

yazlık bir kentegösteremem.

Ozan R. Kartal

 

ırmaklar taşıyan derin bir yaraydı yüzünün atlası

yetim esvaplar dağıtan bir komşu olurdu

bakışlarının dalgın sancısı

hepimizin ölecek bir yası

şiir yazacak bir yaşı

kendine mâl edecek bir satırı

senin kalbine sorulurdu

 

sessizliğin hırpalanmış sesiyle söyledin bu hayat ağrısını

alnında galip geldiğin her savaşın mağlubiyeti

adımlarında bin yıllık göçebe tedirginliği

uzaklar diye bir yer edindin

şimdi hangi seslerin doğuşunu yazıyor gidişin

Züleyha Selçuk

 

Türk Edebiyatı’nda Günümüz Türk Şiiri Dosyası

595. sayısında Türk Edebiyatı dergisi, Günümüz Türk Şiiri Dosyası ile okurlarına yetkin kalemlerin yer aldığı arşivlik bir çalışma sunuyor. Günümüz şiirinin konu edilmesi oldukça önemli. Şiirin çok olduğu ama şiir üzerine yorumun çok da tercih edilmediği zamanları yaşıyoruz. Her ay yüzlerce şiir, dergilerde görücüye çıkıyor. Şiir kitapları raflardaki yerini alıyor. Peki, tüm bunların karşısında günümüz Türk şiirinin hali pür melâli ne haldedir acaba? Cevabı dergide.

Dosyada yer alan yazılardan paylaşımlar yapacağım.

Bâki Asiltürk - Bireyler Kuşağı yahut Günümüz Türk Şiiri

“2000’lerde Türk şiirinin hem gelenekle asimetrik ilişki çerçevesinde hem de başka bağlamlarda yeni bir aşamaya geçmesinin zemini, sadece edebiyatla değil başka alanlarla da doğrudan veya dolaylı şekilde bağlantılıdır. Başta 11 Eylül olmak üzere, dünyada, yakın coğrafyamızda ve Türkiye’de yaşanan sosyal, çevresel ve siyasal gelişmeler, ülkelerarası veya ülke içi ekonomik çatışma ve çıkarlarda görülen hareketlilik, politikanın ideallerden uzaklaşıp çıkar ilişkilerine odaklanmaya başlaması, medyanın aşırı şekilde öne çıkması hatta çok önemli gelişmelerde belirleyici olması, görselliğin bilhassa dijital yayın yapan televizyon platformları aracılığıyla hayatın her alanında yaygınlaşması vd. gibi gelişmeler dilde ve zihniyette yeni anlayışlara zemin hazırlamıştır. Bu gelişmelerin 15-20 yıl gibi kısa bir zaman diliminde öngörülemez bir hızla gerçekleşmesi birey ve toplumlarda bir çeşit jetlag etkisi yaratmıştır. 2000’lerin başlarından itibaren ilk kitaplarını yayımlayan şairler bu yeni gelişmeleri ya bizzat yaşamış, bunlara tanıklık etmiş ya da hiç olmazsa yaşananı belli oranda duyumsayarak yaşanan içinden kendine özgü bir dil yaratmayı arzulamıştır. 1980’lerden yahut 90’lardan gelip bugünlerde de eser vermeye devam eden şairler de bu psikolojiden uzakta kalamayıp dil ve biçemlerini (üslup, style) güncele uydurma, hiç olmazsa yaklaştırma çabası içine girmiştir. Bu, yeni dönemlerin ruhunun eskiyi de dönüştürmesi demektir ki bunun altını özellikle çizmek gerekir.”

Tarık Özcan - Modern Türk Şiirinde Benzerlik İlişkileri

“Andre Breton’un 1924 yılında manifestosunu yazdığı Sürrealizm’in Avrupa’da tükenmeye yüz tuttuğu bir zaman diliminde Türkiye’deki şairleri etkilediğini görmekteyiz. Birinci Dünya Savaşı’nın kaotik ortamı içerisinde akılcı düzenin insani problemleri çözümleyememesine bir tepki olarak doğan Sürrealizm’in kullandığı humour, çocukluğa dönüş, harikulade, nesneye yönelmedeki farklılık, anlamı ötelemek, mitolojik belirsizlik, düş, yeni insan algısı, oyun, akıl dışılık ve aklın kurduğu sanatsal formlara başkaldırı vb. gibi özelliklerin bir kısmını Birinci Yenicilerin bir kısmını da İkinci Yenicilerin kullandıklarını görmekteyiz. Birinci Yenicilerin şiirde uyguladıkları çocuksu anlatımın temelinde klasik organik yapıdaki anlam kalıplarını yıkmak yatarken; İkinci Yenicilerin kullandıkları mitolojik yoğunluklu göndergelerin kullanılması, imgeci tutumun sürekliliği, deliliğin dili ve mantıksızlığın mantığı gibi uygulamaların temelinde de aklın önderliğinde sürdürülen klasik yapıya ait anlam kalıplarını yıkmak dileği yatmaktadır. Sürrealizm, her iki hareketin ortak paydasıdır ve İkinci Yeni, Birinci Yeni’nin diğer yarısıdır.”

Ercan Yılmaz - Hilmi Yavuz’un Şiirinde ‘Derûnî Âhenk’

“Bütün bunların yanında Hilmi Yavuz’un asıl yeniliği derûnî âhenk meselesini kitabın tamamının edası biçiminde gerçekleştirmiş olmasındadır bana göre. Bakış Kuşu’nda “merdüm-i dîde-i ekvân” olan insanın bakışındaki nurun sesi; Bedreddin Üzerine Şiirler’de acının taflan tadı; Doğu Şiirleri’nde insanın “ayın kızıl bir karpuz gibi çatlama sesi”nin karşısındaki şaşkınlığı; Yaz Şiirleri’nde anıların oğul verirken, gülün solarken çıkardığı ses; Zaman Şiirleri’nde erguvan gibi olan ve hemen ölen, çiçeklenmeyle solmayı birlikte kavrayan insanın iç zamanının saniyeleri; Söylen Şiirleri’nde söylenmeyenin güzelliği; Ayna Şiirleri’nde tenden yüzülen aynaların tiz sesi; Çöl Şiirleri’nde mega kentteki bir çöl serasına düşen ayışığının mufassal içlenişi; Akşam Şiirleri’nde gurup vaktinin ince hüznünün sabâ makamında tecelli edişi; Yolculuk Şiirleri’nde sarısabırın, safranın ve sarının elmas tınısı; Hurufî Şiirler’de harflerin bağışlanamaz hışırtısı; Kayboluş Şiirleri’nde kalbin örsünde dövülen şiirin o ötelerden gelen ahengi; Yara Şiirleri’nde kanın ve kabuk bağlayan zamanın gürültüsü; Lânet Şiirleri’nde dilin kayalarında gizli altının arı sesi ve Talan Şiirleri’nde kederlerdeki hatıra zevki… Kitabın kapağını kapattıktan sonra müzik devam etmiyorsa şiir yoktur Hilmi Yavuz için. Aslında her nitelikli okur onun şiirinden kendi müziğini üretir ya da kalbine ait olan müziği seçer demek mübalağa olmayacaktır.”

Nagehan Uçan Eke-Klasik Türk Şiirini Modern Türk Şiirinde İzlemek

Cumhuriyet’in yüzüncü yaşını kutladığımız bugüne gelinceye kadar geçen süreçte gelenekten beslenen ve modern Türk şiirine damga vurmuş pek çok ismin yanı sıra geleneği reddeden ve bambaşka mecralarda şiirine yol bulan onlarca isim saymak elbette mümkündür. Ancak unutulmamalıdır ki şiir de diğer bütün sanat dalları gibi elbette gelenek ile var olur ve bir zemin üstünde yükselir. Çağdaş değerler ile tarihî değerler arasında organik ve ontolojik bir bağ bulunduğu ve ikisi arasındaki ilgiyi kuranın ise hiç şüphesiz gelenek olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bugün gelinen noktada gelenekten yararlanma hususunda farklı görüşler olsa da temelde buluşulan ortak nokta gelenek ile moderni bir arada yaşatmayı başarabilmektir. Başa dönüp Tanpınar’ın dilinden söyleyecek olursak değişerek devam etmek ve devam ederken de değişmek gerekir.

Soruşturma

Sizce günümüz Türk şiirinde öne çıkan poetik bir anlayış var mı? Kendi şiirinizi günümüz şiirinin neresinde konumlandırıyorsunuz?

Şükrü Erbaş - Bugüne kadar kendi şiirimin yeriyle ilgili cümle kurmadım. Yine kurmayacağım. Bizim hepimizin şiirinin durduğu yeri, yazdığımız dönemde yazılan şiirler belirler. Okur dediğimiz uçsuz bucaksız bir bilinemez belirler. İçinde yaşadığımız toplumsal-siyasal-kültürel gerçeklik belirler. Ben, yerimi bilsem de söylemek hafifliğine düşemem.

Hüseyin Ferhad - Şüphesiz, her şiir bir benlik tasarımıdır. Şair ne kadar geride dursa, saklansa, id’ini yazdıklarından uzak tutsa da şiir nihayet o’dur, şairin eşkâli, öyküsü, hüviyet arayışı. Bu, her şair için geçerlidir: ya şiiri kendisidir veya kendisi şiirine dönüşür. Siyasal iktidarların müdahalesi, şairleri mimlemesi, yakın takibe alması, paçasından, kolundan çekiştirmesi, ısrarla Batı’yı, Yunan mitologyasını imlemesi; bizden, milattan önceye ait siyah-beyaz fotoğraflardır.

Hüseyin Akın - Uzak ve yakın gelenekten etkilenme, sürdürme ve yeniden yorumlama şeklinde bir yönelimden bahsedebiliriz. Poetika şairin ne yaptığını bilmesine dair bir kılavuzdur. Şairi tekrara düşmekten, taklitten, klişeye sapmaktan, bir şairin gölgesi arkasında sürüklenmekten koruyan şey poetik bilinç ve farkındalıktır. II. Yeni sonrası III. Yeni adıyla yeni arayışlar günümüze dek süregelmektedir. Fakat bu arayışlar belli bir ekip etrafında ortak manifestoya dayalı bir girişim olmadığı için yanına kimseyi yaklaştırmayan iddialar mesafesinde kalmakta.

Kenan Hulûsi’nin Dönüşü

Kenan Hulusi’nin hikâyelerini çok severim. Hem dil hem de anlatım olarak Türk hikâyeciliğinin önemli isimlerinden olan yazar, günlük hayatı en sade şekilde hikâye eden isimlerdendi. Kısa hikâyeleri usta bir dil ile kurarak bu alanda bir öncülük yaptığı da söylenebilir. Otuz yedi yaşında kaybettiğimiz Kenan Hulusi’nin 80. ölüm yıldönümü vesilesiyle bir yazı kaleme almış Hüseyin Bargan.

“Yedi Meşalecilerin tek hikâyecisi Kenan Hulûsi Koray, yola beraber çıktığı altı arkadaşına nasip olmayan bir özlenişle iki binli yılları başında edebiyat okurunun arasına döndü. Bunun böyle olacağını dostu Sait Faik, ta o zaman söylemiştir. Kenan Hulûsi’nin yazarlık bahtının zamanında kitaplaşmamış Osmanoflar romanında olduğunu. Onun bu dönüşünde dostu Sait Faik’in yine zamanında yayımlanmamış ancak 1987’de kitaplarına girmiş iki yazısının etkisini saymazsak kendi kaleminin gücüyle raflardaki yerini aldı. Sait Faik bu yarım kalmış yazılarında, Kenan Hulûsi’nin 1938’de Vakit gazetesinde tefrika hâlinde kalmış biricik romanı Osmanoflar için söylediği “kusursuz bir roman” uyarısı yıllar sonra Prof. Dr. İnci Enginün’ün titiz çalışmasıyla 2004’te gün yüzü gördü. Arka arkaya pek çok yayınevi romanı yayımladı. Romanın etkisiyle hikâyeleri de tekrar okurla buluştu.”

Ahmet Haşim’in Nesirlerinde Kadınlar

Ahmet Haşim’in kadınlarla arasının çok iyi olmadığı bilinir. Belki de bu yüzden hiç evlenmemiş de olabilir şair. Bunun yanında, nesirlerinde kadınları sık sık farklı bakış açıları ile ele almıştır Haşim. Hatta kadınlar için kullandığı ifadeler o kadar ağırdır ki Haşim bugün yaşayıp da o yazıları kaleme alsaydı herhalde ona dünyayı dar ederlerdi. Sema Uğuran, Ahmet Haşim’in Nesirlerinde Kadınlar isimli yazısıyla Türk Edebiyatı’nda.

“Ahmet Haşim kadın hakkında, onun maddi-manevi yönleri hakkında genel hükümler verir. Doğu’daki-Batı’daki, geçmişteki-hâldeki çeşitli kadınları genelleştirerek söz konusu eder. Bu görüşlerinde çok olumlu değildir. Yukarıda bahsettiğim Sabiha Hanımefendi’ye yazdığı mektupta kadınların herkesin aleyhinde bulunmak üzere doğduklarını, anlaşmazlığı koklayan burunları olduğunu söyler. “Erkek” başlıklı yazısında da erkek cinsinin dişi cinsinden daha güzel olduğuna kanidir. İnsan cinsinde kadının süslenmesi, saçlarını bir kısaltıp bir uzatması, hayvan kürklerine sarılması, fıtraten güzel olmadığının ve bunu kendisinin de bilmesinin bir delilidir (Gurabahâne-i Laklakan, s. 45-46). “Fil ve Kadın” yazısında kadın erkek ayrımını mizahî verir. Kışın erkeklerin sıkı giyinmelerine karşılık kadınlar ince giyinirler. Erkeğin giyinmek için altı yedi koyunun yününe ihtiyaç olduğuna, sağlıklı cinsten olan kadına ise bir düzine ipek böceğinin salyasının yettiğine dair yadırgatıcı bir kıyaslamada bulunur.”

Türk Edebiyatı’ndan Bir Hikâye

Necdet Ekici – Sevgi Senin Sözünde mi?

Onlar evleneli aşağı yukarı üç ay olmuştu. Hani derler ya, çiçeği burnunda evliydiler. Evleri uzak değildi. Şu karşı konağın ikinci katına kiracı olarak gelmişlerdi. Her hafta sonu onları, mor sarmaşıkların kuşattığı balkonda kahvaltı yaparken görürdüm. El ele, diz dize otururlardı. En güzel kahkahaları yeni doğan güne onlar atardı. Muhabbetliydiler. Öyle ya “Değirmen iki taştan, muhabbet iki baştan.” diye boşuna dememişler. Uzaktan uzağa imrenirdim. “Mutluluğun resmi bu olsa gerek.” derdim.

“Bu akşam bize yemekli misafir olarak geleceklerdi. Ne de olsa Ferit hem en yakın komşumuz hem aynı vergi dairesinde birlikte çalıştığımız mesai arkadaşımdı. Üstelik en yakın arkadaşımın oğluydu. Ben emekliliği gelmiş kıdemli bir memur, o aynı daireye yeni atanmış bir stajyer… Asıl arkadaşlığımız babası ileydi. Ferit benim evladım gibiydi. Avucumuzda büyümüştü. Babası genç yaşta trafik kazasına kurban gidince, Ferit yetim kalmıştı. Aradan yıllar geçmiş, kadere bak aynı vergi dairesine memur olarak atanmıştı. Ben yolun sonunda, o başındaydı.”

“Gözlerine hayretle baktım. Söylenecek çok şey vardı aslında. Fakat hiçbirini söyleyemedim. Sevmek böyle bir şeydi işte. Yüreğine söz geçirememek… Öfkesine yenik düşse de hep onu düşünmek… Ayrılsa da sevdiği için endişelenmek…”

Türk Edebiyatı’ndan Şiirler

Gönül ve akılla kanatlanırsan

Güzellik ve anlam arayışına

Boyanır aşkın sesi

 

Gereklidir dünyanın

Her yerinde yaşamak için

Adaletin kardeşliğin

Özgürlüğün çiçeklenmesi

 

Arınmış kalple

Adalet ikliminde

Emekle iyi yaşar insan

Tanrı’yla

Mustafa Ruhi Şirin

 

bir bengisu gibi içtik ömrün son kışını

çıktık maraş’ın dağını dolanı dolanı

dağ, vadi, ovalar çığlık çığlığa

ah, bir ses olaydım da

çatlataydım yerin kabuğunu

ineydim bir yankı olarak amik ovası’na

 

boğulmuş bir martıyım,

zeytin dalına asılı balık

çırpındıkça yüreğim pul pul

kalbim ölü tüyler tüneği

İhsan Tevfik

 

Boz bir at dağlardan nefes nefese

Delice tutkuyla denize iner

Karanlıklar bile uyanır sese

Öyle bir sarılır denizine er

Sen bakadur binyılların içinden

Mehmet Aycı

 

üksek hızlı aşklarına şimdinin

yağar bereketsiz yağmur düşer isli kar

baharda açan gül neden şimdi yok dalında

kurnasız çeşme aramızda gözlerin

kaç çocuk öpücüğü kaç yanık anne bağrı

dehlizlerimde yorgun suyun bohçası

gece kumaşından kaç mintan

diker leylaya serin kara gözlerin

Vahdettin Oktay Beyazlı

 

Tenhalar kısıp sesini kendine havlar

Terinle dövülen her vakit

Övgüyle genişleyen bozkırda

 

Çıplak ayaklar nihayet dik bakışlar

Bulutlara değiyor ömrüne kesilen rüzgar

Yeleler tutuşur nasıl olsa kuru dudağında

Rıdvan Yıldız

Halefiz, gıbta mı ettin acıdın mı bilmem bizlere,

Ama ben iştiyâk duyuyorum geçtiğin dehlizlere.

Bir nidâsı ki ceddimin yetişti asrı yırtarak,

Bu müşfik sese nasıl bîgâne kalsın kulak?

Safayâ te’hîr eyle bence secde-i şükranı,

Hafîd-i muntazarın daha gelmedi zamanı.

Yine de me’yus olma kaybetme ümidini,

Düşmesin, kâim tut hep seng-i sefidini.

Harun Ceylan

 

irfanın unutulduğu bir çağda

iltifatsız marifetlerim vardı

 

biraz geç kaldım bunu söylemek için

belki de bir eski sözü ödünç aldım

Fahri Kaplan

 

Şehir ve Kültür, Sayı 106

Şehir ve Kültür dergisi gündemin nabzını tutarak gönüllere ferahlık veren kapak ve içerik ile çıkışını sürdürüyor. Derginin durduğu yer çok net; yerli ve milli.

Mehmet Kamil Berse’nin Giriş Yazısından

“Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesidir. Fa- kat birey tek başına kamuyu çok az etkileme gücüne sahiptir. Bu sebeple aradaki boşluğu siyasi partiler kapatmaktadır. Siyasi partiler benzer görüş ve menfaatte olanları kampanyalarını yürütmek için bir ara- ya getirir. Özgür ve adil seçimlerin gerçekleşmesi ile birlikte parti ya da partiler hükümet kurma hakkını kazanırlardı, ancak 2018 yılında ülkemizde halkın oyu ile Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildi, bu oluşum bireylerin özgür iradeleri sayesinde gerçekleşir ve dolayısıyla da demokratik sistemle yönetilen ülkelerde hükümetler meşrudur… Bu sistemle seçilen ilk cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan yaklaşık % 53 oyla Başkan seçildi ve 5 yıldır bu sistemle ülkemiz yönetiliyor.. Çoğunluğun seçtiği bir başkanla yönetiliyoruz.. Mayıs ayının 14’ünde ülkemizde yeni sistemle ikinci seçimi yaşayacağız, gene özgür ve adil seçimlerle 5 yıl daha ülkemizi idare edecek bir başkan seçeceğiz, bu seçim tecrübe ve devlet otoritesinin, birliğin sağlanmasını temin edecek önemli bir seçim olacak ülkemiz için.. Zira ülkemizin gelişmesini ve kalkınmasını hazmedemeyen çeşitli mecraların üzerimizde oynamak istedikleri oyunların sahnelendiği bir alan haline geldi… Burada görev, milletimizin bu oyunları görmesi ve ona göre hareket etmesi ile oyunların bozulmasını sağlamasıyla bozulacaktır.”

Bir Elinde Mesnevi Bir Elinde Mukaddime

Nazif Gürdoğan, dünya barışını sağlayacak iki kaynaktan bahsediyor yazısında; Mesnevi ve Mukaddime. Mevlana ile İbni Haldun’u buluşturan ortak noktalara değiniyor Gürdoğan.

“Batı’da Max Weber, Daniel Bell, Peter Berger gibi sosyal bilimciler, Aydınlanma dönemiyle başlayan sekülerleşme sürecinin, mezar kazıcıları olmuşlar. Dünyada onları izleyen aydınlar, sonu Mesnevi ve İbn Haldun’a çıkan yolu, büyük ölçüde genişletmişlerdir. Mesnevi ve Mukaddime, kutsal kültürle seküler kültürü, altın oranda harmanlar ve bütünleştirir. Nasıl insan akıl ve gönül dünyasıyla, bir bütünse, kültür de görünen ve görünmeyen dünyasıyla, birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Kutsal kültür ölümlü dünyada, ölümsüz dünyanın sırlarını taşıyan, sınırsız bilgelik kaynağıdır.”

Bayan Ölgii

Gönlümüzü ferahlatan bir coğrafyaya gidiyoruz. Altay Dağları’nın eteklerindeyiz. Bir Türk köyü olan Bayan Ölgii’yi İsrafil Kurulay’ın rehberliğinde adımlıyoruz.

“Altay Dağlarının eteklerinde Kazak Türklerinin yaşadığı köy, 1940 yılında şehir merkezi haline gelir. Bayan Ölgii zengin beşik anlamına geliyor. Dağların eteğinde Hovd Nehrinin kenarında düzlük bir alana kurulmuş olmasından dolayı bu ismi almış olabilir diye düşünüyorum. Bayan Ölgii Moğolistan’da bulunan 21 eyaletten birisi olup nüfusu 100 bin civarındadır. Şehir merkezinin nüfusu ise 35 bin dolayında. Kasaba ile şehir arası bir görünüm arz ediyor. 1990’larda komünizm dönemi kapanınca nüfusun bir kısmı Kazakistan’a göç etmiş ancak daha sonraki yıllarda tersine göçlerde yaşanmış…Nüfusun yekûn ekseriyetini Kazak Türkleri oluştursa da Tuvalar gibi farklı Türk boylarından azınlıklarda eyalette yaşıyorlar. Şehrin ortasından geçen Hovd Nehri geniş debisiyle, Turkuaz rengiyle akışı hissedilmeyen bir görünümünde.”

Kırım, Huzura Hasret

Sabri Gültekin’in Kırım’ı anlatıyor yazısında. Dünyaca tanınmış seyyahların eserlerinden hareketle Kırım’ın acı dolu yüzüne şahit oluyoruz.

“Doğu Avrupa’ya gelen seyyahların en önemlilerinden biri kuşkusuz İbn Fadlan’dır. O, 10. Yüzyılda yaptığı gezi esnasında Bulgarlar, Oğuzlar, Peçenekler, Başkırtlar (Başkurtlar), Hazarlar, Ruslar ve diğer bazı milletlerin siyasî düzenleri, dinî inançları, ahlâk kuralları, ölü gömme merasimleri, giyecekleri, evlenme gelenekleri, dilleri, ekonomik durumları, vergi ve ticaret sistemleri ve tabii özelliklerine dair gözlemlerde bulunmuştur.”

“Diğer bir seyyah İbn Battuta ise 14. Yüzyılda Doğu Avrupa ve diğer ülkelerde yaptığı gezisinde Kırım ve çevresini, Karadeniz’in kuzey ve bugünkü Kazan şehri civarında bulunan eski Bulgar şehrini tasvir etmektedir. Kırım’da yaptığı gezi esnasında verdiği bilgiler, Kırım Tatarlarının sosyal yapısını anlamakta önemlidir.”

“17. Yüzyılda Kırım’a ziyarette bulunan ve seyyahlar arasında önemli bir yer tutan Evliya Çelebi, seyahati sürecinde Trabzon’a, oradan da Anapa’ya gitmiş, burada Azak Kalesi’nin geri alınması için yapılan sefere katıldıktan sonra Kırım’a gelerek Bahadır Han’a misafir olmuştur. Daha sonraki süreçlerde tekrar Kırım’a ziyarette bulunan Çelebi, Kırım Hanı 4. Mehmed Giray’ın yanında Ruslar ile Rus Kazaklarına karşı yapılan seferlerde de bulunmuştur.”

Acıbadem’in Nişantaşı

Ülker Gündoğdu’nun rehberliğinde İstanbul’u adımlamaya devam ediyoruz. Siyah beyaz bir fotoğraf tadında nostaljik bir İstanbul var karşımızda. Geçmişten günümüze uzanan bir seyahatteyiz adeta. Bu kez yolumuz Acıbadem’e düşüyor.

“Acıbadem, eskiden geniş çayırların, bağların, bahçelerin ve koruların arasında Osmanlı saray mensuplarının, sultanların, şehzadelerin, paşaların köşklerinin bulunduğu bir yerdi. Acıbadem, bugün yoğun yerleşmeye maruz kalmış bir mahalle alanıdır. Bu yoğun yerleşme arasında, geçmişin izlerini taşıyan yapılar ve mekânlar varlığını sürdürebilmektedir. Semtin Nişantaşı olarak bilinen kesimine II. Mahmud döneminde bir nişan taşı dikilmiştir. Acıbadem'i Acıbadem yapan bademlerden sonra tarihten kalma, gönül çelen geçmişin en belirgin imgesidir.”

“Bu mahallenin sakinleri güzel nezih yaşam arzusu duyan insanlardan oluşur. Acıbadem, çocukların, gençlerin, yaşlıların kısaca herkesin gönül rahatlığıyla sokakta gece gündüz dolaşabildiği en güvenli semtlerden biridir. Acıbadem’de yürürken, karşınıza çıkan herhangi bir mahalleliye sorduğunuz posta adresinin cevabını net bir şekilde alabilirsiniz çünkü buranın değişmeyen yapısı ve buna çok aşina bir kitlesi vardır.”

“Eski mahalleliler bilirler; Acıbadem’de adını II. Mahmud’dan alan gerçek bir Nişantaşı vardır. Bugün otobüs durağı olarak kullandığımız bu Nişantaşı’nda, bir zamanlar Padişah bin adım öteden vurduğu yumurtanın şerefine bu taşı dikmiştir. Şimdi arkasında birkaç katlı bir apartman var. Geçmişin güzel imgeleri korunsun.”

İstanbul’un Mayısı

Her mevsim yakışır İstanbul’a ama bahar, özellikle mayıs ayı ayrı bir güzellik sunar şehre. Bir yanda erguvanlar diğer yanda fetih coşkusu derken daha bir güzelleşir İstanbul. Hülya Günay, İstanbul’un mayısını anlatıyor.

“Her 29 Mayıs’ta Fatih’in kır atı şaha kalkar. Surlarda, kalelerde, saraylarda tarihin gözleri üzerimizdedir. Topkapı Sarayı’ndan yükselen çığlıklar, Galata rıhtımından yola çıkan efsane Bandırma Vapuru’nun sesine karışır. Erguvanı, morsalkımı, kiraz çiçeği her nakışında fetih kutlamaları yapar gibi bir cilve, mana saklıdır….Şehir insana kimlik verir. Gözlem, farkındalıkla kimlik tamamlanmasına imkân verir, güç verir, ruhu yeniler. Kendini gerçekleştirmenin basamaklarını sunar. İstanbul kalbi, gözü, zihni açık olana kendini açar ve dünya insanı olmayı vaat eder.”

Yaşayan Bilge Yazarımız: Şerif Aydemir

Ekrem Kaftan, Şerif Aydemir hakkında yazmış. Sesini Anadolu’dan alan hikâyecilerimizdendir Aydemir. Türküler tadındadır yazdığı her hikâye. Anadolu gibidir her cümlesi; dupduru ve serin.

“Şerif Aydemir, İstanbul’un kalbinde 40 seneden fazla memurluk yapmış bir İstanbullu olduğu kadar, geldiği Anadolu’nun kadim kültür ve irfanına sahip beldesinin bütün inceliklerini ve irfanını da muhafaza etmeyi bilmiş bir Anadolu arifidir.”

“Şerif Aydemir, yürüyen İstanbul’dur, konuşan İstanbul’dur, yazan İstanbul’dur desek kesinlikle mübalağa etmiş olmayız. Zira, o tavrıyla, edasıyla, duruşuyla, sohbetiyle, hatta nazarıyla kadîm İstanbul’un 21. asra taşınmış halidir.”

“Şerif Aydemir, hikmetin bütün inceliklerinin gizlendiği sohbetlerinde ve kitaplarında insanı başka âlemlere alıp götüren bir kalemin sahibidir. Yazarlar, yazarken düşünerek yazdıkları için güzel ve edebî kelimeler bulmakta muvaffak olabilirler, ancak aynı insanların irticalen konuşurken ne kadar sığ kaldıklarına defalarca şahit olmuşuzdur.”

Şehirde Bir Gönül İnsanı Özdemir Özsoy

Mehmet Nuri Yardım, bu sayı Özdemir Özsoy hakkında yazmış. Özsoy ile Dilaver Cebeci’nin dostluğuna dair notlar da yer alıyor yazıda.

“Tevazu zırhına bürünmüş değerlerimizi bazen geç keşfediyoruz. Hasbelkader kendileriyle tanışınca veya eserlerini okuyunca sahip oldukları güzelliği idrak edebiliyoruz. Ömrünü kültürümüze adamış olan Özdemir Özsoy Beyefendi de, Türk edebiyatının yaşayan mütevazı ve mümtaz yazarıdır. Merhum Kemal Çapraz’ın Ufuk Ötesi dergisinde veya Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nda. Tanıdım kendini.. Özsoy’la tanışınca, oturup biraz da sohbet edince gerçek bir gönül dostu kazandığımı, yüreği büyük, ufku geniş, inancı sağlam ve bu toprağın gerçek bir münevveri ile karşılaştığımı anladım, hamd-ü sena ettim.”

“Yazarların aldıkları ilk telif ücretleri unutulmaz. Biz de Özdemir Bey’e bunu soruyor ve şu cevabı alıyoruz: “İlk telif ücretimi 1994 yılında yayınlanan bir kitabım için almıştım. Tasavvufla ilgili bir eserdi. Yayınevi tanınmış bir kurum idi. Bundan önce aynı konuda küçük bir kitapçık yazmıştım. O da bir vakıf tarafından yayınlanmıştı. Bahis konusu kitaplar bu alanda vukuf sahibi edebiyatçılar tarafından ilgi ve takdir görmüştü.”

Bir Devrin Futbol Anatomisi Ve Jupp Derwal

Futbolla az da olsa aşinalığı olanların bildiği bir isimdir Jupp Derwal. Hem futbol anlayışı olarak hem de hayata bakışı olarak birçok kişiye de rehberlik etmiş olan Derwal hakkında Memiş Okuyucu bir yazı kaleme almış.

“4 yıl boyunca Galatasaray’da hocalık yapan Derwal pek çok uluslararası başarıya imza atmış. 2 bin yılında Kopenhag’da oynanan GalatasarayArsenal UEFA kupasının finaline giden yolun taşlarını kendi döneminde bir bir döşemiş. Bilgi, anlayış, zihniyet olarak bu yolun alt yapısını hazırlayan gerçek isim olmuştur. Futboldan başlayarak pek çok alana yayılan bir şekilde ‘’hayaldi gerçek oldu’’ sözünün futbol üzerinden milletimizce hayata geçirilmesinde bilgi ve deneyimleriyle öncülük etmiş. Bu zihniyet devrimi futbolla sınırlı kalmamış başka alanlarda da milletimize ilham kaynağı teşkil etmiştir. Bilinç altına ‘’bir şey dünyada yapıldıysa biz de yaparız’’ sloganı onunla hayat alanı bulmuş. Daha sonra milletimiz bu sloganı revize ederek, ‘’bir şey gerekiyorsa biz yaparız’’ haline büründürmüştür. Onun yaptığına bir yönüyle motivasyona bilgiyi yüklemek desek de küllenen millet dinamizmimizin üzerini üflemek olarak da özetleyebiliriz.”

Bir Nokta, Sayı 256

256. sayısını yine Mürsel Sönmez’in giriş yazısıyla açıyor Bir Nokta dergisi. Gündeme dair bir bölümü buraya alıyorum.

“Mayıs ayı yüksek nabızlı bir seçim süreci içeriyor. Gerçi bu güne kadar yapılan seçimlerin hepsi “final havasında” ama bu seçim ideolojik ve politik sentezelemesi ile ilginçlikler içeriyor. Biz ise; seçimimizi; siyasal olarak memleketin varlık ve bekası, insanımızın birlik ve beraberliği ve insanca bir düzen yönünde çoktan yapmış; bin yıldır bu topraklarda varlık bulan ana inanç ve medeniyet köklerine sadakati ilke edinmiştik. Bu esas, bizim olay ve olgularda değişmeyen ölçütümüz olmuştur ve olmaya devam edecektir.”

Sürgünce

Mürsel Sönmez, yaşadığımız deprem felaketini konu edindiği yazısında, aklı selim bir bakış açısı ile yaşananlara bir yorum getiriyor. Olan oldu ama olması gerekenler üzerine de kafa yormak gerekiyor.

“Ülkemiz de; devlet ve millet olarak, kimliksizliğin bulanıklığında bir ileri bir geri devinip duruyor. Hakikate ayarlılığı oranında gerçekleşen işler, yasalar ve uygulamalar kalıcılık sağlarken; hakikatten uzak bilgi, algı ve düşünüş, yasa vs. denemeler sürekli olarak ayak bağı oluyor. Sanki binlerce yıllık tarih ve kimliğimiz yokmuş gibi arafta başımız döne döne durmaktayız. Tüm yeryüzünde örgütlü kötülük egemenliğini hızla arttırırken, biz hâlâ her adımda neyi nasıl yapacağımızı tartışıp durmaktayız.”

Günübirlik

Müjdat Uluçam, yaşadığımız zamana “gün” üzerinden bakıyor. Akıp giden zamanda; günler, geçmiş, gelecek kavramları bizi zamanla yarışır hale getiriyor. Günübirlik yaşamak, yaşadıklarının günlüğünü tutmak ya da bir hatıraya dönüştürmek her şeyi...

“Günübirlik, çabuk, geçici, muvakkat, gece kalmamak üzere, yalnız bir günlüğüne anlamlarına geliyor. Günübirlik kısa geziler yapılır, turlar düzenlenir. Günübirlik yaşayan, gününü gün eden insanlar vardır. Ama gün bugün deyip gününün kıymetini bilenler makbul.”

“Günlük; Günlükler, hadiselerin vuku bulduğu gün bir yazarın duygu ve düşüncelerini yansıtan kaydedilmiş notlar olarak tanımlanabilir. Edebî türler arasında roman, şiir, öykü, oyun gibi kurmaca türler yanında, gezi, seyahatnâme, günlük, mektup, biyografi, hatırât gibi gerçek hayatı ifade eden türler de vardır. Fakat her birinde ortak nokta, anlatılanların okurda estetik bir duyuş oluşturmayı amaçlamasıdır.”

“Hatırât: Her insan kendine özgü bir hayatın ve deneyimin bütünüdür. Tarihin bir dönemini birlikte geçiren insanların o döneme, o kişilere ve o olaylara dair görüş ve duyguları birbirinin aynısı olamaz. Bu yüzdendir ki herkes kendi anılarını yazmayı ve anlatmayı seçer.”

Güne Notlar

Suavi Kemal Yazgıç, güne notlar düşmeye devam ediyor.

“Anılar bana yük oluyordu. Öznesi birinci tekil şahıs olan cümleler kurmaktan o kadar yorulmuştum ki yükleme varmadan önce cümlelerimi yarım bırakmaya başlamıştım. Bir cümle daha ekledim sonra sayfaya. Sonra bir cümle daha. Boş sayfa bu kötü el yazısı ile doldu. Sonra bir sayfa daha ve defter. Defter dolunca uykuya daldım ve unuttum. Unuttum ve hafifledim. Defteri yakmakla yayınlamak arasında tereddüde düşünce iki seçeneğin de benim açımdan bir farkı olmadığını düşündüm.”

“Son nefesimden önceki nefeslerimden birini daha vermiştim. Aynaya baktım. Hâlâ oradaydım besbelli. Bir şeyler söylemek istiyordum. Kimse duymasa bile. Yine de sustum. takatim kalmamıştı. Son nefesimden önceki nefeslerimden bir başkasını verdim sonra. Susmaya ve nefeslerimi tüketmeye devam ettim.”

Vahşet

Nabi Çömez, Rachel Corrie’nin mücadele dolu hayatının bir kesitini yazmış Bir Nokta’da. Umutla, direnişle başlayan ve vahşetle sona eren bir hayat onunki.

“Buldozer, alevli bir canavar gibi ağzını açmış ilerliyordu. Rachel geri adım atmıyor gelen buldozerin kendisini korkutmadığını bilmelerini istiyordu. Geride arkadaşları ve bir grup Filistinli halk Rachel’in buldozerin önünden çekilmesini istiyorlardı. Rachel buldozeri birkaç saat oyaladı yalnız işgalcilerin gitmeye niyetleri yoktu. Buldozerle beraber sağında ve solundaki kişiler tekrar harekete geçtiler. Ortalık buldozerin püskürttüğü egzoz dumanından boğuluyordu.Sonra bir anda buldozer önündeki bıçağını kaldırdı ve Rachel’e iyice yaklaştı hiçbir acıma duygusu göstermeden bıçağı kafasına indirdi. Yere düşen Rachel hareketsiz yatarken, havada olan bıçak vücuduna tekrar indirildi.”

Beylerbeyi Günlükleri

Nurettin Durman’ın günlükleri devam ediyor. 2015 yılına düşülen notları okuyoruz.

“Yunus Emre “Aşk yolculuğu” dizisinin bu akşam ki bölümünde Şeyhin, Yunus’a; “yola çık, yoldan çıkma” demesi harika bir uyarı idi… Yollardayız ama bakalım doğru yolda mıyız? Bir düşünsek, bir tefekkür etsek neler çıkar ortaya acaba. Sonumuzu hayr eyle Rabbim…”

“Orucun vedası başlıyor gün be gün. İlk başlarda bir heyecan vardı. Nasıl geçecek oruç, günler uzun ne yapacağız, dayanabilecek miyiz bu kadar saat diye. İşte hepsi gelip geçti ve bu günlere gelinmiş oldu…”

“Akşam namazını Yerebatan Camiinde kıldık. Bedri Bey imam oldu. Teravih namazına Üsküdar Mihrimah Camiine yetiştim. Üsküdar’da çok kalabalık oldu bu Marmaray’dan sonra… Zaman avucumuzdan uçup giden bir kuş gibi akıp gidiyor velhasıl…”

“Rabbimize şükürler olsun. İftarımızı yaptık. Bilahare Hüseyin Akının twıtırda yaydığı resimlerimize selamlar geldi dostlardan, şair arkadaşlardan, bizleri tanıyanlardan. O vesileyle Hasip Bingöl’ü de görmüş olduk iftar sonrası. Üsküdar’da oturuyor zaten. Şakir ile Hüseyin saat 23: 00’den sonra kalktılar, biz çay ile sohbete devam ettik.”

Bir Nokta’dan Hikâyeler

Ahmet Yılmaz - Işıkları Açmayın, Göremiyorum Sizi

“Kaç sene oldu? Sene nedir? Gün ne, hafta kaç gün? Ben dışarıya öldüm, içeride suyu çekilmiş bir hayatı tekrar etmeye hamal kılındım. Yaşamak nefes alıp vermekten ibaretse fazlasıyla yerine getirmiştim alnıma çatılmış vazifeyi. Mağrur, doygunum.”

“Hakkımda yanlış kanaatlere varmanızı, beni bir hamamböceği gibi yargılamanızı asla arzu etmem. Farklı düşünüyoruz, hayat ve ölüm hakkında durduğumuz yerden bağımsız değildir mutluluğumuz ve hüznümüz. Ağacın çıplak bakışa yakalanmayan kökleri için yaşamıyor diyemezsiniz, dalları kadar önemlidir ve önemsiyordur güneşi ve suyu. Meyveyi olduran nüveyi koynunda ısıtıyordur.”

“Bir arpa boyu yol almıyor olsam da düşünüyor olmam, var olduğumu işaretliyor. Yokluğum bana ne kadar benzeyecek, varlığım ne kadar benimdir? Düşünmesem, bir an iç sesimi sustursam, konuşmamı askıya alsam, var olmaktan muaf olacak mıyım? Varlığımın anlamı hayatta kalmamla mümkünse bir işe yaramayan bu vücudu korumakla elime ne geçecek? Görüşüm zayıflamış, işitme duyum keskinleşmişken sade kulaktan ibaret bir yaratığa dönüşmekle bir başarıya mı ulaşmış olacağım?”

Ali Barskanmay - Yüreğinde İz Taşımak

“Dağlık bölgelerde yaşayan insanın rızık kapısı 1970’li yıllardan sonra gurbet oldu. Nüfus arttı. Toprak bizi doyurmaya kafi gelmedi. Sofra, oturanı doyurmaya yetmedi. Dünyanın sesi, ajanslarda duyulunca gurbet yolları yoksulluğa yoksullara umut oldu.”

“Ağabeylerimin getirdiği tütünü piposuna iyice bastırır. Ve takma dişlerinin arasına sıkıştırdığı pipoyu oğullarının hediyesini tadar gibi içine çekerdi. Komşularımız onun sevincine laf atınca hamdı şükrü göğe bakıp yaşatırdı kendine.”

“Gurbet, annemin ve babamın inancına akan bir nehirdi. Beş vakit namazlarında oğullarını korumaları için ettikleri dualar onları Allah’a yakın kılardı.”

“Annem, oğlum kalbini ferah tut. Hazreti Fatıma Anamızın elinin bereketini unutma. Zamansız gelen misafirin rızkını Allah çoğaltır. Sen sofra bezini ser. Honçayı götür. Kaşıkları hazırla. Annem besmelenin ritmini dışarda hızlanan karın temposuna eş değerde arttırdı. Sofra bezini serip honçayı kuran Nihat, ben gömbeyi götüremem inadında. Odanın kapısında annem Nihat’ın ellerine tutuşturdu gömbeyi. İki arada bir derede kalan Nihat kendini misafir gömbeyle kendini misafir odasında buldu.”

Bir Nokta’dan Şiirler

Üsküdar motorunda suskun yolcular

Sararmış kravatlarıyla memurlar

Ramazanın maliyetine bakıyor

Tesbihatı bitiren yaşlı amca

Üfleyip

Hüdai yoluna bırakıyor.

 

Hep böyleydi hayat

Belki ben anlamadım

Bir sigara içimi nefeslenebilirdim şurada

Deniz usulca öpüyorken kıyıları

Ne çok acelesi var, yolcuların.

Süleyman Çelik

Bir şeyi burada tutabilir miyiz acaba sebat gibi

Dolaşıp dursa çok şeyin içinden kim bilir nasıl

Sakın yazık olmasın bu kadar yol varken biraz

İyi gelir bakarsın daha ne olsun önümüz yaz.

Nurettin Durman

 

Sen birdenbire çekip gidince

Cebimde kurumuş mendiller bitti

Balkonda savrulan saçların bile

Tutundu martıya bir baktım bitti

 

Sen gittin kahvenin tadı da bitti

Öyle acımasız öyle sıradan

Gitme kış oluyor çocuk değiliz

Bakmadı bir daha şarkılar bitti

Özcan Ünlü

 

sürünerek çıkan tünelin içinden

arkadaşın kollarına bitkin bir halde düşen

yorgun bir vücut bırakan

ıslak, karlı bir sesle

gönüllü kurtarıcının duymasaydım çığlığını

sanki kendi evladı gibi

kurtaramadığı çocuğun ardından

kendini molozların üzerine atışını

görmeseydim eğer

toprağa vura vura ağlayışını

hepinize günaydın

mutlu sabahlar herkese

demeyi öyle çok isterdim ki…

Şakir Kurtulmuş

 

Cins, Sayı: 92

 

Mayısın bir adı da fetihtir. “Bir Türk rüyası” diye bir şey var diyor Cins giriş yazısında. Bitmeyecek bir rüya bu. Daima diri tutmakta fayda var.

“Hem milletlerin rüyası hem tek tek insanların rüyası var. Gerçek milletlerin ve gerçek insanların ama… Akamete uğrasa da unutturulmaya çalışılsa da kendisini yeniden gördüren rüyalar bunlar… Vardı. Bugün senin ve benim fert fert rüyalarımız var mı peki? Yoksa sadece uykularımız mı var? Varsa nedir o rüya? Sınırları var mı onun? İnsanı uyandırmak için ikna edici bir hikâyesi var mı?”

Genç

Hüseyin Atlansoy, bir İstanbul seyahatinden geriye kalanları yazmış. Kitaplar, mekânlar, dostlar var yazının satır aralarında. Gençler ve gençlik üzerine ruha şifa notlar var yazıda.

“İstanbul’u seviyorum. İstanbul’un şehir kalan semtlerini, halen az da olsa bir üslubu koruyan Üsküdar’ını, Eyüp ve Fatih semtlerini seviyorum. 11 Kasım Cuma günü önce İsmail Karakurt ile buluşuyoruz. Nizami’nin Hüsrev ile Şirin kitabının üç farklı nüshasını Yusuf Güroğulları’ndan emanet alarak isteğim üzerine bana getiriyor. İsmail ile birer çay içip iki muhabbet ediyoruz. Sonra İsmail ile vedalaşıp Fatih’e doğru yola çıkıyorum. Cuma namazı büyük camide kılınır. Şiirdeki ısrarımın belki de nedenlerinden biri budur diye düşünüyorum. Hasan Ağabey ile buluşacağız. Hasan Aycın ile.”

“Gel ey beklenen gençlik diyor şair. Gel ey imanlı gençlik! Bu sözler Bu Memleket Bizim kitabında yer alıyor. Yüzyıllar ötesinden Nizami de Hüsrev ile Şirin eserinde benzer cümleleri biraz farklı bir şekilde dillendiriyor. Gel ey genç! diyor Nizami. Geç gel ama tam gel diye devam ediyor. Erken gelip harap olanların hikayeleriyle dolu olan dünyada bu uyarının önemi büyük. Su içmiş kerpice benzeyenlerin bir şekilde ebedi kalmak hülyasına kapıldıklarını söyleyecektir sonrasında da. Bunlar her yaş grubunda olabilirler elbette.”

“Şimdi Cam Cemlerin, Ayine-i İskenderlerin, Zaloğlu Rüstemlerin, Ferhatların, Hüsrevlerin, Mecnunların, Leylaların dünyasından çıkıp az da olsa bir üslubu kalmış Üsküdar’ın sokaklarına sahile yürüyeceğim. Gönülle kalın.”

Başlama Vuruşu’nda Ali Ural Var

Ali Ural, şairliği kadar genç şairleri yetiştiren bir hoca. Onun şiir üzerine kurduğu cümleler, şiir yolculuğunun da bir yol işareti olacak rehberlerdendir. Başlama Vuruşu’nda da şiirin nasıl doğduğuna şahit oluyoruz.

“Sözün yetmediği yerde doğuyor şiir. Bu yüzden karineler yani anlam rehberleri dahi okuru mutlak manaya götüremez. Dilleri dolaşacak ki okurların yeni bir dil konuşabilsinler. Şiir okurunun şairliğidir bu.”

“İnsanın olmadığı neresi var, her şey insan içinken! İnsan Mars’a gidememişse oraya gölgesini düşürmüştür. Hem gölge her zaman siyah bir silüet değildir. Şairin imgeleri de pekâlâ insan gölgeleri olabilir. Benim şiirimdeki fresk, kirpi, elek ve ipekböceği de belki insan gölgeleridir.”

“Dokuz yaşında şiir yazarak adım attım kelimelerin dünyasına. O günden beri bu büyülü âlemin bir parçası olmaya çalışıyorum. Yazmak bir öte dünyadır şairler için. Sık sık iltica ederler o gizemli beldeye ve geri dönerler tekrar. Bu dünyalarını öte dünyalarına, öte dünyalarını bu dünyalarına taşırlar. Bütün yaptıkları yolculuklarında gördüklerini okurlarıyla paylaşmaktan ibarettir.”

Mahlâs, Müstear, Sembol

Savaş Ş. Barkçin, takma isimler hakkında yazmış. Mahlas, müstear ya da sembol… Kullanım alanları, neden tercih edildiği gibi birçok konuya değiniyor Barkçin. Takma isimlerden kısaltmalara uzanan detaylı bir yazı Cins okurlarını bekliyor. Takma isimlere şiir ve edebiyatta “mahlâs” ve “müstear” denir.

“İnsanların gerçek isimleri yerine başka isimleri benimsemesi demek. ‘Mahlâs’ Arapça kökenlidir. “Kurtuluş yeri, sığınak” demektir. Aynı kökten gelen “halâs” “kurtulma” demektir. “Müstear” ise bir kimsenin tanınmamak için kendi adı yerine kullandığı takma isim demektir. O da Arapça kökenlidir. “İğreti, kusurlu, ödünç alınmış” demektir. Batılı dillerde bizim “mahlâs” dediğimize “pseudonym” denir. “Sahte isim” demektir. Eski Yunanca “sahte” anlamına gelen “pseudes” kelimesine “isim” anlamına gelen “onyma” kelimesi eklenerek oluşturulmuş.”

“Şiir kadar olmasa da takma isim nesirde de yaygındır. Genellikle netameli konularda veya gözetim altında olan yayın organlarında yazanlar veya rejimin takibatında olanlar bu yolu seçerler. Memur yazarlar da başlarına bir iş gelmesin diye müstearları benimserler. Bazı yazarların ondan fazla müstearı vardır. Meselâ millî solculuğu yüzünden hapislerde çürütülen Kemal Tahir yazılarında şu müstearları kullanmış: Bedri Eser, Nurettin Demir, Kemal Tahir Tipi, Kemal Tahir Benerci.”

“Peki bugün neden bu kadar çok kısaltma kullanıyoruz? Çünkü hayatımız, işlerimiz, dolayısıyla iletişimimiz çok hızlı. Nasıl semboller bir anlamı uzun uzun anlatmadan bir işaretle ifade etmek için türetilmiş ise kısaltmalar da insanların sözlü, yazılı ve simgesel iletişimde hızlı olmak için buldukları bir yöntem... Hız iyi güzel de anlam ne olacak? Çünkü insanı değerli kılan şey hangi kısaltmayı, mahlası, sembolü kullanırsa kullansın hak mânâlar keşfetmesi ve onları işine, düşüncesine, yoluna yansıtabilmesi...”

Hizaya Gir ve Boz Oyunu

İsmail Kılıçarslan, zihinleri allak bullak eden gündeme dair itidalli bir yazı kaleme almış. Onun durduğu yer çok net olduğundan, alınacak mesajlar da bir o kadar keskin çizgilerle belirlenmiş halde. Yani muallakta olan bir durum yok. Önemli olan hizaya girmek ve oyunu bozmak.

“Gündem aslında bir gelişmişlik – gelişmemişlik meselesi olarak da okunabilir. Türkiye’de herkes kendisine vekil tayin etmeye meyyal bir sosyoloji, daha doğrusu “gündem” içerisinde yaşıyor. Ne demek vekil tayin etmek? Yani “Benim yerime reis yapsın” diyorlar. “İktidarı benim yerime reis yönetsin.” Ya da muhalefeti benim yerime Kemal Kılıçdaroğlu üretsin. Biz vekaletimizi verelim (bir modern kavram var, ‘vekalet savaşları’ şeklinde), vekalet savaşını da sosyal medyadan biz ilerletelim. Bu, Türkiye’yi neredeyse kısır bir kültürel üretim ülkesi haline getiren temel meselelerden biri.”

“Eskiden biz kimiz ve burada ne yapıyoruz sorusu soruluyordu. Şimdi bu sorular ortadan kalktı, “biz buyuz, bunu yapmak zorundayız” söylemine dönüştü. Bu muktedir olan dindar İslamcı kimlikler üzerinden de böyle, muhalif olan dindar İslamcı kimlikler üzerinden de böyle. Muhalif ya da muktedir fark etmeksizin Recep Tayyip Erdoğan hepimizi kendine hizaladı diyebiliriz.”

Hüseyin Akın ile Söyleşi

Hüseyin Akın’la keyifli ve sıra dışı bir söyleşi yapmış Yusuf Genç. Sorular çok afili olunca cevaplar da aynı kıvamda gelmiş. Zihin açan, hayatı yorumlayan, “konu”yu masaya yatıran bir söyleşi Cins okurlarını bekliyor.

“Aslında tematik anlamda bir konu yoktur. Konu problem olduğunda ortaya çıkan, problemin yerine ikame edilen bir kelime. Yeryüzünde insanın muhatap olup yüz yüze geldiği her şey konudur. “Konu nedir?” diye sormak veya konuyu bir başlık altında hayatın ortasına yerleştirmek aslında kişinin hayata belli süreliğine kendisine açtığı pencereden bakma arzusunun getirdiği bir şeydir. Hayatı belli aralıklarla değişik konulara indirgemek ona dışarıdan müfredat yüklemeye kalkmaktır. Oysa yaşadığımız hayat kendi müfredatını kendi içerisinde barındırır.”

“Gündemler zincirlerini kırdıkları zaman, insanlar bir yığın mustarip oldukları tarafları varken kalkıp da ağrımayan yerlerinden şikâyetçi olmayacaktır. Umumiyetle gündemi oluşturan şey manşetlerdir. Manşeti attıran irade ise pardösünün içinde görülmeyen üçüncü eldir. Tam manşetin toplumsal baygınlığını yaşayıp dururken, düğün değil bayram değil kabilinden aniden ortalığa sürülen manşetlere ise kendine tam yakışır bir isimle sürmanşet denildiğini biliyoruz. Sürmanşetler manşetin şokunu hafifletmekten ziyade kitleleri yeni bir şok dalgasına hazırlamaktır.”

“Acıya sebep olan olay ya da olaylar kısa süreliğine gelip gitse de acının kendisi tıpkı gurbet gibi, ayrılık gibi, sevinç ve ümit gibi değişmez gündemlerin parçalarıdır. Beklediğin kişi, yer, zaman ve bekleme psikolojin hepsi geçici gündemin kuşatması altında olsa da bir süre sonra her biri salıverilir. Beklemek dediğimiz çileli zaman nöbeti hiç öyle mi? İnsan beklemekle ve bekletilmekle malul bir varlıktır demek geçiyor içimden.”

Mehmet Dinç ile Söyleşi

Mehmet Dinç, aile ve toplumsal yaşam üzerine çalışmaları ve kitapları olan bir yazar. İnsanın hayata bakışını irdeleyen ve olması gerekeni Rahmani bir çizgiden izleyen bir yazar Dinç. Cins’te, insanın gündemine dair bir söyleşi yapılmış Dinç ile. Sorular; Gülsena Afra Ersan’dan.

“Öncelikle, insan söz konusu olduğunda keskin ayrımlar, genellemeler hiçbir zaman işe yaramaz. Bu insanın sadece kendisiyle meşgul olsun ya da sadece başkalarıyla meşgul olsun şeklindeki mutlak ayrımlarla da alakalıdır. Ya da -kendi gündemim genel gündemim- şeklindeki ayrımlarda da söz konusu olabilir. Dolayısıyla aslolan insan söz konusu olduğunda keskin ayrım yapmamak olmalı.”

“Benim teklifim şu; her güne başlarken niyet ederek başlayalım. Nasıl bir ibadete başlarken niyet ederek başlıyorsak, günü yaşıyor olmak da başlı başına çok güzel bir ibadet olabilir, o yüzden sabah başladığımız andan itibaren niyet ederek başlamak bizi plansızlıktan da korur, aşırı planlamadan da korur.”

“İnsanın gündeme katılmakla alakalı bir çerçevesi olabilir. Ama gündeme katılmakla alakalı çerçevesinde kendini nerede tutuyor bu önemli. Bu noktada sosyal medya ya da diğer mecralar, insanın başka gündemleri kendine gündem ettiği yerdir, kendi gündemini kaybettiği yerdir.”

“Gündemle oyalandığımızda, hayatın kritik dönemlerindeki önemli soruları kaçırıyoruz. O soruları sormak için de geç kalıyoruz.”

İftihar mı Edelim, İntihar mı Edelim?

Mehmet Şeker, deprem konusuna keskin bir noktadan bakıyor. Yıkılan binalar, ayakta kalanlar, inşaat sektörü ve kaybolup giden hayatlar. İftiharla intihar arasında kalmak gibi bir garip durum var ortada.

“Düşmanlarımız bile bize bu kadar ağır zarar vermedi. Kaç atom bombasına denkti şu son deprem? Son darbe ve işgal girişimi sırasında bombalar ve kurşunlar yüzünden kaç şehit verdik, bu depremde kaç canımızı kaybettik? Yıkılan, yerle bir olan, haritadan silinen şehirlerimizin izahı var mı? Düne kadar herkesin küçümsediği TOKİ evleri dimdik ayakta. Bir tanesinde bile hasar yok. Niye? Kurala uygun yapıldığı için. Beceremesek, içeridekiyle dışarıdaki aynı olsa, dert değil. Başka açıdan bakar, çaresini arar, öğrenmeye çalışmamız lazım diye karar veririz. Öyle değil. Nedir bu aymazlık? Bencillik? Kalitesizlik? Memleket düşmanlığı? İnsana değer vermemek? Ahlâk zaafı? Sorularım bu kadar. Söz savunmanın.”

Mehmet Güven Avcı ile Kemal Tahir Üzerine Söyleşi

Mehmet Zana Özgenç, Mehmet Güven Avcı ile Kemal Tahir üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş. Romanları, sanat anlayışı gibi birçok konunun işlendiği söyleşinin merkezinde Avcı’nın Kemal Tahir’i Okuma Kılavuzu kitabı yer alıyor.

“Öncelikle Türk romanının en üretken ve en etkili isimlerinin başında geldiğini söylemek gerekir. Göl İnsanları adıyla yayınlanan öykülerinden sonra romanlarını arka arkaya yayınlıyor Kemal Tahir. Romanları gerek yayınlandığı dönemde gerekse o zamandan günümüze ilgi konusu olmuş. Bunun temel nedeni toplumumuzu anlama ve roman aracılığıyla anlatma çabası.”

“Kemal Tahir ile ilgili günümüze kadar süren bir ilgi var, hemen her dönemde hakkında çalışmalar yapılmış, yazılar yazılmış. Yapılan çalışmaların her birinin ayrı ayrı önemi var. Bu çalışmalar farklı yönleriyle Kemal Tahir’i ve romanlarını ele almakta.”

“Geçit Dergisi Kemal Tahir’in yayın hayatında önemli bir deneyim. Gerek Geçit Dergisi gerekse Geçit Dergisi’ne ilişkin Kemal Tahir’in Ziya İlhan ve Fatma İrfan ile mektuplaşmaları Kemal Tahir’in gençlik dönemindeki edebiyat ilgisine dair önemli bilgiler içeriyor.”

Peyami Safa ile Yakup Kadri’nin “Ekmek Kavgası”

Geçmiş dönemlerde edebiyat dünyasında yaşanan polemiklere baktığımızda yaşanan tartışmaların aslında fikirler üzerine olduğu, iki tarafında kılıcının keskin olduğu ve kullanılan ifadeler çok da yenilir yutulur cinsten olmadığı görülür. Bugün için o polemikler zihni besleyen ve daha farkı düşüncelere ulaşmak anlamında bizler için bir rehber oluyor. Tevfik Kaan Akbuğa, Peyami Safa ile Yakup Kadri’nin arasında geçen bir polemiği yazmış Cins’te.

“Peyami Safa ve Yakup Kadri’nin tartışması başlamadan evvel; Türk Edebiyatı’nda Shakespeare Kavgası olarak anılan hadise yaşanmış ve hadise tazeliğini koruduğu günlerde Hareket adında bir gazete kurulmuş, gazetenin yazar kadrosunda Peyami Safa’da yerini almıştır. Safa, gazetenin ilk sayısında Varız Diyen Nesil başlıklı bir yazı kaleme almıştır (11 Mayıs 1929). Bu yazıda, yeni ve genç nesilde gerçek edebiyat ürünlerinin olmadığını iddia eden eski ve yaşlı yazarlara karşı “Henüz otuz yaşına gelmeyen şairlerimizin bile mısraları, bütün bir neslin hafızasıyla dudakları arasında gidip geliyor, yığınları coşturuyor.” diyerek kendi neslini savunmuş, sonra da “Saltanat arabasından otomobile atlayan ve hâlâ Türk topraklarında dolaşan saray edebiyatını parçalıyoruz. Namık Kemal’in başladığı işi de biz bitireceğiz.” diyerek eski nesle meydan okumuştur.”

“Bu hücumlar üzerine Yakup Kadri, 30 Mayıs 1929 günü Milliyet’teki köşesinde “Bir Millî Kütüphane” başlıklı bir yazı yayımlamıştır. Bu yazısında, yeni nesil karşısında ümitsizliğe düşülmemesi gerektiğini ve “Bu zavallı nesil”in “bin beladan arta kaldığını” yazmış ve devam etmiştir: “Başınızı arkanıza çevirip de on beş on altı senelik bir zaman mesafesini başladığı noktadan bittiği noktaya kadar takip ediniz... İşte bugünkü gençlik, bu kaosun içinden, bu uğultulu karanlık ve dolaşık inkılâp dehlizinden çıktı…”

Peyami Safa’nın bu tartışma ile ilgili son yazısı 10 Temmuz 1929 tarihinde yayımladığı “Bir Davanın Sonu” başlıklı yazısıdır. Safa, son yazısında; davanın kazanıldığını, ortaya koydukları delillerin hiç birinin aksini ispat edemediklerini ve yazının Hamiş bölümünde muarızların meseleyi siyaset meselesine döktüklerini ve bunun da edebi bir aczin manevrası olduğunu yazıp, tartışmayı şu cümle ile noktalamıştır: “Sustular, susuyoruz; fakat neşrettiğimiz vesikalar ve zikrettiğimiz delillerin belâgatı bizim yerimize ebediyen söyleyeceklerdir.”

Algoritmik Denklemler

Ahmet Melih Karauğuz, insanları bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde esir alan algoritmik denklemler üzerine yazmış. Yaşadığımız çağ ister istemez kendi kıskacına alıyor hepimizi. Kaçış için tüm kapılar kapanmıyor tek tek.

“Algoritmalar, aslında teknolojik ilerlemeyle hayatımıza girmedi, hayatımızda hep vardı. Ancak bugünkü gibi gündelik hayatımızı belirleyecek eylemleri yönetecek etkinlikte değildi sadece. “Belli bir problemi çözmek veya belirli bir amaca ulaşmak için tasarlanan yol” olarak tanımlanan algoritmaları basit bir şekilde anlamak ve tanımı somutlaştırmak istersek, karşımıza ‘seksek’ oyunu çıkar. Algoritmaların çalışma mantığını en açık ve basit şekilde anlayabileceğimiz bu oyun, insanlık kadar kadim bir geçmişe sahiptir. Temelde elimizdeki taşı attığımız kutuyu es geçerek, çizgilere basmadan ilerlemeyi ve başa dönmeyi gerekli kılan bu oyundaki taş, aslında bilgisayar sistemlerinde 0’a karşılık gelen eylemi oluşturmaktadır. 0 yani akımın gitmeyeceği yapı içerisinde kurgulanan bu oyunda ilerlediğimiz yerler, akım geçen yerler olarak karşımıza çıkar.”

Cemil Toy ile Söyleşi

Selvigül Kandoğmuş Şahin, Cemil Toy ile resim sanatı üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş. Şahin de ressam bir yazarımız olduğuna göre keyifli bir söyleşi Cins okurlarını bekliyor.

“İstanbul medeniyetimizin başkenti. Pek çok yerli ve yabancı ressama, şaire ilham olmuş kadim bir şehir. Yirmi beş yıl atölyem Sultanahmet’teydi. Tablolarımın büyük kısmını orada yapmak nasip oldu. Orada çok güzel hatıralarımız var. Atölyemizi pek çok yerli ve yabancı sanatsever ziyaret ederdi. Tarihi mekânlar ve yapılar insanları derinden etkiler. İstanbul tarihi yarımadada bir açık hava müzesi gibidir. İstanbul düşüncedir, tefekkürdür. İstanbul renktir, duygudur.”

“1987’den 2022’ye kadar Sultanahmet’te bulundum. Bu süreçte olumlu ve olumsuz pek çok değişim gerçekleşti. Küçük Ayasofya Mahallesi’ne 1997 yılında geldim. Küçük Ayasofya Camii 1997 yılında çok harap ve eski durumdaydı. Özellikle 1999 depreminden çok etkilendi. 2005 yılında rahmetli Kadir Topbaş zamanında restore edildi ve çok güzel bir şekilde çevresindeki çarpık yapılaşmadan kurtarıldı.”

“Öncelikle iyi bir usta ile yola çıkılır. Başta İlhami Atalay hocam ve bizi yetiştiren bütün hocalarıma müteşekkirim. Yola yalnız çıkılmaz yolculuk çetin… Bahsettiğimiz o sanatçılar ile ortak noktamız tabiatı taklit etmek yerine oradaki güzellikleri içselleştirip yorum katabilme meselesidir. Gördüklerimizi resmetmek değil, duyuş ve düşünceleri tuvale aktarmaktır asıl gayemiz. Bu üç sanatçının kullanmış olduğu renk ve biçimler bizim duygu, düşünce dünyamızın renk ve şekillerinin yansımasıdır, ilhamıdır diyebiliriz.”

Cins’ten Bir Öykü

Arslan Karadayı – Defnesophia

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 597 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim