• İstanbul 20 °C
  • Ankara 21 °C

Osmanlı insanlığa nasıl bir medeniyet sundu?

Fatma Gülşen KOÇAK

Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof Dr Ebubekir Sofuoğlu tarihten günümüze önemli meseleleri konuştuk.

“Bir elin nesi var, iki elin sesi var” diye bir atasözü vardır. Tek başına hiçbir şey ortaya çıkmaz. Kazma olmadan toprağı eşeleyemezsiniz, tohum dikemezsiniz, ürün alamazsınız. Birlikte aile kuramazsınız başka kimse olmazsa. İki ağaca üçüncü ağacı çivileyemezsiniz bile bir kişi daha olmadan, çok uğraşırsınız. İslam medeniyeti fedakarlık, yardımseverlik üzerine kurulu. Elindeki su bardağını içecekken yanındakine teklif et der bizim medeniyetimiz. Bu müşterek çalışma sonucunu getirir. Batı medeniyetinde individualism bireycilik olarak tanımlıyorlar. Çok büyük bir felaket. Yapmak zorunda değilsin, mesela “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” buna mecbur değilsin diyorlar. Anne babayı önemsemezler. Hiçbir anayasada anne babaya saygısızlık ödüllendirilmez. Hiçbir anayasal metinde yetime ikram etmek ödüllendirilmez, yetimi dışlamak eleştirilmez. İndividualism, bireycilik bizim sosyologlar bunu süsleye süsleye “birey olma bilinci” diyorlar. Tek başına yaşarsın o zaman, arkadaşım bana bu şekilde konuşamaz mesela, ama konuşur arkadaş isen. Canı sıkılmış, morali bozulmuş ne olur biraz kahrını çek, yarın da o senin kahrını çekecek. Bu karşılıklıdır. Bu durum olmaz ise bir daha bir araya gelmezsiniz. Gelmezseniz yalnız kalırsınız, stresler alır başını gider. Batı’da en fazla karşılaşılan kurumlar tımarhaneler, huzur evleri ve intiharlar. Çünkü kimse kimseyi çekmiyor artık. Stresin en önemli ilacı yine bir insandır, arkadaştır. Güya insanı önemseyerek bireycilikle insanın etrafını boşaltıyor. Eşiniz ile aynı yastığa baş koyuyorsunuz, cüzdanımı karıştıramaz, telefonumu karıştıramaz böyle bir şey olamaz, her şeyi karıştırabilir. Tabii ki saygın davranarak. Bu tür izole alanlar oluşturarak insanlar yalnızlaştırılıyor. İnsanlar yalnızlaştığında bizim bildiğimiz mezarlardan biraz daha büyük mezarlar da ölene kadar yaşıyorlar. 1+1, 1+0 daireler var ya onlar açık mezarlardır. Gidiyorsunuz eve yalnızsınız, nazlanacak kimse yok, muhabbet edecek kimse yok, dijital bir ortam televizyon, bilgisayar, telefon. Böyle yaşamak sizde enerji biriktiriyor, intihara yol açıyor ya da akıl hastalıklarına. Ama bu bize Batı’nın getirdiği bir şey. Bizde camii var tekke var. Akşam vakitlerinde camiye çıkarsınız, etrafında kıraathane var biraz sohbet edersiniz mevzu olmuştur, mevzuda sizin örnek olayınız tartışılır, oradan mesaj alırsınız. Canınız sıkılır mahalledeki dervişe kendi derdinizi sorarsınız. Bu şekilde medeni bir şehir hayatı olur. Ama Batı bizden hümanizm, individualism yani birey olma bilinci, bana karışamazsın fikrini aşılıyor. Karışır canım, annem babam tabii ki karışır. Babam bana saygısızlık da yapabilir, o kadar hatırı olamayacak mı yani. Tabii ki bunu tavsiye etmem. Ama normal müdahaleye bile karşı çıkılıyor. Televizyonlarda, dizilerde “Evladım, kendi kararını verebilecek yaştasın.” deniliyor. Bu tehlikeli bir cümle. “Sakın anneni babanı dinleme, sakın öğretmenini, hocanı dinleme, sakın mahallendeki sevdiğin insanları dinleme” diyemedikleri için “Kendi kararlarını verebilecek yaştasın.” deniliyor. Hangi tecrübeye, hangi bilgiye dayalı olarak alabilecek çocuk bu kararı. Toplum anne babadan ve karı kocadan da kopartılıp tek yaşayacak hale getiriliyor. Batı’dan geldiği için ne kadar güzel hümanizm, insan sevgisi diyor. Bunları kabul ediyoruz, öldüğümüzden de kimsenin haberi olmuyor, koktuğumuz zaman anlaşılıyor.

Efendim Türkiye’de Ehl-i Sünnet omurgaya karşı planlı bir saldırı var. Acaba bunun amacı nedir?

1890’ların İngiliz Başbakanı Gladstone İngiliz Parlamentosu’nda Kur’an-ı Kerim’i eline alıyor. Diyor ki: “Biz bunu Türklerin elinden almazsak, onları yenemeyiz.” diyor. Bu ifade bizim hoşumuza gidiyor. Ama kimi bu tür değerlendirmeleri abartılı bulan kişiler de: “Arabesk arabesk konuşuyorsunuz, tamam Kur’an-ı Kerim’e ben de inanıyorum. Bizim kitabımız ama bir kitap nasıl zafer kazandırır?  Nasıl mağlubiyete mani olur, nasıl sizi kalkındırır? Bunlara mantıklı cevap verin.” diye itiraz ederler. Bu birazcık da İslam’a değil, bilime inanmanın sonucudur. Biz bilime düşman falan değiliz tabii ki ama biz İslam’ı bilimle açıklayamayız. Bilim yetmez İslam’ı açıklamaya. Kur’an-ı Kerim’de yazanlar ayettir, Peygamber Efendimiz’in (sav) sözleri bizim için hadistir, emirdir. İnanırız, hikmetini sonra araştırırız. Şimdi burada Gladstone’nun söylediği gerçekten çok doğru. Şöyle açıklayayım; trafik ışıkları bulundukları yerlerde trafiği düzenler, yeşil, sarı, kırmızı o renklerden bir tanesi trafiğin tam ortasına dikilip araçlardan bir tanesine dur öbürüne sen geç mi yapar yani? Bu kadar basit örnek vermeye çalışıyorum. Trafik ışıkları kendisi bunu yapmaz, trafik ışıklarına uyulması gereken bir mutabakat. Herkes bilir hangi renklerde ne yapılacağını ve herkes ona uyar. Uymazsanız o yanar söner, trafiği de düzenleyemez. Trafik ışıkları bir mutabakattan gücünü alır. Kur’an-ı Kerim de gücünü buradan alır. Onun gücü iki kapak arasında olmasından kaynaklanmaz. Söylediği adaletli mesajdan, adaletli bir şey söylediğinizde kalabalık toplanır. Söylenen şey doğru ise o adaletli şeye inanır ve hayatı düzenler. Ehl-i Sünnet meselesine neden bu örnek ile geliyorum?  Osmanlı Tarihi ile ilgili ilginç ifadeler kullanırlar. Yavuz Sultan Selim Sina’yı geçmemiş, hurafe. Önünde Peygamber Efendimiz (sav) yürümemiş, kıssalarda anlatılıyor. Osman Gazi o rüyayı görmemiş. Fatih Sultan Mehmet gemileri karadan yürütmemiş. Ulubatlı Hasan diye bir şey yokmuş. Siz bunları duyup inandığınızda bu sefer Osmanlı Tarihi ile ilgili diğer duyduğunuz şeyleri de tartışmaya açarsınız. Tarihi tartışmaya açtığınızda peşi gelir. Aynı şekilde Ehl-i Sünneti önce sünneti tartışmaya açarak çiğnemeye bir başladığınızda Kur’an-ı Kerim’deki ayetleri de tartışmaya başlarsınız. Ki bunlar tartışılıyor artık. Size kalkıp şöyle söylemiyorlar: “Peygamber Efendimiz (sav) peygamber değil, çöl bedevisi, haşa getirdiği kanunlarda çöl kanunu. Ayet zaten dikkate alacağımız şeyler değil. Hadisi neden dikkate alalım?” bu şekilde konuşmazlar. Aptal değil bunlar. Güya ona hürmet ederek, güya doğruyu arama adına. Asıl kaynaklara yönelelim adı altında Peygamber Efendimiz (sav)’in hadisleri arasına zayıf hadisler, yalan hadisler koyulur, dolayısıyla hadislerle hareket etmeyelim ya yalan hadis ise ya zayıf hadis ise diye. Evet bizde bunu kabul ediyoruz doğru zayıf yalan hadislere itimat edilmez. İslam alimleri bunları bir kitaba yazmış. Bunlar sınırlıdır, bunlar doğru. Fakat bunlar zayıf, yalan hadis konusunu güya doğruya ulaşmak adına o kadar çok hatırlatıyorlar ki, siz bu sefer tereddüte düşüyorsunuz. Hadisler tartışmaya açıldığı zaman Kur’an-ı Kerim’in ayağı yerden kesiliyor. Yani 5. kattan başlayan bir apartmana dönüyor Kur’an-ı Kerim. İlk 4-5 katını koparmış oluyorsunuz. Hadis, Kur’an-ı Kerim’i uygulama şeklidir. Peygamber Efendimiz’in (sav) bizzat hayatına uyguladığı şekildir. Hadis ortadan kalkarsa Kur’an-ı Kerim uygulanması mümkün olmayan ahlak kitabına döner. Aslında ihya ediyorum adı altında hadisler tartışmaya açılır. Ben bir süre sonra ayetlerin tartışmaya açılacağını bekliyorum. Bunu tek tek yapanlar da var. Diyorlar ki: “Sahabe, tabiin, tebe-i tabiin yanlış hatırlıyor olamaz mı? Yanlış yazmış olamaz mı?” dolayısıyla hadislere karşı bir tereddüt oluşuyor. Peki aynı gerekçeyi alın ayete taşıyın. Sahabe yanlış hatırlıyor olamaz mı? Tamam olabilir ama bunu yazmışlar. Yani yazılı bir metin, yalan bir ayet mi? Haşa. Bu kişi hadis rivayet ederken yalancı ya da çok zayıf hatırlıyor. Ama ayet rivayet ederken güveniyorsun. Niye güveniyoruz ki? Bir süre sonra güvenilmeyeceğini o söyleyecek. Ama bunlar yazılı. Doğru ayeti çıkarmış bir de yanlış olanı bunu çıkarmış önünüze koymuş. Yazılı, ya yazarken kamera çekimi yok, nasıl emin olacağız? Hadisi rivayet ederken yalancı ayeti rivayet ederken doğru öyle mi? Dolayısıyla Ehl-i Sünnet çizgisinden sapmak bizi Kur’an-ı Kerim’den de saptıracak. Bunun örnekleri tahmini değil yaşanmış. İsa (as)’ın mesajını bozan Pavlus bu gerekçelerle bozdu. Bizim İsa (as) mesajı diyorum, aslında Hristiyanlık diyorlar. İslam’da Hristiyanlık diye bir din yok. Nasranilik var. Hristiyanlık ismini koyan Pavlus’dur. Hatta şöyle söyleniyor: “İsa (as) Hristiyan idi.” deniliyor. Pavlus mesajı bozdu, yetmedi. Hristiyanlığı oluşturdu. Pavlus da Hristiyanlık içerisinden daha sonra Katolik içerisinden Ortodoksluğu kopartıp çıkaran iki filozof ile yine Katoliklik içerisinden yüzlerce yıl sonra Protestanlığı çıkaran Martin Luther de aynı gerekçelerle İslam’a şu an saldırılan gerekçelerle bunları parça parça haline getirdiler. Hepsi de şunu diyorlardı: “Nasıl olurmuş, nedenmiş, biz neden rahiplerin anladığı gibi anlamak zorundayız? Ben de İncil’i alır, okur, anlarım.” Bugün de aynısını diyorlar ya Kur’an-ı Kerim’i alır, okurum, anlarım. Aynısını Pavlus da Ortodoksluğu koparan iki mezhep lideri filozoflardır bunları parçalayan. Felsefeler bütün dinlerin katilidir bu anlamda. Martin Luther de aynı sebeple biz İncil’i okur, anlarız diyorlar. Ve sonuç olarak yüzlerce değişik yorumlu İncil ortaya çıktı. Ben bir kimyager ile yan yana oturduğumda kimyayı konuşamam çünkü kimyayı bilmiyorum. Ama İslam’ı bilen birisi kadar konuşabilirmişim. Mesleklere saygısızlık bu. Bunu ısrarla söyleyen, hadis veya ayete yönelmeyen birisine söyledim. “O zaman sen hocana söyle bundan sonra bir satır kitap yazmasın, bir satır sohbet de yapmasın. Biz ayetten okuyup anlayacağız. Madem anlaşılıyormuş.” Hatta Kur’an-ı Anlama Yöntemi diye bir kitabı var. Kur’an anlaşılmıyor demek ki, sen yöntemi dedin. Sen niye bunu yazdın o zaman? Bu misyoner bir propaganda. Haşa söylüyorum, Allah’ı, Kur’an-ı, İslam’ı köşeye sıkışmış sandıkları için güya İslam’a nefes aldıracaklar. Halbuki bozuyorlar. Sen bırak, kabul eden eder, etmeyen etmez. Allah’ın bir ihtiyacı yok Kur’an-ı Kerim’in yayılmasına. Az önce tarihten bir örnek verdim ya tarihin bir tarafını bir tarihçi koparır, diğer tarafını diğer tarihçi koparsa sıradan insanlar da ben buna inanmıyorum der. Aynısını İslam için de söylüyorum. Ehl-i Sünnet omurganın çatlatılması aslında İslam’ın komple tartışmaya açılma sonucun getirir bize de ne yazık ki. Şöyle bir örnek vermek istiyorum, koskocam bir bina binayı aslında boya dışında bir sıvı madde tutar desem abartılı olmuş olur belki aslında gerçekten de boya tutar. Boya olmaz ise duvarlar nem tutar, sıvalar düşer. Tuğlaların içerisindeki harçlarda nemlenir onlar da düşer. Harçlar düşerse tuğlalar da gider ve o bina çöker. Küçücük bir sıvı madde binayı tutan. İslam’ı tutan da aslında farz vacip hükmünde olmayıp müstehap, mendup, mübah dediğimiz şeyler tutar. Siz bu müstehapmış, zaten yapmasak da olur derseniz. Siz onu çiğnerseniz çiğneme geleneği oluşur. Alışkanlığa dönüşür, vicdanınız daha az sızlar. Derken farzları ertelemeye -namaz kısmında mesela- namazları birleştirmeye, üçe indirmeye derken yatsıda hepsini kılayım, derken yetiştiremiyorum, derken rekatlar büyüyor, kılamamaya başlıyor... Ve namazın bitmesine sebebiyet verir. Allah korusun. Asıl taviz hafif sandığımız duvardaki boyayı ihmal etmektedir. Mesela bu örnekte sünnet olan teravih namazına ateş ediyorlar. Farz gibi anlatılıyor, diyorlar. Duydunuz mu hiç farz diyen? Israr ediyorlar diyor. Mesela hadi gel okey oynayalım derken ona ısrar diyor musun? Güya doğrusunu anlatacağım diye sünnet sünnet sünnet vurgusu o kadar çok yapıyorsun ki adam diyor ki zaten 33 rekat zor geliyor madem sünnetmiş bırakayım bari. Sen karşı tarafı tutarlılık veya tutarsızlıkla suçlayarak 5 vakit namaz kılmaz, gelir 33 rekat teravih kılar. Ne güzel işte kılıyor. 33 rekat kıla kıla belki diğer 5 vakite başlayabilir. Bunlarla güya ihya edeceğim adı altında sünneti bırakıyor. Sadece Ramazanlarda camiye gelen teravihe gelmez oluyor. Ben teravihe bildim bileli giderim, çoğu zaman hepsini kılmaya çok çalışmışımdır. Ama mutlaka kendi başıma 8’e tamamlamaya çalışıyorum. Ama genellikle camiye gidiyorum ama bakıyorum teravih safları yarıya düştü. Bu şekilde Ehl-i Sünnet geleneğinden kopanlar aslında İslam’ı da parça parça bitiriyorlar. Bu aklı veren Yahudi ilahiyatçılar bunlarda İslam’ı güya köşeye sıkışmış ve kurtarmaya çalışıyor. Senin ne haddine, sen söyle geç. Tamam düzgün söyle ama eksik söyleme bu çok önemli. İslam’ın çelişkili yönleri varmış da çelişkili yönlerden bunlar kurtarıyormuş gibi aslında koca koca çamları devirerek, İslamda var olan şeyleri yokmuş gibi göstererek geleneği ortadan kaldırarak İslam’ın altını oymaya çalışıyorlar. Gelenek diyorsunuz, karşında bu sefer “Mekkeli müşrikler de geleneğe vurgu yapıyorlardı.” diyorlar. “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz dine inanırız.” ayetini hatırlatıyorlar. Vicdansız, onların ataları müşrik olabilir bizim atalarımız Müslüman. Biz 1440 yıldır İslam üzereyiz. Bizim geleneklerimiz müşrik geleneği değil. Tabiri caizse güya cevap vereceğiz adı altında İslamda çok büyük çamlar deviriyorlar. O Ehl-i Sünnet halkasından çıkartarak İslam’ı tartışmaya açıyorlar.

 İslam dünyasının sorununun ne olduğunu düşünüyorsunuz ve bu sorunu nasıl çözebilir İslam Dünyası?

En büyük sorun, aşağılık duygusudur. İslam dünyası zayıflık içerisinde ama eskisi kadar zayıf değiliz. Batı’da eskisi kadar güçlü değil bu bir. Hangi alanlarda güçlüyüz, hangi alanlarda zayıfız ben bunları madde madde sıralayabilirim. Kendi mesleğimle alakalı olanları sıralayabilirim. Kendimce bunları biliyorum. Bunu şunun için söylemek istiyorum, birisi size Batı bizden güçlü, biz onlardan zayıfız dediğinde lütfen şu soruyu sorun: “Batı hangi alanlarda güçlü biz hangi alanlarda zayıfız?” diye sorun. Karşıdakini köşeye sıkıştırmak niyetiyle sorun demiyorum ama göreceksiniz hiçbir şey söyleyemeyecek. %90’nı söyleyemeyecek. Niye bilmediğin şeyi söylüyorsun, niye bu ümmete vakit kaybettiriyorsun? Ezberlemiş papağan gibi.  Bu durum enerjinizi bütünüyle hedefinize yüklemenize mani oluyor, yaparım ya diyemiyorsunuz. Diyorsunuz ama bir yandan Batı’daki örnekleri kontrol ediyorsunuz. Bu normaldir. Ama Batı’nın yanlışını da doğru olarak kabul ettiğiniz için Batı’dakinden farklı kaliteli de olsa bir şey ürettiğinizde geri geliyorsunuz. Çünkü Batı yapar biz yapamayız hissiyatı anne karnında bize öğretilmiş. Dolayısıyla enerjinizi, kaynaklarınızı, nesillerinizi, beyinlerinizi bir şey üretirken Batı’yı geçtiğinde geri geliyorsunuz. Çünkü size “Batı bizden güçlü, biz onlardan zayıfız.” öğretilmiş. Biz 1718’de Lale Devri ile birlikte Batı’dan mülhem yenilikler diyerek, Batı’dan yenilikler almaya başladık. Muasır medeniyeti üzerine çıkabilmek için. Şu an aradan 301 sene geçmiş, muasır medeniyetin üzerine çıktık mı? Kimse çıktık diyemez. O zaman birisi bizi feci derecede kandırıyor. Mesela bir saati 301 senedir Batı’dan örneğini aldık ve bu sürede yapamamamız mümkün değil. Yapmamız lazım. Bu kadar aptal olamayız. 17 tane devlet kurduk, saatten daha karışık bir durumdur. Sıradan bir devlet olarak kalmadık. Tarihleri değiştirdik. Bir tane saat mi yapamayacağız? Ama 301 senedir yapamıyoruz. Burada yanlış giden bir durum var. Böyle devam ederse bir 301 sene daha gitse yine yapamayacağız. Mesela şu, biz Batı’dan teknolojiyi almıyoruz. Batı’dan hayat tarzını alıp çok da güzel uyguluyoruz. Birileri sizi uyarıyor: “Bak teknolojiyi almıyorsunuz, hayat tarzını alıyorsunuz. Hayat tarzını değil, teknolojiyi alın.” dendiğinde hemen yanı başındaki o ezik hissiyattaki meslektaşlar sizi eleştiriyor. Hani bir söz var: “Yenilen pehlivan güreşe ikna olmaz.” E ne zaman ikna olacaksın. Batı bazı alanlarda güçlü ama şu aldığınız doğru bir şey değil. 1826’da biz Batı’ya talebe göndermeye başladık. Mısır, Japonya ve biz.  2. Mahmut birçok yenileşmeyi kendi vilayeti olan Mısır’dan aldı. Niye aynı anda gönderdik. Niye bizimkiler gitti? Şiir öğrendi geldi. Edebiyatı şiiri asla hafife almıyorum. Ama bizim Batı’dan alacak edebiyat ve şiire ihtiyacımız yok. Bizim kendi şiir ve edebiyatımız var. Bunun tersini söyleyene şu soruyu sormak lazım: “O zaman 1718’den 2019’a bana Batı’dan alınmış ve Türkiye’de Türk markası ile orijinal üretilmiş bir tane Türk teknoloji markası gösterin.” Ve yok. Biz hala olduğumuz yerdeyiz. Bizde Batı’nın güçlü olduğuna dair hissiyat öğrenilmiş bir çaresizliği, hedefsizliği getiriyor. Batı’yı geçtiğiniz anlarda bile siz geri geliyorsunuz. Bunu yorum olarak söylemiyorum yaşanmış örnekleri var. Gazetelerde haberler duyarsınız, dünyada ilan edilmiş 100 üniversite arasında bir tane Türk üniversitesi yok. Ya da ilk 500’de Türk üniversitesi yok. Bunlar çarktır, hiç ciddiye almamak lazım ama alıyorlar ne yazık ki. Bilimsel çalışmaları “ciddiye almayalım” asla demiyorum. Kesinlikle yaparız. Bizim dinimizde emridir. Fakat onlar bir çark kurmuşlar. Kredi derecelendirme kuruluşları gibi, üniversitelerimize puan veriyorlar. Nasıl puan veriyorlar? Dünyada filanca muteber dergiler var, o dergileri ilgili ülkelerden kaç tane yayın yapılmışsa üniversitenin sıraları da öyle belirleniyormuş. Çarkın diğer ayağı. O dergileri yayın yapıyorsunuz, yayın sayısı sizin üniversitenizin ilk 500’e ilk 100’e girmenizi sağlıyor. Bizim de yapmamız lazım. Bu dergileri de TÜBİTAK’ın sitesinde bulabiliriz. Biz sosyal bilgilerde yayın yapabiliriz. Hangi dergilerde yayın yapabilirim diye hedefime koyacağım. Yayın yapmaya çalışacağım. 11000-12000 dergi arasında Türkiye 17. Sırada bir ülke. 11000-12000 dergi arasında Türkiye’nin 20 tane dergisi yok. Senegal’in, Nijer’in, Burkina Faso’nun dergisi var, bizim yok. O dergilere baktım, çok ilginç hepsi marjinal dergiler, mesnevi taassup ile hareket eden dergiler, gezi parkı mantığını taşıyan dergiler. Gidip orada yayın yapacaksınız. Benim böyle bir dergide makalem çıktı. Çıkmadığı için eleştiriyor falan değilim. Bu çarka sizin girmeniz mümkün değil. Dolayısıyla bu çarka giremediğinizde ilk 500 ilk 100 içerisine de giremiyorsunuz. Dolayısıyla kendi ülkenizi aşağılamaya devam ediyorsunuz, bu sosyal bilimlerde böyle. Fen bilimlerinde şöyle bir ilke var. Makale gönderiyorsunuz, fen bilimlerinde ilgili dergilere; ilgili dergiler size bir cevap veriyor: “Bu bilimsel değil.” bunu var ya babanıza bile anlatamazsınız, beraber yazdığınız hocanıza bile anlatamazsınız. Batı’dan bilimsel değil mührü aldığı için. Halbuki uğraştınız, didindiniz kimseye ispat edemezsiniz. Bu anlamda Batı’yı geçtiğiniz alanlarda bile Batı hayır bu olmadı dediğinde siz kendi kendinizi durduruyorsunuz, öğrenilmiş çaresizlik. Siz durdurmasanız bile etrafınızdaki insanlar, akademisyen hocalarınız “Sen gerisin, Batı ileri.” diyor. Ama ben birçok örnek gördüm, bilimsel değil damgası yemiş makalelerin bu tür dergilerin editör kurumlarında olan hoca arkadaş söyledi. Bilimsel değil damgası yiyip geri gönderilen makalenin 2-3 ay sonra başka bir ad ile yayınlandığını biliyorum.

 Aşağılık duygusu kesinleşmiş ve kalıplaşmış bir duvar gibi olduğu için Batı size “Bu bilimsel değil.” damgasını vurduğu zaman, siz kendiniz devam ettiremiyorsunuz. Bu İslam ülkelerindeki bilimsel gelişmelerin üzerine dökülen cıvaya dönüşüyor. Halbuki girseniz yapacaksınız başaracaksınız. Şükür ki onlara karşı aşağılık duygusunu aşan bilim adamlarının yapmış olduğu çok güzel çalışmalar da var. Bu aşağılık duygusunun kesinlikle aşılması lazım. Her alanda bizim enerjimizi, koşmamızı engelliyor.

Efendim, bir röportajınızda: “Ak Partili değilim, Erdoğan’ı seviyorum. Ak Partideki bir sürü ahlaksız tipten nefret ediyorum ama Allah Erdoğan’ın yardımcısı olsun. Bizi de ona yardımcı kılsın.” diyorsunuz. Erdoğan parti içindeki sıkıntılı tipleri nasıl temizlemeli? Çünkü siz akademik bir beyinsiniz.

  Bu zor bir süreç. Ak Parti bir koalisyon, kendi içinde de bir koalisyon. Cumhurbaşkanı mecburen birçok ekip ile birçok kişi ile çalışmak zorundaydı. Bu zorunluluk belki hala devam ediyor. Bir kişi hakkında karar verdiğinizde ona güvendiğinizde, güvencenizi sürekli tartışmaya açmamanız lazım. Ben acizane Cumhurbaşkanı’na güveniyorum. Cumhurbaşkanı ya da herhangi bir insan güvenleri boşa çıkartır mı? Çıkartır tabii ki. Kendimce sağlamasını da yapıyorum, bu adam güveni boşa çıkartacak iş yapmıyor. Tartışmalı şeyler oluyor, elinden ancak bu kadar geliyor. Türkiye’de birçok yapı ve grubu bir arada tutmak zorunda. Ayak sesleri yavaş yavaş duyulmaya başladı, Fırat’ın doğusuna belki biz savaşa gireceğiz. Cumhurbaşkanı ısrarla Türkiye İttifakı diyor. Türkiye’de hiçbir kimsenin ittifak dışında kalmasını da istemiyor. Çünkü, 1.Dünya Savaş’ında olduğu gibi cepheye katıldığımızda Arap demiyorum, Şerif Hüseyin İsyanını patlattılar, biz çok büyük yara aldık. Fırat’ın doğusunda başka bir cephe açılır, bir isyan çıkarsa Türkiye kaybetme riski ile karşı karşıya kalır. İlk akla HDP ve gizli grupların Türkiye’nin aleyhine ittifak yapması geliyor. Bundan dolayı en farklı düşünen kişiye bile Türkiye’nin vatansever olmak şartı ile ihtiyacı var. Bu anlamda parti içinde benim üzüldüğüm hoşuma gitmeyen grupların var olmasını kabul etmek zorundayım. Benim buradaki garantim Cumhurbaşkanımızın varlığı. Yaygın bir ifade ile yerli ve milli birisi olduğu için ben şimdilik Ak Parti içerisindeki memnun olmadığım bu grupların varlığını belki bir süre daha görmeye devam edeceğiz. Peki nasıl temizlenecek? Toplum artık bunları tartışıyor. Kimse tartışılma pozisyonunda durmak istemez. Bunlar tartışıla tartışıla biz doğrusunu bulacağız Allah’ın izniyle. Kimse eleştirilen kişi olmak da istemez -ki eleştiriler haklıysa ve haklı-. İsraf, lüks merakı aslında kendisi muhafazakar gelenekten gelmesine rağmen İslami sosyete gibi davranmaya çalışması, bunlar artık tartışılıyor ve kendileri de bunun farkında. Bir süre sonra bunlar tasfiye olacak. Tasfiye olmak derken kendi asıl ayarlarına geri gelebileceğini düşünüyorum. Zaman alacak ama çok uzun bir süre olmayacak diye düşünüyorum.

FETÖ hala güçlü diyorsunuz, neden sizce? FETÖ ile mücadelenin yeterli olduğunu düşünüyor musun? Erdoğan’ın dışında mücadele eden var mı sizce?

Mutlaka vardır. FETÖ hala güçlü derken, FETÖ ile bir iş birliği yapıldı kanaatini taşıyorum. Kimileri samimi bir şekilde devlet ile iş birliği yaptı. Ben bunları bilmiyorum, sonuçlar üzerinden değerlendiriyorum. Kimileri etkin pişmanlık yasası çerçevesinde katıldı. Devlete yardımcı olmak adı altında katıldı, bildiklerini aktardı. Etkin pişmanlık yasası diyelim ya da buradan FETÖ’nün nasıl bir örgüt olduğunu gördü öğrendi, pişmanlık yasasından yararlanarak itirafçı oldu. Fakat bunlar geçmişte FETÖ’nün tam göbeğinde olan belki de organizatörün ta kendisi belki de bunlar. Fakat bunlar devlete belki çok şey kazandırdılar. FETÖ sorgulamaları gelip gelip onlara dayandığından onların korunduğunu görüyoruz. Burada iki sebep olabilir. Gayri ahlaki süreçlerle korunmuş olabilirler, bunları bilmiyorum. Ya da devlet ile iş birliği yaptığı için devlet onu affetti. Fakat savcılar, hakimler sorgulamalar sürecinde bunların karıştığı diğer olayların izlerinde bunların isimlerini buldu, bunlar deşifre oldu, bunlar ortaya çıktı. Fakat bunların devlet ile iş birliği yaptığı o sırada bilinmiyordu ve dolayısıyla kamuoyuna düştüler ve korundular. FETÖ’cü olduğu için korunuyor değil bunlar kanaatimce devlet ile iş birliği yapmaya razı oldukları için. Çünkü kimilerini FETÖ hain diye ilan etmiş. Hain diye ilan ettiyse bu kişi hakkında tamam çok iyidir veya çok kötüdür kanaatine de ulaşılmaz ama         bize de bir ipucu sağlar. Bu tür kişilerin FETÖ ile mücadele ederken tahliye edilenler, beklenilen cezayı alamayanların belki de devletle bir etkin pişmanlık yasasından yararlanıp iş birliği yapmış olabilir, biz bunları bilmiyoruz. Kendi hayatlarını garanti altına alabilmek için. Bu tür şeyler gizli kalıyor olabilir. Bu minvalde devlet ile iş birliği yapmak isteyenler nasıl bir örgüt içerisinde olduğunu sonradan anlayanlar biz bunların ayıklandıklarını FETÖ’cüler zannında değerlendirilmediklerini görmüşsek bir de bu tarafını görmemiz lazım, acaba devletle iş birliği yaptılar mı? Ama onun dışında gayri meşru usullerle aklananlar olmuş mudur? O kadar çok örnekler var ki ben olmamıştır diyemiyorum. Burada şöyle bir durum var, kim, kimle, nerede, nasıl anlaşma yaptığını bilmiyoruz. Bütün yargı sürecindeki dosyaların tamamına malik değiliz. Dolayısıyla şu anki kanaatlerimizde FETÖ ile mücadele ciddi zafiyetler olduğunu tabii ki düşünüyoruz. Bu zaman alacak. Cumhurbaşkanının FETÖ mücadelesinde kesinlikle kararlı olduğunu biliyoruz. Ama vaktiyle içerisinde olup makamlarda olup daha fazla deşifre olmasın diye kapatmaya çalışanlarda var tabii ki.

Yeni süreçte Davutoğlu ve Babacan gibi isimlerin parti çalışmaları üzerinde düşünceleriniz nelerdir?

Kesinlikle başarılı olamayacaklar, şimdiye kadar olan süreçlerden de anlaşılıyor bu durum. Bunlar kendi ifadelerine göre tasfiye edildiler. Tasfiye edilen bir lider ise etrafında kalabalık oluşturur. Cumhurbaşkanımızda da durum öyleydi, Refah Partisi’nde Abdullah Gül Genel Başkan olamayınca küskünler denildi onlara. Onlar arasında öyle bir hane oluştu ki ilk seçimlerde iktidara geldi. İlk seçimlerde iktidara geleceği daha küskünler diye tanımlanan grup oluştuğunda belliydi zaten. Davutoğlu’na ve Babacan’a yönelik küçük hareketlenme bile yok insanlar tarafından. Ak Parti sürecinde millet gönülden akmıştı. Biz öyle bir hareketlenme görmüyoruz. Gönüllerin aktığı bir lider Sayın Cumhurbaşkanı hala var. Eğer Cumhurbaşkanı olmasa Ak Parti’nin mirası, belki pay edilebilir. Ama millet şu an Erdoğan çizgisinde. 50+1’e ulaşma hedefi olduğu için %50+1’den “ne kadar kopartırız”ın mücadelesi içinde, bunların parti kurmalarını isteyenler. Meral Akşener de aynı şekilde %10’u bile geçemedi. Bir il belediyesi bile alamadı. Bu kadar gümbür gümbür gelen bir hareketin sonucu böyle mi olmalıydı. Meral Akşener’den daha düşük oylar alacaklar, eğer siyasete girerlerse.

 

 

Abdülhamid Han’ı yeteri kadar anlayabildik mi? Sizce Abdülhamid’in liderlik sırları nelerdir?

Şöyle ithamlar var, hep Abdülhamid Han hakkında konuşuluyor gibi. Bu sorunun cevabı çok açık. Birisine suçlamada bulunduğunuzda birisine cevap hakkı doğar. Neden konuşuluyor? Çok suçlandığı için bu bir. İkincisi muhafazakar camianın Abdülhamid’i beğendiği zannedilir fakat aşağılık duygusu onlarda aşılandığı için kuru bir beğenmeden ibaret olduğu kaygısıyla hep mütereddit yaklaşıyor. Kuru kuru övüldüğünü söylüyorlar. Siz mutedil değilsiniz onlar mutedilmiş gibi davranıyor güya. Abartmamak lazım. Birileri Atatürk’ü övüyor, onun karşılığında siz de Abdülhamid’i koyuyorsunuz diyorlar. Öyle bir şey yok. Ben muhataplarıma diyorum ki: “Biz Abdülhamid’i överken hangi örneğimizi aşırı buluyorsunuz?” burası çok önemli Fatma Hanım. Örnek olay üzerinden yürümemiz lazım. Ulu Hakan da doğru bir ifade, neden? 36 tane Osmanlı padişahı var, kime sorarsanız sorun: “Osmanlı’nın ilk başarılı 10 padişahını sayın.” deyin. Abdülhamid Han mutlaka onların içerisinde olacaktır. Yani 36 padişahtan 10 tanesi büyük padişah değil, öyle mi? O zaman siz bunları hiç ciddiye almayın size yalan söyleniyor. Osmanlı devleti büyük devlet falan da değil, padişahları bile başarılı değil böyle bir durum olabilir mi? Batı’nın padişahına övgüler sunuyorsun, kendi padişahına övgüleri çok görüyorsun. Biz ona Allah’ın elçisi, Allah’ın oğlu demiyoruz ki. Büyük padişah abartılı bir ifade değil. Muhafazakar camia da Abdülhamid Han’ın lüzumsuz olarak övüldüğüne ifadelerde bulunuluyor. Abdülhamid Han ülkeyi yönetirken içki fabrikaları genelevleri açılmış deniliyor. Osmanlı devleti sadece Müslümanların yaşadığı bir ülke değildi. Müslümanlar mı tüketiyor bunları yani. Birileri açmış olabilir ama gayrimüslimlerin de bulunduğu bir ülke. Abdülhamid Han gerçekten Ulu Hakan’dı. Ona Evhamlı Padişah deniliyor. Halbuki onu anlayabilirsen onun seviyesinde olursun, anlayamazsan seviyen düşüktür. Bir sözü var: “Şüphe basiretin başıdır.” Adam şüpheyi yönetiyor. Yapılamayandan yapılmak isteneni çıkartıyor. 20.000 kişilik istihbarat teşkilatı kuruyor. Hiçbir padişahın yapamadığını yapıyor. İngilizlerin o dönemde istihbarat teşkilatı 40.000. İngilizler Yahudi sermayesi kullanıyor. Ne kadar geniş imkanları var düşünün. Abdülhamid’in o kadar teşkilatı yok. O dönemde toprak kaybediliyor ama onun Abdülhamid’e fatura edilmesi yanlış. Sırbistan, Romanya kaybediliyor. 93 Harbi Osmanlı-Rus Savaşı, bu ona fatura edilmez. “İktidarda ama muktedir değil.” diye Osmanlı’nın bir sözü var ya. İktidara geldiğinde bu savaşı kucağında buluyor ve önlemeye çalışıyor. Mithat Paşa’ya söz geçiremiyor. 1908’de darbe yapıyorlar, Abdülhamid’in meşrutiyeti ilan ediliyor ama artık Abdülhamid bu son dönem yine iktidar ama muktedir değil. Bir tane bakan tayin edemiyor. Meşrutiyet ilan edildikten, Abdülhamid’in iktidar yetkileri alındıktan 2,5 ay sonra tek kurşun atmadan darbe yapılmış, iktidar bunların elinden çıkıyor. Bunlar fatura edilemez. Sadece Mısır ve Tunus yine o dönemde gitti. O belki tartışmalıdır. Ben de onu şu şekilde değerlendiriyorum, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan çıkmış, ondan sonra İngiltere Mısır’ı; Fransa Tunus’u alıyor. Bir şey yapamıyor, gücü yok çünkü. Burada da Abdülhamid’e çok fazla yüklenilmesi taraftarı değilim. 30 yıl hiç toprak kaybetmiyor, Osmanlı borçlarının %90’nını ödüyor. Mezopotamya’da 106 noktada petrol tespit ettiriyor. Kim yapabilir bunları. Muhteşem bir padişah, deha. Abdülhamid gittikten 6 yıl içinde devlet gidiyor. Herhangi bir tarih kitabında bu olayları görürsünüz ama bu yorumu görmezsiniz. Osmanlı yıkılmıyor, yıkıyorlar Osmanlı’yı. 6 yıl içinde yıkılacak bir devletin milyonlarca kilometre toprağını kontrol etmiş.

TRT1’de bir programda, “Edirne, İttihatçılara ya da Hürriyet ve İttifak’a kalacağına Bulgarlara kalsın.” şeklinde bir söz sarf ettiniz, bu sözün aslı “Edirne’ye Emeviler gireceğine Bulgar girsin.” Bu bir dil sürçmesi midir? Yoksa bu sözün bir kaynağı var mıdır efendim?

Emevilerin eline geçeceği ifadesi de var, diğeri de var. Hürriyet ve İttifak iktidardayken de burada darbe yapıyorlar. 1913’de Bab-ı Ali baskını. Darbe yapmadan önce iktidarda Hürriyet İttifakı var. Hürriyet İttifakı iktidardayken bunu ittihatçılar söylüyor. Her ikisi de Edirne’yi verelim değil de, giden gitsin kalan sağlar bizimdir mantığındalar. Hürriyet ittifakı iktidardayken o ittihatçı sözü. İttihatçılar darbe yapıp iktidara geldiğinde tam tersi. Her ikisi de vatansever diye tanımlanamaz. Vatan haini olanlar vardır, hepsi vatan hainidir diyemeyiz. Ama yabancılarla iş birliği yapmayacak derecede ferasetli olman lazım. Yaptığında ya büyük aptalsın ya da vatan hainisin. Kaynağını hatırlayamıyorum.

Bizim tarih derslerimiz neden tarihi sevdirmiyor? Tarih dersleri ve tarih ders kitapları aslında nasıl olmalıNiye biz tarihi güncelleyemiyoruz ve çocuklarımıza doğru anlatamıyoruz?

Cemil Meriç’in ifadesi ile: “Haçlı savaşlarının en büyük zaferi, yazılmış Türk tarih kitaplarıdır. Ve Tanzimat’tan bugüne tarih kitapları tamamen değiştirilmelidir.” diyor. Kesinlikle aynı kanaatteyim. Bizim tarih kitaplarımızı ittihatçılar yazdı. Yani galipler yazdı, kim bunlar? Abdülhamid’i devirdiler, iktidara geldiler, ülkeyi parçaladılar sonra Abdülhamid hissiyatını taşıyan iktidarlar oluşmadı. Dolayısıyla tarih kitaplarını hep onlar yazdılar. Ve Osmanlı’yı düşman bilen tarih kitapları yazıldı. Bizim talebelerin bitirme tezleri %90’nı Osmanlıca yazılmış eserler. Fakat bugünkü Latinize harflere çevrilmemiş eserler. Neler yazıyor bir görseniz. Tabii ki ittihatçıların olduğunu yazmadılar. Biz eskiden yazılmış kitaplardan bunları görmüş oluyoruz. Ya da bunları görüp yazanlardan kimi tarihçilerden ittihatçıların büyük hatalarını görüyoruz. Fakat tarih kitaplarında o hatalar devam ediyor. Mesela 36 Osmanlı padişahı içerisinde sadece Abdülhamid’e diktatör denir. 36’da bir tane mi diktatör var yani? Osmanlı’ya o kadar hakaret ederler ki. Enver Ziya Karal diye biri bugün Türk Tarihinin Kitabı 8.cildinin kapağında yazar, İstibdat dönemi diye. Bu yalan, iftira.  Bu tarih kitabı olamaz. Osmanlı tarihinin önemli kısmı eksik yazılmış. Yalan yazılanlar var. Ve vurgu eksikliği sebebiyle gözden kaçırılanlar var. Bu sefer yazıyor, güya yazmış oluyor. Ama orada can alıcı şeyler var. Mesela 5 devletin kopmasına birinci dereceden sebep meşrutiyetin ilanıdır. Kimseden meşrutiyetin ilanı bize şöyle zarara yol açmıştır diye cümle görmedim. Çok tehlikeli bir cümle söyleyeyim, bunu ben meslektaşlarımla konuşurken şöyle ifade ediyorum: “Osmanlı Dışi şleri Bakanlığı Londra’da kuruldu.” diyorum. Kimileri laf çarptırıyor, çok film izlemişin, dikkat çekmeye çalışıyorsun diyorlar. Ben bunu sana senin bildiğin cümlelerle anlatacağım diyorum. 1. cümle her tarih kitabında bulursunuz, cümle şu: “Tanzimat döneminde nazırlıklar sistemine geçildi, yani bakanlıklar sistemine geçildi.” Bu doğru mu, doğru. 2. cümle mesela bir ülkenin Sağlık Bakanlığı başkentinde olur, Tarım Orman Bakanlığı başkentinde olur, Osmanlı’da nerede olur, İstanbul’da olur. Peki Osmanlı’nın Dışişleri Bakanlığı neden İstanbul’da değil? Bizim Dışişleri Bakanlığımız İstanbul’da değilken, Londra’da iki tane Dışişleri Bakanlığı var. Neden acaba? Osmanlı’nın Dışişleri Bakanlığının Londra’da ne işi var diyorum. Tarih kitaplarında geçen ifade şu: “Uhdesinde, yani yetkisinde hariciye nezareti yani Dışişleri Bakanlığı olmak üzere Mustafa Reşit Paşa Londra Büyükelçiliğine atandı.” ifade bu. İstanbul’da bir kişi daha bulamadılar mı Dışişleri Bakanını Londra’ya gönderiyorlar. Londra’ya büyük elçi göndersinler. Dışişleri Bakanının Londra’da ne işi var? İlgili ülkelerde sömürgeler bakanlıkları olur, Avrupa’da. Biz ne yapmışız? İngiltere’ye demişiz ki: “Sen zahmet etme ben Dışişleri Bakanımı sana gönderiyorum.” Dışişleri Bakanlığı nerede kurulmuş oldu bu durumda. Tarih kitabı böyle yazmaz ama, bilginin birini bir sayfada diğerini de başka sayfada söyler. Ne yazık ki o bilgileri birleştirmedikleri için bakanlıklar sistemine Tanzimat döneminde geçildi. Uhdesinde hariciye nezareti olduğu halde büyükelçiliğine atandı. Sen buradan Dışişleri Bakanlığının Londra’da olduğunu tabii ki çıkartmazsın. Tarih kitapları bundan dolayı kamilen değiştirilmelidir. Biz tarih kitaplarında hep ezikliği öğreniyoruz. Hep ezik olmadık ki çok güzel başarılar elde ettik. Bizi nasıl anlatıyorlar, Osmanlı 200 sene süründü. Yok öyle bir şey. Başlarda söylediğimiz gibi bizim Batı ile yarış etmeye cesaretimiz bile olmuyor artık.

Akademi’de tarih felsefesi dersleri yeni yeni konuldu. Bu acaba birleştirmenin eksikliğinden mi kaynaklanıyor? Bana göre dinde felsefenin olmaması gerekir. Ama tarihte kesinlikle felsefemiz olması gerekiyor. Bizim tarih felsefesi derslerimiz neden olmadı?

Abdullah Öcalan’ın kitabı üniversitelerde okutulsa nasıl olur? Abdullah Öcalan kadar tehlikeli birisidir, Bernard Davis. Onun kitapları başucu kitabı olarak okutulur. Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çatışan Kültürler gibi. Bernard Davis’in Ortadoğu haritası. Bizim ülkemizde haritalar çizer Kürdistanlar kurar, Ermenistanlar kurar. Ama hocalar onu başucu kitabı olarak okutur. Siz hiçbir zaman katilinizi öğrenemeyeceksiniz. Katil kim? Müslümanlar. Neden? İlerlememize engel oldu. Hangi alanda engel oldu? Bir tane söyle, yok. 180 senedir, Tanzimat’an bugüne Batı tarzı eğitim yürütüyoruz. Hep İslami geleneği sürdürenler engellendi. Abdülhamid tahttan indirildi. Abdülaziz indirildi, öldürüldü. Benim soyadımı bile değiştirdiniz. Benim soyadım sizin uzaya çıkmanıza mı mani oldu? Biz gericiyiz tamam, sen ilerisin de ne oldu? Uzaya mı çıktın? Bizim ezik muhafazakarlar bunların hepsini kabulleniyor. Sen işgalcilerin kitaplarını çocuklarına öğretiyorsun. Tarih felsefesi de öyle. İşgalcilerinizi tanıyamazsanız yine sizi işgal edecek. Tarih felsefesini de değerlendirirken iyi yanlarımızı ortaya koyduğumuzda kuru kuruya da övünmemek lazım deniliyor. Böylelikle aşağılıyorlar. Tarih felsefesi de toplumların ileriye ilerlemesini engelleyerek cesaretlerinin üzerine cıva döküyor. Heyecanımızı bitiriyor.

Bu kitapları değiştirmek mümkün değil mi? Akademinin içindesiniz tarih alanında kendi tarih felsefecilerimizi yetiştirmek mümkün değil mi?

Çok zor. Abdülhamid hakkında Sayın Cumhurbaşkanımız da yeri geliyor, çok güzel ifadeler kullanıyor. Abdülhamid Han Türk Tarih Kurumu’nun resmi tezine göre hala diktatördür. Cumhurbaşkanımız yeri geliyor, gözyaşıyla bahsediyor. O zaman Cumhurbaşkanımız bir diktatöre uyuyor. Bu bile değişmiyor. Heyecanla, yürekle, söyleyerek olur bu iş.

İslam ile alay edenlerin cenazesi camilere getirilmesin öneriniz nasıl karşılandı?

Bir televizyon programında bunun altını çizerek söyledim. Günahkarların, içki içenlerin, adam öldürenlerin demiyorum. Ama İslam ile alay edenlerin cenazesi gelemez. Ne münasebet, ben senin cenazeni kılmak zorunda mıyım? Bizim camilerimiz yol geçen hanı değil. Onlar dürüst iseler ölmeden önce vasiyet etmeliler. “Beni camiye götürmeyin.” diye. Ben burada haksız bir şey söylemiyorum. Belki üzülürüz yakınları sebebi ile. İnsan oldukları için üzülürüz.

Diyarbakır annelerinin HDP binasının önünde yapmış oldukları eylemi nasıl buluyorsunuz? Halk bunu desteklemeli mi?

Birkaç yıl içerisinde görebileceğimiz en muhteşem bir harekettir bu. Orduların hareketleri kadar kıymetli. Meral Akşener: “Onun yeri bir partinin önü değildir.” diyor. Bir parti diyor, HDP demiyor. Neden söylemiyorsun? Bu anneler buradan kalkınca HDP hedeften düşmüş olacak, senin HDP ile ortak bir paydan mı var? HDP üzerinden gittiklerini görenler var. Para kaybedilen yerde aranır. HDP üzerine nefret olacak. Bu nefreti neden yumuşatmaya çalışıyorsun? Oradan anneler kaldırılınca HDP’nin işine yarayacak. Sen İyi Partili değil misin? Muhteşem bir hamledir. Muhafazakarlar burada yarım ağızla konuşuyorlar. Cumartesi anneleri ne olacak? Burada terör örgütü kaçırmış, kendi rızaları ile gitmemişler. Orada terör örgütü üyeleri var, bunlar devletle savaşmaya gitmişler. Kulaklarından tutup sürüklenmişler, belki kimileri gönüllü gitmişlerdir. Biz annelerin beyanını alıyoruz. Devletle savaşan, çatışan kimilerinin adli sicilleri kabarık bunları nasıl aynı tutarsınız? Cumartesi anneleri ile bu anneleri nasıl bir tutarsınız? Ezik muhafazakarların dengesizliğini bir süre daha göreceğiz sanki. Şartlar durum ne ise o konuşulur.

Genelde Türkiye’de akademisyenler uzmanlık alanları da dahil olmak üzere pek çok kişiler çıkıp kamuoyuyla görüşlerini paylaşamıyorlar. Siz güncel meselelerde bile güçlü bir şekilde duruş sergiliyorsunuz. Sizi bu tavra yönelten şey nedir?

Estağfirullah. Bildiğimi konuşmayı çok isterim. Yapmaya da çalışıyorum ama öyleyim demiyorum. Bunun sebepleri var tabii. Ben bu ülkeden maaş alıyorum, çocuklarıma bunları yediriyorum. Bir sefer bildiğimi emin olduğumu söylemem lazım. Aldığım maaş bunu gerektiriyor. Aldığımı helal ettirmem lazım, kendime ve çocuklarıma bu bir. Az önce söylediğim gibi katlediliyoruz, öldürülüyoruz, cinayetler görüyoruz katilleri Batı ve bunu kimse söylemiyor. 300 sene geçmiş Lale Devri’nden bu yana, Batı bizi hem kültürel hem de fiilen sürekli katlediyor. Hala Batı eleştirilmez. Siz işgalci ve katil diye birilerini yakalıyorsunuz, bunlar hala bitmiyor, neden? Katil hala serbest. Hedefi göstermek lazım, kimse kimseyi kışkırtmadan çatışma dili oluşturmadan. Ama doğruların tamamını söyleyerek. Bunları fiilen gizlemiş oluyoruz. Üçüncü sebep de şu, ben okuyorum diye söylemiyorum ama aydınlarımız çoğu zaman okumuyor. Aydının kafasında şöyle bir klişe, daha hangi konuda sosyal ya da fen bilim hangi konuda mütehassıs olursa olsun annesinin karnından doğarken bir plaka yapıştırılıyor: “Batı güçlü, sen zayıfsın, haberin olsun.” Bu hissiyatla büyüyor. Bir değerlendirme yaparken korkuyor. O zaman oku. Ben Batı ile çatışmayı kendi içinde yaşadım. Batı’nın kendimce yanlışlarını yakaladıkça inanamadım. İkna olduktan sonra da şunu demeye başladım: “Bu münferit olaydır.” Batı’yı yine temize çıkarmaya çalıştım. Ama en sonunda yok dedim, bu barbar. Ama bizim aydınlarımız okumadığı için cesurca konuşamıyor. Rezil olma korkusuyla. O zaman oku. Okumuyor cehaletinden, sesini çıkaramıyor ne yazık ki. 

Gençlerimize kendi medeniyetimizi nasıl aktaracağız efendim?

Anne baba öncelikle hayatından dijitalleri en azından evde kontrol edecek. Telefon sosyal medya, anne babayı kullanmamalı. Çocuklarla planlı en az 1 saat veya yarım saat konuşulmalı. Sıradan konuşmalar olmamalı bunlar, bugün okulun nasıl geçti değil mesela. Dün çocuk okulda kalemtıraş kaybetmişti, arkadaşı aldı diye şüphe oluştu, öğretmen o konuyu çözecekti. Kalemtıraş meselesini nasıl çözdünüz? Çocuğun dünkü meselesini devam ettirmeli anne baba. Arkadaşlarınla pikniğe gitmiştin, nasıl geçti, güzel şeyler oldu mu? Nasıl geçti sorusu yetersiz. Neler yaptınız? Çocuk orada örnek olaylar anlatacak ve sizin yeni tavsiyeler yapmanızı sağlayacak. Ben ısrarla tavsiye ediyorum, çocuklarınızla lütfen konuşun bakın size neler anlatacak. Benim oğlum konuşurken şok oldum. Bizim ev otobana yakın, haliyle otobanın üstünden köprü geçiyor. Otoban köprüsüne kışın çıkıp kamyonlara büyük kartopu atıyorlarmış. Görünüşte masum görünüyor. Ama şoför direksiyonu hafif çevirse felaket olur. Hemen uyarıyorsunuz. Asla bağırmayın, bir daha anlatmaz yoksa. Çocuğun ilk yaptığı hata anne babanın hatasıdır. Anne baba anlayacak bir hatayı yapma arefesine girildiyse yarın karşısına çıkacak, dur ben bunu hatırlatayım denmelidir. Şu şekilde davranmak lazım dediğimizde de ben öyle dediğim için değil, şu sebeple yavrum denmelidir. İkinci hata çocuğundur belki. Bu hatayı duyar duymaz karşısına alıp gözlerinin içine bakıp sebep sonuçları ile birlikte anlatması lazım. Çocuklara zaman ayırması lazım, bu genellikle söylenir ama ayrılmaz. Karşısına alıp bütünüyle dikkatini ona verip ve o sırada geleneklerimizi de anlatarak. Kesinlikle dinimizi öğretmemiz lazım. Bizim yaptığımız hata şu, Allah sevgisini öğretiyoruz ama Allah korkusunu öğretmiyoruz. Allah korkusunu güya iyi niyetle öğretmemiş oluyoruz. Mesela biz talebelerimize sorular soruyoruz cevap verenlere iyi not veriyoruz vermeyenlere de iyi not veremeyiz yani ödül ve ceza. Ama dinimizi öyle bir anlatıyor ki anne baba, yaparsan iyi yapmazsan bir sorun yok diyor aileler, hayır bu böyle değil. Ben annemle yaşıyorum bazen anlaşamadığımız oluyor ama Allah’tan korktuğumdan ağzımı açamıyorum. Allah korkusu da olacak, sevgisi de olacak. Bu Pavlus’un getirdiği din gibi oluyor. Kendisi söylüyor: “Allah korkusuna gerek yok, İsa (as) çarmıhta bütün insanların günahını üstlenerek öldü. Ondan sonra hukuk bitti, yok. Hukuk ortaya çıktığında günah ortaya çıkıyor çünkü. Hukuk günah üretiyor, diyor. Ortadan tamamen kaldırıyor. Sevgi olacak.” diyor. Küçük yaşlarda çocuklarımıza Allah korkusunu öğretmemiz lazım, ileriki yaşlarda asla öğretemeyiz. Yaşatmak da lazım, namaz kıldırmak, çocukları ona göre giydirmek. Çevresini de bizim örmemiz lazım. Yanlış kişilerle arkadaşlık yapmasına mani olmalıyız.

 

Çok teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

30.09.2019 Yeni Akit

Bu yazı toplam 1271 defa okunmuştur.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim