• İstanbul 20 °C
  • Ankara 19 °C

Necmettin Evci: İstiklâl Marşından Yarına Ne Söyleyebiliriz?

Necmettin Evci: İstiklâl Marşından Yarına Ne Söyleyebiliriz?

İstiklâl marşı ile aram(ız)daki mesafenin mahiyetine ilişkin bir tespitle başlamam gerekiyor: Bir metni, hangi duygu yoğunluğu ile incelersek ince­leyelim, eleştiri ve anlama derecemiz, nesnel ilişkiler sınırını aşamaz. Çünkü yazıldıktan sonra çoğu metinle yazarı arasında bile mesafe oluşur. O nedenle metnin dünyasına girmek veya onu kendi dünyamıza mal etmek kolay değil­dir. Anlamak metnin anlam dünyasına, dokusuna nüfuz etmekle mümkün olur. Ancak ben genelde Mehmed Âkif ve Safahat’ı, özelde İstiklâl Marşını bu değerlendirmenin dışında tuttum, tutuyorum. İstiklâl Marşı, okuyup beğendi­ğimiz, bir süre ve hatta hep etkisinde kaldığımız bir şiir değildir sadece. Onu aramızda bir uzaklık, bir mesafe olmadığı, olmaması gerektiği için, dışımızda bir metin gibi değerlendirmek doğru olmaz. İstiklâl Marşı bizimdir; özümüz, öz değerimiz, öznelimizdir. Ruhumuzun, benliğimizin sesidir. İç sesimiz, iç yankımızdır. Ondaki ses, söyleyiş, heyecan, ruh hali, oradaki iman, aşk, vecd, bizden daha çok biz olan aşkın kişiliğimizi, benliğimizin özünü, derinliğini, bu aşkınlıkta kurulan ilahî bağlanışları ifade eder. İstiklâl Marşı bizim kök me­tinlerimizden biridir. Biz onunla varlığımızı besler, canlı, diri tutar, kendimizi okur, kendimizi anlar, fark eder, keşfederiz. Onu bir dua gibi, cennetin şarkı­sı gibi okuruz. İstiklâl Marşı sadece bizim bir ‘edebî metin’imiz değildir ama bizim ‘ebedî metin’ yanımızdır. ‘Bizim’ derken hangi yaklaşımla tanımlanırsa tanımlansın sadece ‘Türk’lerin değil, bütün ümmetin istiklâl metni olduğunu hususen belirtmeliyim.

İstiklâl Marşı kayda değer birçok veçhesiyle tartışılmıştır, tartışılmaktadır. Onun ‘milletin temel var oluş manifestosu’, ‘millî mutabakat metni’, ‘ontolojik misak-ı millîmiz’, ‘varlığımızı isnat eden temel değerlerin bir çeşit amentüsü’, ‘istiklâl ve istikbalimizin yemini’, ‘hür, özgür yaşamanın teminatı’ olduğu ifa­de edilmiştir. Yaklaşımlarda, metinde çok açık, çarpıcı deyişlere uygun olarak genel vurgu tarihe, medeniyet değerlerimize, kültür unsurlarımıza, millî ka­rakterimize, dinî sembol ve motiflere yapılmaktadır. Bu hassasiyetler millet varlığının tahkimi, millî şuurun canlı algılarla yenilenerek inşa edilmesi bakı­mından elzemdir, isabetlidir.

İstiklâl Marşını tarihsel derinliğinden, millet karakterinden müstakil ele almanın imkânı yoktur, olamaz. Ancak tarih, kültür kökleri ile sağlam bir ba­kış ve duruşu ifade eden bu metnin, günümüz toplum ve dünya şartlarına göre yeni yorum ve anlamlarla canlı, etkin kılınma zarureti vardır, var olmalıdır. Bu açılım veya güncelleme yapılamazsa, ondaki tasavvur ve özleme uygun bir dava da dimağ da ortaya konmuş olamaz. Bu sebeple biz burada İstiklâl Marşının ruh ve temasıyla geleceğe taşınma zaruretini ifade edeceğiz. Buradaki imkânı­mız ayrıntılı derinleşmelere müsait olmadığından, marşın ilk kıtası üzerinden ve daha çok ‘istiklâl’, ‘korkma’, ‘ocak’, ‘sancak’ gibi kelimeler etrafında fikri açı­lımlar yapacağız. Böyle bir fikri açılımı gerekli kılan ana sebep, modernizmin son aşamasında yaşanan varoluşsal savrulmanın, bütün bir insanlıkla birlikte bizim de ülke ve millet varlığımızı tehdit etmeye başlamasındandır.

*

İstiklâl Marşı, bizi, gerçeğe uygunluğu önemsemeyen hamasi övünmeler­le tarihe, ancak tarihteki anlamlarıyla karşılığı olan değerlere mahkûm eden anakronik bir metin değildir, olmamalıdır; o niyetle de yazılmamıştır. Onun şimdiki zaman realitesinden hareketle iddialarını geleceğe taşıyan bir geniş zaman bilinci vardır. Zaten iman ve medeniyet değerleriyle kaynaşmış bir benliğin ontolojik muhtevasıyla kullanılan ‘istiklâl’ kavramı ile geleceğe güçlü bir atıf ve vurgu yapıldığı açıktır. Birçok mısrada açık ifadelerle belirginleşen bu hakikat, ana temalardan biri olarak bütün şiirin anlam dokusuna sirayet etmiştir. ‘Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım’ mısrasında, ezelden ebede köprüler kuran bir varoluş bilincinin hür olma şartı (veya bağımlılığı) ilan edilir. İfadede zamana, tarihi de aşan müteal bir uzam yüklenir. Derin bir var oluş süreci olarak sonsuz geçmiş, ‘ezelden beridir’ vurgusuyla, hür yaşa­mış millete ontolojik karakter kazandıran dayanak olur. Yani var olmak, hür olmakla özleşir, özdeşleşir, örtüşür. Daha sonra ‘Ebediyen sana yok ırkıma yok izmihlal’ mısrasında olduğu gibi ezelden ebede bir yönelişle sonsuz geleceğe gönderme yapılır.

‘Ben’ birinci tekil zamirinin dilinden millet hissiyatı kişileştirilerek her bi­rimize ait kılınır. Giderek mısradaki ‘ben’ doğrudan fert olarak biz oluruz. Tek tek hepimizi, hepimizin en temel, en vazgeçilmez varlık cevherini içine alan millet benliği, aşkın, sarıcı, kuşatıcı bir karakter kazanır. İstiklâl mefkûresi var­lığımızın aracısız, mesafesiz, ayrışmaz değeri olarak bir varlık şartına, davasına dönüşür. Adeta fert olarak ben o üst ve aşkın benlik için(de) var olurum. O aş­kın benliği içimde hissederek, daha musavvir ifadeyle o benlik içinde huşuyla erimenin zevkiyle kendim olurum. Bu içkin, içten kaynaşmış kişilik, varlığını sonsuz geçmiş ve gelecekle kayıt altına alarak kendini ifade etmesi muazzam derinlikte bir düşünceyi uyandırmaktadır. Uyandırılan düşünce, her türlü değer ve tasavvuru aşıp ilahî bağlantıları ile doğrudan ontolojik bir hakikate dönüşür. Böylece varlığımın anlamı ilahi bağlantı ve bağlanışlarıyla anlam ve boyut bulacaktır.

İstiklâl Marşı, ruhumuzun, baştan sona ‘hak, ezan, hakk’a tapmak, iman, cennet vatan,’ gibi bütün bu anlam ve düşünceye yol açan açık motif ve kelime­lerle örülü nakışıdır. Her bir kelime, üzerinde son derece hassas düşünülerek seçilmiş, kullanılmıştır. O nedenle İstiklâl Marşı müşahhas veya mücerret, fizik veya metafizik çağrışımları çok güçlü imgelerle çok zengin bir şiirdir. İstiklâl bizim doğuştan getirdiğimiz ontolojik veya fıtri niteliğimizdir. Ayrıca ‘Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar’ mısrasında da bir gelecek tasavvuru var­dır. Âkif bu dizeden başlayarak hem İstiklâl Marşında hem Safahat’ın birçok şiirinde Batı’yla, onun üzerinden ‘tek dişi kalmış canavar’a benzettiği medeni­yetle hesaplaşır. Hesaplaşma doğrudan gırtlak gırtlağa boğuşmaya dönüşür. Âkif Mehmetçiğin ve aziz milletimizin ruhuyla bütünleşen şair hissiyatıyla bu boğuşmanın korkusuz, cesur, kararlı mümessilidir. Haykırışını, meydan oku­masını millet adına, tarih adına bu taraftan, vuruşmanın, savaşmanın tam orta yerinden yapar.

İstiklâl Marşı, imanıyla gerektiğinde yeryüzünün bütün zalimliklerine karşı direnme, dahası her zaman onlara dersini verme iradesinin olduğunu gösteren bu millete, milletin tarihine, değerine, azmine güvenmenin, özlü öğ­retisini içeren veciz bir metindir. Her safhası ayrı bir kahramanlık destanı olan İstiklâl Harbi üzerinden necip milletimizin tarihe kök salmış derin duyguları, ruhunu, kimliğini, karakterini, dünya görüşünü, hayat ve varlık ilkesini, coş­kun, taşkın bir dille özetleyen bir deklarasyondur. Beşerin bütün dayanma sı­nırını aşan bir direniş ve doğruluşla tarihin tescil ettiği bir varoluş yeminidir. Dün kıyameti andıran o vatan ve namus savunması sürecinde, ölümüne gay­ret göstermiş milletimizin umut ve cesaretini ateşlediği gibi, bugün de, aynı duyguları en yüksek seviyede millî çaba ve heyecanlarla kaynaştırmaktadır. O nedenle Millî Marşımız, milletimizin temel var oluş koşul ve karakteri olan istiklâli yansıtır. Yani bu millet varlığını, istiklâli olmaksızın düşünememiştir veya istiklâlinden yoksun bir varlığın anlamı yoktur. Böyle bir destanı her mil­let değil, ancak taş çatlasa hürriyeti esarete değişmemeye yemin ve iman etmiş bir millet yazabilirdi.

İstiklâl geleceğe yönelirken geçmişten, tarihe kök salmış tecrübe ve de­ğerlerden güç, ilham, cesaret alır. Millî bir metin, geleceğe gönderme yapacak­sa bile geçmişe dayanmak durumundadır. Tarih, millî olanın hareket alanını, amaçlarını belirlemede etkilidir. Ancak İstiklâl Marşındaki akıl ve duyarlık, geçmişi aşarak bugünün realitesiyle yüzleşir, orada da kalmayarak geleceğe yönelir. Daha ilk mısrasında bunun açık, güçlü işaretini verir. ‘Korkma’ diye başlar. Esasında bu siga bile ilgiyi geleceğe yöneltir, geleceğe bağlar. Korku­suzluk umudun çoğalması oranında artar. Aynı şekilde umut, korkusuzlukla büyür. En yetkin psikolojik yaklaşımların bile açıklamakta acze düşeceği şe­kilde korkusuzlukla umut arasındaki bağlaşık oranlama, varlığın kendini nes­nel dünyanın ölçeği üstündeki boyuta adanmışlığıyla ilgilidir. Hiçbir koşul­da imkânsızlık ve umutsuzlukla yeise düşmeyen şehadet duygusu hatta aşkı, böyle bir hakikat cevheri veya varlık cevherinin hakikati ile hayatı canlı, diri, dirençli tutar. Allah varsa gam yoktur. İman varsa imkânsızlık da umutsuzluk da yoktur. Umut, imanı, varlığı, hayatı besler, dönüp onlardan beslenir. Başka söyleyişle imanınızın kuvveti ölçüsünde umut eder, cesur olur, var olursunuz. İmanınız yoksa umudunuz da, gücünüz de erimiş, yok olmuştur. İmanınız

yoksa, uğrunda ölümü göze alacak kadar hayati bulduğunuz değeriniz yok demektir. Bu durumda olanlar, direnme, doğrulma, ayağa kalkma, yürüme, atılma, adanma, hamle yapma isteklerini yitirmiş olduklarından, cesur ola­mazlar. Âkif bize ‘korkma’ diye haykırır, bizi bu uyarıyla silkeler, uyandırırken bunu doğrudan var oluşla, var oluşumuzla ilişkilendirir. Böyle varsan korkma, böyle var olursan yok olmazsın, yok edilemezsin. Var olman inanmana, bağ­lıdır. ‘Ocak’, varlığımızın nesnel sembolü olarak seçilmiştir. Ocak evimizdir, ailemizdir, yurdumuzdur. Mahremiyetimiz, sırrımız, onurumuzdur. Başka bir açıdan kültürümüz, dünya görüşümüz, toplum yapımız, ahlak anlayışımız, medeniyetimizdir.

“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak”

Sahip olduğumuz değerler, bir tek nefiste, bir tek nefeste bile kalsa o tek başına emperyalizme, zulme direnecek, haksızlıktan hesap sorma idealini hep yaşatacaktır. Bu ideal al sancakla sembolize edilen değerleri en üst seviyeden yaşatılacaktır.

Korkunun temelinde yok olma ve gelecek kaygısı vardır. Korkunun bir kaynağı da belirsizliktir. Geleceğinden emin olmayan varlığın yaradılışın do­ğasına uygun refleksle çaresiz içe dönük savunmasına veya değişen durumlara göre tehlikeyi ta içinde duyma hâletiruhiyesine korku diyebilirsiniz. Korku var olma imkânı büsbütün sınırlanmış insanın, kendini savunma, kendine sığın­ma duygusuyla ruhunun titremesidir. İlk aşamasında hayatta kalmaktan başka amaç gütmeyen psikolojisiyle korku, hayalin, ümidin önünü keser. Hareket gücünü, kabiliyet ve cesaretini sınırlar, azaltır veya yok eder. Korku ateşin odu­nu kemirdiği gibi kalbi, ruhu ve bütün bunlara bağlı olarak güveni, cesareti, aşkı, coşkuyu kemirir. Bu hazin ruhsal etkileri sebebi ile korku uyandırmak, korku salmak bir psikolojik harp yöntemi olarak kullanılmıştır, kullanılmak­tadır. Bazen de peş peşe yaşanan trajediler, kayıplar korkmanıza sebep olur. İstiklâl Harbi sırasında tam da varoluşumuzu sağlayan bütün unsurlar yok edilmiş, azalmış veya tezyif edilmişti.

Kalan ve kullanılan son imkânları ile verdiğimiz insanlık ve medeniyet savaşında son savunma ve direniş hattında yeniden bir umudu, yeniden bir di­rilişi deneyecektik. Özellikle Çanakkale muharebelerinde görülüp anlaşıldığı üzere, doğrudan payitahtın işgali için harekete geçildiğinden kelimenin tam anlamıyla var olma veya yok olma savaşında, canhıraş bir direniş içinde olduk. Savaşın değil, zorluğunu hiçbir beşer tasavvurunun tahayyül edemeyeceği kı­zıl kıyametin tam ortasında, imanı en büyük izzet, inkârı en aşağılık zillet te­lakki eden bir halis şuurla ‘Korkma’ diye bir ses yükselmektedir. Bu ses, bizim, âlemşümul hakikatle kaynaşmış canımız ve heyecanımızla savunmaya geçen öz cevherin sesi, seslenişidir. Dayanmanın son sınırında onur ve izzete samimi bağlanışın feda olmaya hazır, ilahi özgüvenle silkinme asalet ve kararlılığıdır: Korkma! İnanıyorsan imkânsızlık yoktur. İman en büyük imkândır, korkma. Hiçbir güç ve kuvvet imandan daha üstün değildir. Yenilip yenilmemen, imanı varlığının temeli, direği, istikameti, anlamı yapmana bağlıdır. Çünkü asil ruh­lar, onurlu nefisler için gerçek anlamda zafer, hakikate ait olmaktır, hakikatin egemenliğidir. İzzeti ayaklar altına almakla zafer değil, ancak zillet kazanılır. Zillete teslim olarak zafer kazanmaktansa imanla ve izzetli olarak ölmek yeğdir. Dünya gözü ve gözlemi ile değerlendirilse bile hakiki yönüyle eninde sonunda egemen olacak olan imandır. İnanmak peşinen kazanmaktır. Ayrıca imanın aydınlığı ile karanlığa direnenlere bu dünyada da armağan olarak bembeyaz gündüzler, parlak güneşler armağan edilecektir. Sen bu yükün ağırlığına daya­nır, korkmazsan, bu şafaklarda yüzen al sancak sönmeyecektir. Yüksek düzeyli bir şiirsellikle millet onurunu, özgürlüğünü temsil eden ‘al sancak’ metaforu, Türk milleti özelinde üstün ahlakı, erdemi, fazileti, vicdanı, imanı, merhame­ti, medeniyeti ve İslam’ı temsil eder. Sancak, temsil ettiği değerlere canımızla, kanımızla varlığımızı armağan ettiğimiz için aldır. Yani o bizim en hayati de­ğerimiz kanımızdır, canımızdır. Canlılığımızı sonlandırmada kan kaybetme­nin olumsuz etkisi ne ise, bize hayat, hayatımıza anlam veren değerlerin kaybı, bütün bunları temsilen sancağımızın sönmesi odur; yok oluş. Sancak yanıyor gibi tasavvur edilmiştir. Evet, o ruhlarımızı tutuşturan ateşle yanar. O ateş ade­ta bütün ufukları yangın yerine çevirir. Güneş batarken ufuk adeta kırmızıya tutuşur. Güneş sanki alev topudur. Âkif öyle güçlü benzetme yapıyor ki, şafak­larda ve elbette kendi kızıllığı ile yüzen bir al sancak var. Bu benzetme savaşın kanlı kıyametini de çağrıştırır aynı zamanda. Kıyamet bütün ufukları sarsa da, yani varoluşumuzun ufku, umudu ölümcül bir tehdit altında olsa da -ki öy­ledir-, yine de korkma. Niçin? Çünkü bu al sancak sönmeyecektir. O sancak evlerimizdeki ocak tüttükçe yüzecektir üstelik. Burada ‘dalgalanacaktır’ değil de ‘yüzecektir’ denmesi, dizeye incelikli bir anlam yüklemektedir.

Ocak bizde hem evi, hem aileyi hem tasavvufi bir muhtevayı temsil eder. Yani ocak, maddi, manevi, geleneksel ilişki yoğunluğu ile hayatı besleyip, can­landıran merkezdir. Esasına bakarsanız evimiz hayatı, imanı, ahlakı öğrendiği­miz ilk ocaktır. Ve oradaki canlılığın belirtisi, cismani olarak yemek pişirdiği­miz, ekmek pişirdiğimiz, kış günlerinde etrafında çevrelenip sohbet ettiğimiz ocakla temsil olunur. Yine benzer şekilde ‘yurt’ kültürümüzde ev anlamında kullanılır. Evlerin orta mekânına ‘hayat’ denmesi de ayrı bir espri içerir. Yani bir tek ev, bir tek aile bile kalsa, yurdumuz vardır ve adeta bir medeniyet tohu­mu gibi gelişip bütün ufukları umut olup, müjde olup saracaktır.

“O benim milletimin yıldızıdır parlayacak/

O benimdir, o benim milletimindir ancak”

Dikkat edilirse gelecek zaman kipiyle üstelik çok inanmış, adanmış, karar­lı bir dille söylenmektedir.

*

Bu ve benzer gerekçelerle İstiklâl Marşından bakarak yarınlara neler söy­lemek gerektiği önemli görülmelidir. Hiç kuşku yok ki, yarının dünyasına odaklanmış bir varlık iddiası, insanlığın küresel ölçekte fikir, sanat, bilim felse­fe ve teknoloji gelişmelerini yakından izlemelidir. İzlemekle kalmamalı ayrış- tırmalı, çözümlemeli, eleştirmeli, süzmeli, yani derin bir fark ediş ve anlamla kavramalı, son olarak çareler, çıkışlar önermeli veya vaziyet almalıdır. Kaldı ki, ontolojik, epistemolojik körelme içinde koyu, trajik bir medeniyet bunalımı yaşayan insanlık, aklını, vicdanını, duygusunu, kalbini, ruhunu özetle içinde ve dışında ufkunu açacak önerilere, uyarılara hayati ölçüde ihtiyaç duymak­tadır. Muazzam medeniyet tecrübesine sahip bir millet olarak bizde, çözüm önerme ve örnek olma imkânı da birikimi de vardır. Kim bilir belki de çıkış ve çözüm gösterme imkânı sadece bizde vardır. Belki de bu aşama yeni bir istiklâl savaşı vermemiz gereken aşamadır. Üstelik bu savaşı sadece kendimiz ve gelecek nesillerimiz için değil, bütün bir insanlık için verme durumunda olduğumuz da ortadadır.

İstiklâl Marşı, millî mücadele verdiğimiz 1. Cihan harbinde, ulusların ve ulus devletlerin, politikalarını, ırk ve kavmiyet temelli ideolojik kutuplaşma­larla belirledikleri bir dönemde yazıldı. Örgün ideolojik eğitimle vatan, millet, bayrak gibi kavramlar, ötekileştirici, düşmanlaştırıcı hatta yok etmeye hazır keskinlikte zihinlere yüklendi. Ulus olma adına militarize edilen birey ve top­lumun, kendi ulus varlığı içinde olmayanlara, hayat hakkı tanımadığı tehlikeli bir dönem başlayacaktı. Bu ‘başkasını’ ‘cehennem’ gören, kendi varlığı için baş­kasını yok etmekten başka çare, çözüm düşünemeyen sapkınlık, çok geçmeden insanlığı ikinci bir savaşın yangınına yuvarladı. Esasen bu iki savaş, Âkif’in ‘tek dişi kalmış canavar’ veya ‘çılgın’ dediği modern barbarlığın, dışarıda sebep olduğu tahribatla birlikte içten içe yaşadığı varoluşsal çürümenin de işaret ve ifadesidir.

Hemen ifade edelim ki, insanlığa erdem, iyilik, barış, eşitlik, kardeşlik, özgürlük, hak, hukuk gibi değerler noktasında bir şey söyleme yetkinliği kal­mamış bir medeniyet, varlık iddiasını yitirmiştir. Amin Maalouf’un ‘Çivisi Çıkmış’ diye tabir ettiği bugünün dünyası, insan varlığı için gerçekten korkunç tehditler, tehlikeler üretmektedir. İnsan, varlığını ayrıcalıklı kılan akıl, duygu, ahlak, aşk, merhamet gibi erdemlerinden utanır duruma getirilmiştir. Daha açık söyleyişle özü, sözü, bütün varlığı yok olmakta, yıkılmaktadır. Küresel egemenlerin arzuları doğrultusunda bütün bir insanlık aklı, irade ve vicdanı, anlamını, önemini kaybetmiştir, kaybetmek üzeredir. Materyalist ölçüt ve is­teklerle bile bakılsa, şu anda küresel düzene, insan merkezli olmayan bir işleyiş egemen kılınmak istenmektedir. Nesil bozulmakta, algılar, ilgiler, istekler hiç olmadığı kadar fütursuzca, sorumsuzca yamultulmakta, çarpıtılarak pazarlan- maktadır. İnsan, maddi ve manevi yoksulluğun pençesinde çaresizdir, çıkış- sızdır.

Yeni amaç ve araçlarla biçimlenmiş bugünün dünyası dünle kıyaslanama­yacak ölçüde değişmiştir, değişmektedir. Değişimin dayattığı yeni durumlara bigâne kalmanın imkânı yoktur. Günümüzde gerçekliğe dönüşmüş gelişmeler­den hareketle, şu ya da bu şekilde veya dozda hepimizi etkileyecek yarının her- cümercini tahmin etmek kehanet değildir. Özellikle yeni teknolojilerle birlikte hayatın bütünüyle değişeceği yarınların, bugünden çok farklı olacağı aşikârdır. Üretimden tüketime, eğitimden finans sistemine, savunma anlayışlarından haberleşmeye kadar hayatın sosyal, kültürel birçok unsuru, yeni ve başka bi­çimleriyle var olacaktır, olmaya başlamıştır. Entelektüel camia, yönetici iradeyi de uyarma sorumluluğuyla bu konuyu her boyuttan tartışmalıdır.

Yeni biçimiyle materyalizm, akışa karşı alternatif bir dünya düşünme, arama, seçme istekleri kalmamış insanlar üzerinde tam manasıyla tahakküm kurmuştur. Tarihte eşi benzeri görülmemiş ölçüde duyarsız, düşüncesiz kitle­ler, artık insan varlığının anlamını, amacını, önemini bilmiyor, bilmeyi de dert edinmiyor. Hiçbir sosyolojik, psikolojik veya kültürel açıklamalarla izah edile­meyecek saçmalıkla insan varlığıyla birlikte hayatın ve dünyanın felaketi, tam da bu yozlaşma ve yabancılaşmayla başlıyor. İnsan yabancılaşmıyor, başkalaşı­yor; insan varlığından, kültüründen kopup başka bir varlığa dönüşüyor; bunu kendisi istiyor. İnsan sadece nesnelleşmiyor, nesnelerin emrine ve hizmetine giren, onlardan bile değersiz varlığa dönüşüyor. Zaten köreltilmiş akli, ruhi, felsefi, ilmî tüm değerleri veya değersizliğiyle birlikte varoluşunun son zaman­larını yaşıyor. Uğrunda ne yaşadığı ne öldüğü bir değeri kaldı. O değerlerin, din, iman, maneviyat, ahlak hatta cinsiyet gibi çeşitli bağları, bağımlılıkları içinde özgür olamayan insan için olduğu söylenir olmuştur!.. Maddi getiri ve keyif sağlamayan kavramlara önem veren hayatlar ona anlamsız geliyor. Ama sözüm ona kendi varlığından bile bağımsız çılgınlık, onu cinnetlerin, cina­yetlerin, intiharların bunalımlı, ölümcül karanlığından kurtaramıyor. Özetle insanlık sözüm ona ‘üst insan’, ‘üstün insan’ veya tekâmülünü tamamlayarak ‘insan üstü varlık’a dönüşmüş ‘yeni insan’ tarafından yok oluyor, yok ediliyor.

Zaten maneviyatsız insan oluşturmak, pozitivizm ve kapitalizmin ideal toplum tasarımıydı. Çünkü hayatı değerlerine göre yaşayan insan, araç veya pazar olarak kullanılamıyordu. Kiliseye ve skolastiğe karşı çıkmakla da tatmin olmayıp, tanrının öldüğü veya öldürüldüğü hezeyanı ile bütün sıkıntıları aşa­cağını sanan ecinnili ruhlar, kendi çıkarları için dünyayı cinnetin cehennemine çevireceklerini, başka bir söyleyişle kendilerine boyun eğmeyen bütün kültür ve medeniyetleri yıkıp yok edeceklerini ilan etmişlerdi(r). Bir olgu olarak değil ama ideoloji olarak ‘küreselcilik’ hiçbir ilke, sınır tanımayan şeytani çetesiyle böyle aşağılık bir amaca yönelmiş durumdadır. Bugün maalesef küresel ölçek­te insanlığın başına bela olan bir çetenin, vicdansızca, ahlaksızca, sorumsuzca işlediği seri ve sistematik cürümlerle, cinayetlerle karşı karşıyayız.

Dinî inançlarına, milliyetlerine bakılmaksızın bütün bir insanlık ölüm, yı­kım, kıyım yaşamaktadır. Birçok ülkenin siyasal, ekonomik, entelektüel güçle­rini de emri altına aldığı anlaşılan küresel çete, dünyanın düzenini bozmakta, hayatı yaşanmaz kılmaktadır. Ülkeler işgal, servetler yağma, halklar sürgün edilmekte, vatansız bırakılmaktadır. Terör, savaş, darbe, ambargo gibi daha görünür olanlardan ayrı ve daha tehlikeli olarak sanal dünyadan kuşatılmak­ta, etki altına alınmaktayız. Nefse hoş gelecek cazip yayınların etkisiyle sanal yoldan insanın kalbi körleştirilmekte, ruhu felç edilmektedir. Tek tek hedef alınan bireylerin fikir, duygu ve değer dünyaları zehirlenmektedir. Körpe di­mağlar, masum duygular, evrensel şeytani kurguların hipnotik etki sarmalına çarçabuk girmektedir. Hipnoz ve yönlendirme, doyumsuz iştahıyla yeni ka­pitalizme muazzam pazar alanı oluşturmaktan sokak gösterileriyle iktidarları devirmeye kadar, çeşitli toplum mühendisliğiyle uygulanmaktadır. Bu büyüye kapılan insan, seçme, karar verme, düşünme yeteneğini, özetle var olma gü­cünü, yetkinliğini yitirmektedir. Üstelik insan varlığını yok etmeyi amaçlayan sektörler, kazançlarını büyük ölçüde kurbanlarının cebinden finanse etmekte­dir. Ne tuhaftır ki, insanlar görülmemiş bağımlılıklarla kendi ölümlerini zevk ve eğlenceye dönüştürmüşlerdir.

Bu konuda bireyi tezyif, aile ve toplumu tahrip eden gayri fıtri sapkınlık­lar ibretlik örneklerdir. Kimi değerlendirmeye göre bugün yaşayanlar her şeye rağmen insanlığın son jenerasyonu, son neslidir. Bundan sonra, sırasıyla ‘ka­dın’, ‘erkek’ gibi ayrımların gözden düşürüldüğü, cinsiyetsizliğin özendirildiği, teşvik edilip rağbet gördüğü dönemlerin gerçekleşmesi programlanmaktadır. İnsanın fiziki tabiatıyla birlikte manevi varlığını da bozmayı amaçlayan bir­çok program, ülkeler ve toplumlara dayatılmaktadır. Dayatılan programların insanı aileden, aileyi toplumdan koparan stratejisi, bireyselleştirilen insanı eş­cinselliğe, cinsiyetsizliğe adeta teşvik etmektedir. Teşvik olmaktan öte mecbu­riyetler dayatan uygulamalar, sözüm ona uluslararası sözleşmeler, yasalar ve insan hakları ilkelerinden kendine dayanak bulmaktadır. İnsan hakları ve öz­gürlükler bu proje ve programlara göre yeniden yorumlanır olmuştur. Bütün bu dayanak ve ilkelerin insanı, aileyi koruma yönünde yorumlara ve uygula­malara kapalı tutulması ilginçtir. Sonuçta bireyden başlayarak bütün bir top­lum ve insanlığın değer yargıları, yerleşik ahlaki yapı, kadim insanlık anlayış­ları ile fıtri işleyişimiz, yaradılış mahiyetimiz temelden sarsılmakta, sarsıntının şiddetiyle yıkılmaktadır. İnsan yıkılmakta, insanlık yıkılmaktadır.

Açık söylemeli ki, bu bir savaştır; varoluşumuzun en temel anlamını il­gilendiren savaş. İnsan olarak var olmak veya şeytanlaşmak! İşte bugün bizi insan varlığımızı hedef alan her çaba her çalışma, tam da ifsat duygularını tat­min eden şeytanın girişimidir. Özünü bozmamış, kendini kaybetmemiş insan, nasıl yapmakla, imar etmekle, barış, huzur getirmekle, itimat, güven telkin etmekle, aşkla, merhametle, anlayışla, yardımlaşmayla huzur buluyor, tatmin oluyorsa, tersinden benzer şekilde şeytan da, şeytana kul köle olanlar da, kö­tülüğü yaymakla mutlu oluyorlar. Evet bu küresel çetenin üstelik çoğu zaman bilimden, teknolojiden de entelektüel destek alarak yaptığı budur. Bugün in­sanlık vatanlarının işgal, servetlerinin yağma edilmesinden başka doğrudan varoluş anlamlarının hiçleştirilmesini, dejenere edilmesini amaçlayan bir istila ile karşı karşıyadır. Yarın bu istilanın hangi etkiyle süreceğini tahmin etmek bile güçtür. Darwinci tekâmülün diyalektik son aşamasında artık insan sonra­sı bir türe geçiş kurgulanır olmuştur. Şeytani bir kurguyla hayata geçirilmesi tasarlanan yeni dönemde insanın tam bağımsızlığı ve özgürlüğü dinle, duy­guyla, erkek veya kadın cinsiyetiyle, ilkeyle, ahlakla, kuralla, tüm değerlerle bağını kopararak veya kendisine yüklenen istekler dışında hiçbir eğilim gös­termeyerek sağlanacaktır. Yani insan varlığımız her yandan, tüm yönden istila edilmektedir. Anlamsız, dinsiz, imansız, duygusuz, ruhsuz, vicdansız bir varlık modeli imrendirilmektedir.

Üstelik bu küresel kurguyu yapan fesat odaklarının elinde muazzam silah ve para gücü, muazzam teknolojik imkânlar, medya, kültür ve sanat endüstri­leri mevcuttur. Bütün imkânlarıyla insana, insanlığa saldırıyorlar. Bu en kor­kunç işgal ve istilaya, bu en korkunç kıyıma, kuşatmaya karşı yeni bir istiklâl savaşı vermek insan oluşumuzun da Müslüman oluşumuzun da gereğidir. İn­sanlık işgal ve istila edilmişse biz Türkler, biz Müslümanlar dünyadan izole edilmiş bir istiklâle sahip olabilir miyiz? Ya da İstiklâl Marşında son derece açık, anlaşılır vurgularla deklere edilen insan, İslam ve medeniyet değerlerimi­zi bu kokuşmuşluktan nasıl kurtarabiliriz? Kalıcı varlığımızı İstiklâl Marşında özet ifadesini bulan değerleri canlı kılarak sürdüreceksek, tüm boyutlarıyla bugünün ve yarının çözülmelerini, çürümelerini kendimiz ve bütün bir in­sanlığın geleceği adına teşhis ve tedavi yoluna gitmeliyiz. İstiklâl Marşından geleceğe ne söyleyeceğimizin ayrıntısından önce, oradaki ruh ve duyarlıkla ge­leceğe zihin, bilgi, eylem ve söylem olarak hazır olma kararı ve kararlılığı daha önemlidir. Siyasilerimizden sanatçı ve aydınımıza, aydın ve bilim adamımıza kadar hemen herkes kendinde bu sorumluluğu hissetmelidir.

100. Yılında İstiklâl Marşı Büyük Bilgi Şöleni
12 Mart 2021 - TBMM
100. Yılında İstiklâl Marşı ve Mehmed Âkif Kitabı
Bu haber toplam 669 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim