Akıl, Zaman ve Uluslararası İlişkilerde Suçun Ontolojisi
İnsan çocukluğu ve sonrasıdır. Yine insan, çocukluğundaki neşeyi hayatının tüm kesitine taşıdığı gibi, travmalarını da taşır. Devletler de insanlar gibidir. Her devletin kuruluş evresi, sonrasını belirler ve oluşumundaki iyiyi sonraki çağlarına taşıdığı gibi kötüyü de taşır. Devletleri var eden milletlerin hikâyeleri de o devletlerin kuruluş şart ve gerçekliklerini ihata ederek tedip ve takviye ettiği kadar, sonraki evrelerini de biçimlendirir. 16. yüzyıldan 19. yüzyılın başlarına kadar Amerika Birleşik Devletleri’ni var eden birey, gözü kara bir maceraperestti. Bilinmeze ve risklere dair cesareti vardı, fakat bu cesaret meraktan çok işgalin kılıfı olarak karşılık aramakta idi. Gittiği yeni coğrafyada adeta ‘çökmek’ onun için meşruydu. Çünkü o mülk edinmeyi keşif, işgali ilerleme olarak yorumluyordu. Geldiği yer olan Avrupa’da da kendisine bu şekilde muamele edilmişti. ABD’yi var eden milletin odağında özgürlük fikri vardı. Ancak bu özgürlük, her zaman başkalarının alanını ihlal etme hakkını da içeriyordu. Böylece Amerikan karakterinin temelinde çelişkili iki dürtü birleşmişti; bir yanda bireysel özgürlük ideali, diğer yanda başkasının özgürlüğünü yok sayan mülkiyet içgüdüsü. Kendisine özgürlük tanırken, başkasına otorite dayatıyordu. Bu hal Amerika’nın çocukluk hatıralarının ve dolayısı ile travmalarının özüdür. Ve bu travma, onun tüm dış politikasına sirayet etmiş, “özgürleştirme misyonu” adı altında meşrulaştırılmıştır.
İsrail’i var eden birey ise, bin yıllar boyunca haksızlıklara uğradığına inanmış ve hatta inandırılmış bir kimliğin enkazından doğdu. Toplumsal hafızası acı, sürgün, gasp ve tedhiş doluydu. O’nun tarihsel deneyimi, dışlanmışlık ve zulümle şekillenmişti. Fakat bu mağduriyet hafıza ve hissiyatı, zamanla ahlaki bir hafıza olmaktan çıkıp stratejik bir zemine, teknik bir bilince ve duygusuz bir metodolojiye dönüştü. Bu sebepledir ki yeni bir vatan fikrini meşrulaştırmak için hem teoloji hem travma çok rahat bir surette araçsallaştırılabildi. Tanrı’nın vaadi ile tarihin acısı birleştirildi ve ortaya hem kutsal hem korkudan neşet eden bir devlet aklı çıktı. Kendini kurtaran kurban, bir süre sonra kendi travmasının tekrarını başkalarına yaşatmaya başladı. Zulümle biçimlenen bilinç, yine zulümle kendini üretti. Dünün mazlumu, kendisine zulmedenin ürettiği hafızanın rehberliğinde, sonraki çağların zalimi olmuştur. İsrail bu anlamda yalnızca bir devlet değil, kollektif travmanın kurumsal biçimidir.
Amerika ve İsrail, farklı kökenlerden doğmuş olsalar da aynı bilinç hattında birleşirler.
Birinin kimliği “özgürlük adına işgal”, diğerininki “güvenlik adına tahakküm” üzerinden şekillenmiştir. Biri maceracı bireyin dış dünyayı fethetme refleksini, diğeri korkunun içe kapanan şiddetini temsil eder. Fakat her iki yapı da kendi travmasını dışsallaştırarak ayakta kalır. Bugün için siyam ikizi tadında birlikte hareket etmek dışında özgürlükleri olamayan bu ikili aynı kader düzlemine mahkumdur. Washington için “özgürlük”, Tel Aviv için “güvenlik” aynı şeydir: ahlaki söylemler ve demokrasi ile meşrulaştırılmış duygusuz, hoyrat ve hakkaniyetsiz bir kontrol mekanizması.
Bu yüzden iki devletin ittifakı, diplomatik bir zorunluluk değil, psikopolitik bir akrabalıktır.
Biri gücü rasyonalize eder, diğeri korkuyu idealleştirir. Birinin putlaştırdığı tanrısı özgürlük, diğerinin tanrısı güvenliktir. Ve fakat ikisi de özgürlük ve güvenlik kavramlarını iktidarları için maskeleştirmişlerdir. Bu ortak zemin derinlemesine irdelendiğinde, kökleri Britanya’ya uzanan bir akıl mirasının ürünü ile karşılaşırız. İngiliz aklı, yüzyıllar öncesinden Tanrı’yı meşruiyet aracına dönüştürmüştü. Sonrasında Amerikan aklı bu meşruiyeti “demokrasi” biçiminde sanayileştirdi. Bugün buzdağının gözüken tarafı İsrail, gözükmeyen tarafı global Siyonist örgüt aklıdır. Britanya’nın “ilahi düzen” fikri Amerika’da “evrensel özgürlük” olarak yeniden hayata geçirildi. Siyonist İsrail’de ise “Tanrı’nın seçilmiş halkı” mitiyle jeopolitik bir meşruiyete büründü. Böylece Batı’nın teolojik mirası, Ortadoğu’da travmatik bir devlet aklına dönüşmüş oldu.
ABD–İsrail ilişkisinin temelinde strateji değil, korkunun rasyonalizasyonu vardır. Amerika, kontrol edemediklerini özgürleştirir. İsrail, anlayamadıklarını kimi zamanda anlatamadıklarını sofistike kamuflajlar ile kendi varlığına dair tehdit olarak tanımlar. İki devletin ittifakı, korkunun hem üreten hem yöneten versiyonudur. Biri korkuyu kodlar, diğeriyse uygular. Aralarındaki ilişki adeta müteahhit-taşeron ilişkisidir. Ve dışarıdan bakıldığında kimin müteahhit kimin taşeron olduğunu tayin etmek bu iç içelikten dolayı neredeyse imkansızdır. Amerika’nın teknolojisiyle İsrail’in travmasından beslediği hırçınlığı ve limitsizliği birleştiğinde, ortaya merhameti tanıyamamış soğukkanlı bir sömürge modeli çıkar.
Bugün Gazze’de yıkılan evler, Washington’un stratejik haritalarında sadece noktalardır velakin Tel Aviv için o noktalar, tarihsel korkunun her defasında yeniden teyididir. Bu döngü, iki devletin de kurtulamadığı haddizatında kurtulmakta istemediği, istifade de ettikleri bastırılmış geçmişlerinin ürünüdür. Biri tarihten doğan bir travmayı, diğeri tarihe yön verme saplantısını taşır. Ve bu iki bilinç birleştiğinde, modern çağın en tehlikeli formülü olan ahlakın diliyle konuşan güç, suçun tüm acımasız yöntemleriyle hükmeden hakikat doğar.
Britanya’nın Akıl Mimarisinin Odağı Tanrısal Rasyonalite ve Sömürge Zekâsı
Tarih, yalnızca olayların kronolojisi değildir. Tarih aynı zamanda bu olayları mümkün kılan düşünme biçimlerinin de sürekliliğidir. Devletlerin, imparatorlukların ve güç sistemlerinin ardında yatan asıl süreklilik, iktidarın maddi araçlarından çok, o iktidarı meşrulaştıran zihinsel yapılarda aranmalıdır. Roma İmparatorluğu yüzyıllarca kudretini disiplin ve hukuk üzerinden kurdu ve ayakta tuttu. Osmanlı İmparatorluğu ise adaletin düzenleyici niteliğini “nizâm-ı âlem” fikriyle temsil etti ve bi’l vesile dönüşen dünyaya ayak uyduramasa da altı asır hayata tutunabildi. Büyük Britanya ise süreklilik ve zaman kavrayışıyla kendine özgü bir egemenlik biçimi geliştirdi ve coğrafi kısıtını avantaja çevirebildi.
Büyük Britanya’nın dünya sahnesindeki başat mevkiinden çekilişi, imparatorluğun kudretinin değil, bir aklın biçim değiştirmesiydi. Bu akıl, maddi bir varlığın değil, düşünsel bir sistemin devamlılığını esas aldı. Hâlihazırda Amerika Birleşik Devletleri, bu sürekliliğin yeni organizasyon biçimidir. ABD, Londra’nın tarihsel reflekslerini, kıta Avrupa’sından ayrıştırabildiği inanç sistemini ve siyasal ahlakını sanayileşmiş bir rasyonaliteye dönüştürdü. Böylece Anglo-Sakson zihniyetin merkezinde olduğu “Batı” kavramı, coğrafi bir kimlikten ziyade, belirli bir epistemolojik sistemin adı hâline geldi.
Anglo–Sakson aklın temel özelliği, gücü toprakla değil, zamanla ölçmesidir. Egemenlik, genişlemenin değil sürekliliğin sanatıdır. İngiliz stratejik aklı, imparatorluğu haritalarla değil, zamanın üretim biçimleriyle kurdu. Harita sınır çizer, halbuki zaman o sınırların anlamını tayin eder. Bu yaklaşımda zafer, askeri bir sonuç değil, tarihsel bir süreçtir. İngiliz rasyonalitesi, krizi yönetmek için değil, kriz aracılığıyla yönetmek için tasarlanmıştır. Kriz bu akıl için bir tehdit değil, düzenin yenilenme araç ve fırsatıdır.
Bu zihinsel düzenin modern çağdaki yansıması, İsrail’in kuruluşunda somutlaşmıştır. İsrail, İngiliz aklının jeopolitik bir mirası olarak, Ortadoğu’da Anglosakson sürekliliğin laboratuvarı niteliğini taşır. İngiltere’nin “ilahi düzen” fikri, Amerika’da “demokrasi” ve “güvenlik” diyalektiği olarak yeniden üretildi. Balfour Deklarasyonu’ndan “Truman Doktrini” ne uzanan çizgi, farklı imzalar taşısa da aynı zihinsel koordinatları paylaşır. Bu nedenle ABD–İsrail ilişkisi diplomatik bir ittifaktan çok, Anglosakson aklın kendi kendine yazdığı bir devam akdidir. Bu akdin dayandığı rasyonalite, Tanrısal referansla seküler yönetimi birleştiren melez bir yapıdadır. Tanrı, kutsal gerekçenin, akıl ise yönetme tekniğinin kaynağıdır. İngiliz aklı, Tanrısal düzeni seküler bir meşruiyet biçimine çevirmiş, Amerikan aklı ise bu meşruiyeti teknolojik sistemler aracılığıyla kalıcı kılmıştır. Böylelikle İngiltere’nin sömürge zekâsı, Amerika’nın kurumsal mühendisliğine dönüşmüştür.
‘Anglo–Amerikan’ süreklilik, yalnızca siyasi bir miras değil, epistemik bir devamlılıktır. Bu süreklilik, bilgi üretme, anlam kurma ve meşruiyet tesis etme biçimlerinde kendini gösterir. Batı’nın Ortadoğu’da kurduğu düzenin istikrarı da bu epistemik altyapıya dayanır. Haritalar defalarca değişmiş, sınırlar yeniden çizilmiş olsa da düşünme biçimi sabit kalmıştır. Kriz, meşruiyetin üretim aracıdır, yıkım ise yeniden inşanın meşru gerekçesidir. Ve Amerika Birleşik Devletleri bu döngüyü sanayileştirmiş, ardından günümüzde ise dijitalleştirmiştir. Bu durum, klasik sömürgeciliğin bilgi düzenine dönüşmesidir. İngiliz için sömürge, coğrafyanın değil, zihnin işgalidir ve sanırım Roma’dan sonra bu kabiliyet en çok da Büyük Britanya’nın maharet sahasındadır. Amerikalı için kontrol, artık bilgi sisteminin algoritmasıdır. Washington’un gücü, askeri kabiliyetlerinden çok, bilişsel sistemlerinin sürekliliğinden beslenir. Londra’nın mürekkebini sömürge kültüründen devşirdiği kalemiyle, Kudüs’ün fundamental ve egosantrik zihin dünyasında varlık bulup inkişaf eden teolojisi, Amerika’nın soğuk ve pragmatik teknolojik aklında birleşmiştir. Siyonist İsrail devleti bu aklın bölgedeki stratejik nöbetçisidir. O hem Batı’nın moral meşruiyetini taşır hem de Ortadoğu’daki dengesizliğin sürekliliğini teminat altına alır. İngilizler yüzyıllarca “medeniyet misyonu” adı altında dünyayı ilahi düzenlerine inandırmıştır. Amerikalılar ise “demokrasi misyonu” adı altında o düzeni çok kutuplu dünyanın arifesinde hali hazırda kodluyorlar. Batı aklının bu yeni evresi, inançtan ziyade tasarıma, vicdandan ziyade veriye dayanan bir sistem üretmiştir. Rasyonalite artık ahlaki bir dil değil, algoritmik bir mekanizma olarak işlemektedir. Bu dönüşüm, epistemolojinin siyasallaşması, siyasetin ise mühendisleşmesi anlamına gelmektedir. ABD–İsrail ilişkisi de bu dönüşümün en belirgin sembolüdür. Bir yanda Britanya’nın ilahi meşruiyet mirası, diğer yanda Amerika’nın teknolojik sistem aklı; bu iki damar birleştiğinde, ortaya zamanı yönetmeyi hedefleyen bir güç mimarisi çıkar ve o mimarinin en hassas laboratuvarı, maalesef hâlâ Ortadoğu’dur.
Britanya İmparatorluğu’nun en kalıcı mirası donanması, sanayi devrimi ya da sömürgeleri değil bilakis bu unsurları yöneten düşünsel mimarisidir. Londra’nın asıl icadı, muhatapları nezdinde gücü ahlakla, çıkarı vicdanla, hâkimiyeti ise Tanrı’yla uzlaştırabildiğine ikna eden bir akıl biçimini husule getirebilmesidir. “Tanrısal rasyonalite” olarak tanımlanabilecek bu zihinsel sistem, ilahi olanı dünyevi olanla birleştirerek sömürgeciliği günah değil, görev ve hatta ulvi bir misyon, fedakârane bir hizmet hâline getirmiştir. Britanya, fethetmeden önce meşrulaştırır, yönetmeden önce anlam inşa eder. Bu yüzden İngiliz havsalasında hâkimiyet, harita üzerinde değil, anlam üzerinde kuruludur. İngiliz aklı, kendi varlığını kutsallaştırırken başkalarının iradesini rasyonelleştirir. Bu nedenle Britanya’nın sömürgeciliği sömürdükleri nezdinde ironik bir şekilde sadece kuvvetin değil, vicdanın da mühendisliğidir. 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu, yüzeyde Yahudi halkına bir yurt vaadidir, gerçekte ise Batı’nın Doğu üzerindeki sözüm ona ahlaki tahakkümünün yeni bir biçimidir. Filistin’de kurduğu düzenek bu zihnin elinde Arap milliyetçiliğini dengeleyen, Osmanlı sonrası boşluğu Batı’nın “vicdani temsilcisi” olarak dolduran bir jeopolitik aygıta dönüştürülmüştür. İşte bu nedenledir ki İsrail, başlangıçta bir devlet değil, Britanya’nın varlık alanında Anglo–Sakson aklın en rafine deney alanıdır.
Britanya’nın en sofistike silahı ise dengenin krizle kurulabileceği fikridir. Buna örnek olarak Hindistan’da dinleri, Ortadoğu’da din ve mezhepleri, Afrika’da etnik kimlikleri karşı karşıya konumlandırmak bu düşüncenin pratiğidir. Hatta bu akıl dinlerden din çıkarmış (Bahailik, Kadıyanilik vs.) ve hatta mezhepleri din kıvamına sevk edip çatıştırabilmiştir. (Vehhabilik- Şiilik çatışması, Katoliklik ile Protestanlık çatışması gibi.) İngiliz diplomasisinin “soğukkanlılığı”, aslında zamansal bir planlamadır ve savaş kazandıktan sonra barışın ne zaman bozulacağını hesaplamakta mahirdir. Bu nedenle “Güneş batmayan imparatorluk” bir metafor değil, zamansal egemenliğin ifadesidir. Bu rasyonel sömürgeciliğin üç ilkesi vardır; bilgi üretimi üzerindeki epistemik hâkimiyet, antropolojinin verdiği imkân ile medenileştirme misyonuyla sağlanan moral meşruiyet ve iktisadi sürdürülebilirlik. Britanya gerçekliğinde Kraliyet Koleji veya Oxford ve Cambridge yalnız eğitim kurumları değil, imparatorluğun zihinsel laboratuvarlarıdır. İngiltere, fethettiği toplumları askerî değil antropolojiden istifade ile pedagojik yöntemlerle dönüştürmüştür. Toplumların dilini, eğitimini, tarihini yeniden yazarak yerel direnci bilgiyle şekillendirmiştir. Bu “epistemik kolonizasyon”, gücün en kalıcı biçimidir.
Filistin’deki manda yönetimi, bu zihinsel mimarinin bir uzantısıydı. İngiltere, Yahudilere toprak verirken Araplara umut vaat ederek iki taraf arasında moral borç ve politik bağımlılık kurdu. Böylece iki tarafı da yönetilebilir kıldı. Bu “vicdanın mühendisliğiydi” bu ahlakın stratejiye, inancın yönetime dönüştüğü bir model olarak sunulmaktaydı.
İmparatorluğun son evresinde Britanya, doğrudan hâkimiyetten dolaylı sürekliliğe geçti. Gücü birazda ikinci dünya savaşı neticesinde devretti ama aklı asla ve kat’a devretmedi. Amerika ise bu mirası sadece coğrafi değil, kavramsal olarak devraldı. İngiltere’nin “Tanrısal düzen–seküler yönetim” sentezini, ABD “demokrasi–güvenlik” diyalektiğine çevirdi. Böylece meşruiyetin kaynağı ahlaktan güvenliğe taşındı. Tanrısal Düzenin işlevini demokrasi ifa ederken, ladini yönetimin misyonunun yerini ise güvenlik kavramı almıştı. ABD bu suretle her işini; Vietnam’dan Afganistan’a, Venezuela’dan Irak’a kadar demokrasi ve güvenlik tesisi misyonu ile icra etti ve onca gayr-i insani, ahlaki ve hukuki sonuçlarına rağmen meşrulaştırabildi.
İngiliz Rasyonalitesinin Amerikan Kurumsallığına Dönüşmesi
Britanya İmparatorluğu’nun fiili tefessühü, Anglo–Sakson aklın sonu değil, ölçek değişimidir. Harita küçülmüştür ve fakat sistem büyümüştür. Londra, dünyayı yöneten biçimsel aklını Washington’a devretmiştir. Washington işte tam bu esnada bu aklı yeniden kodladı. Böylece imparatorluk mefhumu bir coğrafya olmaktan çıkıp, küresel bir sistem hâline geldi. İngilizler dünyayı 1660 İspanya Krallığı galibiyetinden sonra üç asır boyunca Kral ve Kraliçe marifeti ile Tanrı’nın düzeni iddiası ile yönettiler. Amerikalılar ise aynı düzeni bayrağı teslim aldıktan itibaren insanlığın güvenliği adına yönetmeye başladılar. Değişen yalnızca dil, sabit kalan ise özdür. Bu dönüşüm, Anglo–Amerikan aklın en sofistike başarısıdır. Başarılan en mühim şey rasyonaliteyi kurumsallaştırmaktır. Derin ve tehlikeli ve bir o kadar sinsi İngiliz sezgisi bugün için Amerika’da algoritmaya dönüşmüştür. CIA, MI6’nın sistematikleşmiş hâlidir. ABD’nin Federal Reserve’i yüzyıllarca ‘Banknot’ egemenliğinin karargâhı Londra Bankası’nın küresel versiyonudur. Ve en nihayetinde Harvard; Cambridge’nin, Oxford’un Amerikan izdüşümüdür. Haddizatında Amerika’nın yükselişi, İngiliz aklının yeni bir coğrafyada yeniden üretilmesidir.
Amerikan rasyonalizmi, İngiliz butik üretim mahsulü olan strateji dehasını adeta sanayileştirdi. İngiltere yüzyıllık planlar kurarken, Amerika aynı stratejiyi on yıl içinde basit bir prosedür hâline getirebildi. İngiliz diplomasisi adeta bir sanat iken, Amerikan diplomasisi sofistike bir mühendislikti. Biri sezgiye, diğeri sisteme dayanmaktaydı. Ancak ikisinin de ortak amacı aynıydı. İkisinin de başarısı en sofistike zarf olan zamanı tüm mazrufuyla kontrol etmekteydi. İngilizlerin “Tanrısal rasyonalite” si, ABD’de “ahlaki zorunluluk” biçiminde yeniden cari hale getirilmişti. Tanrı’nın iradesi “insan hakları” söylemine, ilahi düzen “liberal piyasa” sistemine tercüme edildi. Böylece teolojik meşruiyet yerini ekonomik meşruiyete bıraktı. Ve fakat kendi değerini evrensel yasa hâline getirmek olan epistemik kalıp asla değişmedi, değiştirilmeye yeltenilmedi.
Soğuk Savaş bu aklın kurumsal doruk noktasıydı. Amerika “özgür dünyanın koruyucusu” söylemiyle aslında İngiliz aklının adeta sihirli sözcüğü olan ilkesini yeniden canlandırdı; düşman yarat, dengeyi kur. Her kriz yeni bir sistem gerekçesi, her tehdit yeni bir bağımlılık biçimi yarattı. İngiltere’nin “krizle yönetme” sanatı, Amerika’da “kontrollü istikrarsızlık doktrini” ne dönüştü. Amerika, İngiliz ahlakının mühendislik kalibrasyonunu bilgiyle daha da güçlendirdi. Bilgi yeni toprak, veri yeni petrol hâline geldi. ABD’nin gücü üretimden çok anlam üretimine dayandı. Britanya haritalar çizmişti, Amerika, bu haritaların dijital karşılıklarını kodladı. Sömürge artık bir ülke değil, bir zihin biçimiydi. Üniversiteler, medya, Hollywood ve düşünce kuruluşları bu zihinsel sömürgeciliğin sofistike yeni araçlarıdır.
Sonuçta Britanya aklı ölmedi, yalnızca biçim değiştirdi. Londra’nın krallık hafızası Washington’da kurumsal belleğe dönüştü. Kral ve Kraliçe’nin sembolik otoritesi, Beyaz Saray’ın operasyonel kudretiyle yer değiştirdi ve Irak, Suriye, Ukrayna veya Filistin’de olduğu gibi kol kola girdi. İngilizler Tanrı’nın düzenini temsil ettiklerine inanmışlardı ve Amerikalılar artık o düzeni programladıklarına inanmaktalar.
Yahudi Toplumunun Amerikan Devlet Aklına Entegrasyonu
Amerika, Yahudi toplumuna yalnızca bir sığınak olmamış, Yahudi zihniyetini ve bu zihniyetin ince, hatta zaman zaman feminen mizacını devlet aklının bünyesine yerleştirmiştir. Avrupa’nın dışlayıcı hafızasını bilinçaltlarında taşıyarak gelen Yahudiler, bu nedenle büyük bir entelektüel ve kurumsal çabanın neticesinde ABD’de marjinal bir kimlik olmaktan çıkıp sistem kurucu bir akla dönüştüler. Amerika onlar için sadece bir güvenli liman değil, aynı zamanda tarihin telafi imkânı ve hatta yeni bir başlangıcın laboratuvarıydı.
19. yüzyılın sonundan itibaren ABD’nin finans, üniversite ve bürokrasi kapasitesi Yahudi birikimiyle birleşti. Bu birleşimle etki alanları yalnızca sermaye üzerinden değil, anlam üretiminin merkezlerinden biri hâline gelerek genişledi. Hristiyan mizaç ile Yahudi karakterin izdivacından doğan yeni insan tipi, modern Amerikan aklının prototipi oldu. Bu surette Cumhuriyetçiler ’de bedenlerini, Demokratlar ’da ruhlarını setreden eden bir ahlak anlayışını var edebildiler. Siyasetten yargıya, bilimden düşünceye, sanattan stratejiye uzanan bu hat, insanın iç dünyasıyla siyasal düzenin dış dünyasını buluşturarak Amerikan karar alma kültüründe baskın ve de kalıcı bir iz bıraktı neticesinde.
II. Dünya Savaşı sonrası dönemde Holokost, yalnız bir trajedi değil, güçlü bir ahlaki sermaye olarak konumlandırıldı. ABD fırsatçılığının yedeğinde bu hafıza küresel meşruiyet zemini hâline getirildi. İsrail’in varlığı böylece yalnız dış politika tercihi değil, Batı’nın vicdani sürekliliğinin sembolü olarak dizayn edilebildi. Holokost’un verdiği moral ikliminde Yahudi etkisi finans, akademi ve medya üzerinden kalıcılaştırıldı. Sistemin nesnesi değil, bilincinin öznesi konumuna geçti. Anglo-Sakson pragmatizmiyle birleşen bu rasyonalizm, Amerika’nın dilini keskinleştirdi ve “özgürlük”, “insan hakları”, “demokrasi” söylemi, ahlaki bir zorunluluk duygusuyla güçlendi ve politikanın işlevsel en güçlü aracına dönüştü.
Bu hattın simge adı Leo Strauss’un adeta en başat müridi Kissinger’dır. Almanya’dan gelen bir mültecinin Amerikan devlet aklının mimarlarından biri hâline gelişi bir tesadüf değil, bir sürekliliğin eseridir. O’nun denge anlayışı, duygudan çok sınır koymaya dayanmaktaydı ve düzen, kesintisiz bir kriz yönetimiyle tutulmuştu. Bu duruma en iyi örnek olarak İngiltere’nin rahminde var olan İsrail bu yöntemle ABD’nin kucağında varlığını inkişaf ettirebilmiştir. Bu kapsamda İsrail, Amerika için yalnız strateji değil, varoluşsal bir meseledir ve artık Tel Aviv’e bakış, Washington’un kendisine bakışıdır. Her kriz, yeni bir meşruiyet üretir ve her meşruiyet, sistemi yeniden kurar umdesinin gereği olarak Latin Amerika, Afrika ve özellikle de Ortadoğu maalesef bu döngünün laboratuvarı hâline gelmiştir.
Kurumsal Bağımlılığın İnşası
Soğuk Savaş, Anglo–Amerikan aklının en rafine dönemiydi. Artık mesele, ideolojik kutuplaşmadan çok, düzenin nasıl kalıcı kılınacağıydı. Denge kur, krizle yönet mirası, Amerika’nın güvenliği sistemleştir refleksiyle birleştirilmek sureti ile Ortadoğu’da İsrail merkezli bir bağımlılık ağı tesis edildi. Güç, toprak kontrolünden çok süreç yönetimine dayandırıldı ve İsrail bu yeni anlayışın sahadaki kumanda alanıydı. Trump’ın ilk dönemi ve mevcut başkanlık döneminde İsrail üzerinden üretilen krizler vesilesi ile bu krizleri dolara çevirme kabiliyeti bu sava en nitelikli örneklik teşkil edecektir. Hakeza ilk sofistike deneyimlerden olan 1967 ve 1973 savaşları, yalnız askeri zafer değil, teknolojik ve diplomatik bir laboratuvar, ekonomik de kaldıraç ifası görmüştü. Her kriz, Washington’un arabuluculuğunu meşrulaştırdı. İsrail’in başrol oynadığı her istikrarsızlık, son iki sene içinde tüm dünyanın dehşetle izlediği Gazze Trajedisinde olduğu üzere Ortadoğu’da Amerikan varlığını mali kazanımlarını kalıcı kıldı.
Günümüzde ABD–İsrail ilişkisi öne çıkan üç umde üzerinde kurumsallaşmıştır; Askerî bağımlılık, finansal bağ, istihbarat ortaklığı. İsrail’in güvenliği Amerikan teknolojisine entegre edilmek sureti ile her savaş, ABD savunma sanayiinin yeni bir denemesi hâline getirilmiştir. Son İsrail- İran çatışması bu duruma en açık örnektir. Bu savaşta ABD, tüm savaş kabiliyeti ile İsrail’i desteklerken diğer taraftan CIA–MOSSAD hattı ise bilgi asimetrisi üzerinden dengeyi korumuş ve hatta kurmuş bu vesile ile de İsrail sahayı, ABD ise stratejiyi tayin etmiş, sistemi yönetmiştir.
İp ABD’de İsrail ise ipe bağlı bir şekilde hareket etmişlerdir. Böylece iki ülke, karşılıklı rehinliğe dayalı rızai bir ittifak inşa etmişlerdir. Burada şu detayda dikkate caliptir. Son zamanlarda açık bir şekilde anlaşılmıştır ki ABD’nin en azından rızası dışında çalışamayan NATO bu zihnin kurumsal kabuğu olarak işlev görmüş ve Türkiye gibi NATO ülkeleri bu duruma mâni olamamıştır.
1990’lardan sonra Anglo–Amerikan düzenin savaş biçimi değişmiştir. Tankların yerini ağlar, toprak hâkimiyetinin ehemmiyetini veri hâkimiyeti almıştır. Artık egemenlik, silah gücüyle değil, bilgi akışını kontrol etme kabiliyetiyle ölçülmektedir. İngiltere’nin sömürge gemileri, Amerika’nın fiber hatlarına, lojistik akslara ve gümrük, finans ağlarına yerlerini bırakmıştır.
Bu yeni dönemde İsrail, ABD’nin bilgi mimarisinin stratejik parçası hâline gelmiştir. “Startup Nation” olarak sunulan başarı hikâyesi aslında Anglo–Amerikan aklın dijital koloni düzeninin bir yansımasıdır. Siber güvenlik, yapay zekâ, veri madenciliği ve gözetim teknolojileri, aynı merkeze hizmet eden araçlara dönüşmüştür.
Trump–Netanyahu’nun Dönemi ve Karşılıklı Rehinlik Sarmalı
Trump’ın her iki başkanlık dönemi, Amerikan devlet aklının otomatik reflekslerini açığa çıkarmıştır. Bu ifşaya Trump’ın kişisel özellikleri, Diplomasi bilmemesi, bu tür bir bilgiye de kıymet vermemesi ve karakterindeki narsistik özellikler de mahal vermiştir. İlk başkanlık döneminde Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması, Golan’ın ilhakının tolere edilmesi, Abraham Anlaşmaları ve en nihayetinde yüzbinlerce sivilin katledildiği, yine yüz binlercesinin sakat bırakıldığı ve maalesef iki milyonu aşkın insanın yaşadığı Gazze şehrinin enkaza çevrilip insanların yerlerinden edildiği Gazze faciası bu duruma en net örneklerdir. Her biri İsrail’in zaferi gibi görünse de haddizatında Washington’un Ortadoğu’daki stratejik denetimini derinleştirmiştir. Trump, İsrail’e verdiği her “hediye” karşılığında kurumsal bağımlılık ve dokuz sıfırlı finansal faturalar tahsil etmiştir. Bu tahsilattan tüm Ortadoğu ülkeleri istisnasız nasiplerini almışlardır. Bu esnada Netanyahu ise Trump’ın zaaflarını, duygusal gelgitlerini ve kişilik yapısını ustalıkla kullanabilmiştir. Her ne olursa olsun Netanyahu kısa vadeli kazançlar elde etmiş, velakin uzun vadede İsrail’in özerkliğini daraltmıştır. Trump’ın “Önce Amerika” sloganı, sistemin değişmez kuralını yani merkez her zaman Washington’dur mottosunu yeniden hatırlatmaktadır.
İki lider arasındaki ilişki, zamanla karşılıklı bağımlılığın ötesine geçerek, bir tür rehinlik sarmalına dönüşmüştür. Trump, Amerikan iç siyasetinde Yahudi lobisinin ve İsrail merkezli medya–finans kompleksinin desteğine muhtaçken, Netanyahu ise, kendi ülkesinde halk ve hukuk nezdindeki meşruiyetini sürdürebilmek için Trump’ın küresel nüfuzuna, özellikle de ABD’nin Avrupa ve Ortadoğu üzerindeki kurumsal ağırlığına yaslanmak zorundaydı. Ancak bu karşılıklı ihtiyaç ilişkisi, iki liderin birbirini dengelemesinden çok, her ikisini de aynı görünmez merkeze bağlayan bir sistemin işleyişini yansıtmaktadır.
Bu görünmez merkez ne Beyaz Saray’dır ne de Tel Aviv’dir. Bu merkez, Anglo–Amerikan düzenin kurumsal aklıdır. Yani okyanusların çağının liderleri olan finansal sermaye sahiplerinin, savunma sanayiinin, istihbarat mimarisinin, dijital altyapıların ve medya tekellerinin iç içe geçtiği yapısal bir zihin biçiminin aklıdır bu akıl. Kişileri değil, işleyişi yöneten, krizleri bastırmak yerine onlardan sistemsel direnç üreten, irrasyonel görünen kaoslardan bile yeni bir düzen devşirmeyi başarabilen bir zihindir bu zihin. Trump–Netanyahu dönemi bu mekanizmanın en berrak laboratuvarıdır. Bir yanda popülist liderliğin, öte yanda teokratik güvenlik devletinin el sıkışması, aslında aynı Anglo–Amerikan aklın farklı yüzlerinin birbirine temas etmesinden ibarettir. İkisi de kendi halklarına “bağımsız liderlik” görüntüsü verirken, ikisinin de politik manevra alanı aynı sermaye ağının sınırlarıyla çizilmektedir.
Egemenliğin Yeni Anlamı ve Türkiye
Artık egemenlik, sınırları korumak veya genişletmek kudreti değil yukarıda da ifade edildiği üzere zamanı ve anlamı yönetmek kapasitesi ve kudretidir. Anglo–Amerikan sistemin kurduğu düzende, devletler topraklarını değil, bilinçlerini kaybederek teslim olurlar. İsrail–Amerika hattı, gücü salt silahla değil, bilgiyle ve ritimle de kurmaya muktedirler. Türkiye bu çağda, yalnız coğrafyasını değil, zamanının ruhunun gereğini ve aklını da yönetmek zorundadır.
Bugün devletler bir veçheyle ikiye ayrılmaktadır. Reaktif olanlar olaylara tepki verirler, proaktif olanlar ise olayları tasarlarlar. Türkiye’nin önündeki tarihsel görev, “tasarlayan devlet” olmaktır. Bunun şartları ise zaman egemenliği, bilgi mülkiyeti ve kurumsal sürekliliktir. Bugün Türkiye’nin görevi, Anglo–Amerikan aklını reddetmek değil, çözümleyerek aşmaktır. Bu mücadele, ideolojik değil epistemiktir: “Kimle savaşıyoruz?” dan önce “Hangi akılla düşünüyoruz?” sorusuna yanıt verilmelidir.
Egemenliğin yeni tanımı, sınır çizmek değil, anlamın sınırlarını belirlemektir. Güç artık silahın değil, anlatının elindedir. Washington’un üstünlüğü, hikâye tekelinden gelir. Türkiye bu tekeli, ancak kendi soğukkanlı anlatısını kurarak kırabilir. Duygusallık, Anglo–Sakson sistemin en iyi kullandığı zayıflıktır. Türkiye aklı merkeze almadıkça, başkalarının senaryosunu oynamaya mahkûm olacaktır. Türkiye jeopolitik ve jeostratejik avantajının da kendisine verdiği imkân ile, Doğu’nun sezgisiyle Batı’nın sistematiğini buluşturarak üçüncü bir medeniyet aklı kurabilir, kurmaya yeltenen ve bu hususta başarılı olanlar ile aynı safta yer alabilir. Egemenlik artık güçte değil, aklın merkezindedir. Ve Türkiye bu hususta tarihsel köklerinden beslenmek sureti ile avantajlılar skalasında en önlerde yer alabilecek gerçekliktedir.
Sonuç: Gücün Ritim Değil, Aklın Formu Olduğu Çağ
Modern uluslararası düzenin temel karakteri, artık güç kullanımında değil, gücün zamanlamasında saklıdır. Anglo–Amerikan sistem, yüzyıldır bu denklemi yönetmektedir. Kriz üretmek, dengeyi tehdit ederek dengeyi sürdürmek. Bu mekanizmanın Ortadoğu’daki uygulama alanı, İsrail’dir. Devlet olarak görünür, fakat sistem olarak Anglo–Amerikan mimarinin uzantısıdır. Trump–Netanyahu dönemi, bu yapının hem sınavı hem teyididir. İki liderin kişisel pragmatizmi, kurumsal sürekliliği sarsmamış aksine, Anglo–Amerikan sistemin dayanıklılığını ortaya koymuştur. Trump’ın irrasyonel hamleleri — Kudüs’ün başkent olarak tanınması, Golan Tepeleri kararı, Abraham Anlaşmaları, Filistin’in tanınmasına dair verdiği tepkiler ve son olarak Gazze olayları, Washington’un stratejik mantığını zayıflatmak yerine maalesef orta ve uzun erimde pekiştirmiştir. Her karar, kısa vadede İsrail’in zaferi gibi görünse de uzun vadede İsrail’in Washington’a bağımlılığını derinleştirmiştir. Bu, klasik bağımlılık biçiminden daha gelişmiş bir aşamadır ve karşılıklı rehinlik üzerinden süreklilik bu surette tahkim edilmiştir. Netanyahu, Trump’ın siyasal zaaflarını manipüle ederek taktik kazançlar elde etmiştir. Fakat her kazanım, İsrail’in stratejik özerkliğini biraz daha daraltmış ve daraltacaktır da. Trump ise kişisel nüfuzunu artırdığını düşünse de sistem onu, kendi reflekslerini test eden bir geçici değişken olarak kullanmaktadır. Bu dönem bittiğinde iki lider gidecek ve lakin sistem kalacaktır. Bu tablo, Anglosakson aklın temel ilkesini yeniden teyit etmektedir “Kriz kişilerin eseridir; süreklilik sistemindir.”
Bugün İsrail, artık Anglo–Amerikan düzenin bağımsız müttefiki değil, fonksiyonel aparatıdır. Her askeri gerilim, Amerika’nın küresel konumunu meşrulaştıran bir senkronizasyon aracı hüviyetindedir. Gazze’deki her çatışma, Washington’un “dengeleyici güç” rolünü yeniden üretmektedir. Bu, İngilizlerin “denge siyaseti” nin dijital çağa uyarlanmış biçimidir. Mühim olan ve asıl olan coğrafya değil, algı yönetimidir; düşman değil, zaman tanımlanmalıdır.
Türkiye için mesele, bu ritme katılıp katılmamak değil, ritmi kim belirliyor sorusunu sormaktır. Çünkü modern güç artık toprak üzerinde değil, zamanın kontrolünde tecelli eder. Anglo–Sakson sistem bu kontrolü sürdürdükçe, bölgede hiçbir denge kalıcı değildir. Türkiye’nin önündeki seçenek bu nedenle nettir: Ya Anglo–Amerikan sistemin öngördüğü ritme göre tepki verecek, ya da kendi zaman tanımını yaparak bu düzenin dışına çıkacaktır. Gerçek egemenlik, artık karar alma özgürlüğünde değil; karar zamanını belirleme kabiliyetindedir. Ve bu kabiliyeti inşa edebilen devlet, geleceği ve geleceğini tanımlayan devlettir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.