• İstanbul 19 °C
  • Ankara 13 °C

Prof. Dr. Abdulhakim Koçin: Mehmed Âkif Ersoy’un Hayatı ve İstiklâl Düşüncesi

Prof. Dr. Abdulhakim Koçin: Mehmed Âkif Ersoy’un Hayatı ve İstiklâl Düşüncesi

Mehmed Âkif, Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı’nın acılarını derinden yaşamış; yazıları, şiirleri, vaazları ve mitingleri ile Millî Mücadele’ye aktif ola­rak katılmış; Osmanlı Devleti’nin yıkılışına ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ku­rulmasına şahitlik etmiş müstesna bir isimdir. O, yaşadığı dönemin mahir bir muharriri, ünlü bir şairi, coşkulu bir hatibi, dürüst bir mebusu; cesur, dindar ve fedakâr bir Millî Mücadele kahramanıdır.

Millî Mücadele’nin sürdüğü dönemde düzenlenen İstiklâl Marşı yarışma­sında yazmış olduğu şiir, 12 Mart 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından “Millî Marş” olarak kabul edilmiştir. Mehmed Âkif, İstiklâl Marşı yarışmasında şiiri millî marş olarak kabul edildiği için kendisine tevdi edilen 500 lirayı ihtiyacı olduğu hâlde almayıp o dönemde savaş nedeniyle yetim ka­lan çocukların ve mağdur ailelerin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kurulan Darülmesaî’ye bağışlayarak herkesin gösteremeyeceği bir fedakârlık örneği sergilemiştir (Sebîlürreşâd, 21 Mart 1337: 38).

İstiklâl Marşı’nın kabulünün üzerinden yüz yıl geçtikten sonra TBMM Başkanı Prof. Dr. Mustafa Şentop’un imzası, Türkiye Büyük Millet Meclisinde grubu bulunan bütün partilerin ortak mutabakatı ve TBMM Genel Kurulu’n- da yapılan oylama sonucunda 7261 sayılı Kanun’un 34. maddesine eklenen geçici 1. madde ile 2021 yılı “İstiklâl Marşı Yılı” olarak kabul edilmiştir. 6 Mart 2021 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanlığının 2021/6 sa­yılı Genelgesiyle de 2021 yılının “Mehmed Âkif ve İstiklâl Marşı Yılı” olarak anılması ve yıl boyunca bu kapsamda yapılan etkinliklerin en iyi şekilde ger­çekleştirilmesi için ihtiyaç duyulacak her türlü destek, yardım ve kolaylığın tüm kamu kurum ve kuruluşlarınca geciktirilmeksizin öncelikli olarak yerine getirilmesi talimatı verilmiştir.

2021 yılının “İstiklâl Marşı Yılı” ilan edilmiş olması Mehmed Âkif Er- soy’un Millî Mücadele’deki gayretine ve fedakârlığına gösterilmesi gereken vefa borcunun bir ifasıdır ve ayrı bir değeri vardır. Ne var ki Mehmed Âkif, seveni kadar sevmeyeni de olan, şiirleri en çok okunan, maddi serveti olmayan ama manevi serveti bütün millete yeten, hakkında çok kitap yazılmış olmasına rağmen hakikatte henüz tam bilinmeyen meşhur bir insandır ya da kısaca bir “bilinmez meşhur”dur.

Yükseköğretim Kurulu Başkanlığının tez tarama kataloğuna (https://tez. yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/) bakıldığında Mehmed Âkif Ersoy ve eserleriyle ilgili çeşitli üniversitelerde birkaç yüksek lisans tezinin hazırlandığı görülür. Anılan katalogda doktora düzeyinde de aşağıda sıralanan tezler hazırlanmıştır:

1.Günay Khalilova, Mehmed Âkif Ersoy ve Mirze Elekber Sabir Arasın­da Bir Karşılaştırma, Ankara Üniversitesi, SBE, Doktora Tezi, Ankara, 2019.

2.Mustafa Uluçay, Mehmed Âkif Ersoy’un Eserleri Üzerinde Dil ve Üslup İncelemesi, İstanbul Üniversitesi, SBE, Doktora Tezi, İstanbul, 2014.

3.Arzu Şeyda, Mehmed Âkif Ersoy’un Safahat’ında Söz Dizimi, Atatürk Üniversitesi, SBE, Doktora Tezi, Erzurum, 2011.

4.Dinara Duisebayeva, Mehmed Âkif Ersoy’un ‘Safahat’ ve Muhtar Ave- zov’un ‘Abay Yolu’ Adlı Eserinin Tema Bakımından İncelenmesi, Gazi Üniversitesi, SBE, Doktora Tezi, Ankara, 2008.

5.Nazım Elmas, Mehmed Âkif Ersoy (Sanatı ve Sanat Anlayışı-Üslubu), Ondokuz Mayıs Üniversitesi, SBE, Doktora Tezi, Samsun, 2097.

6.Fazıl Gökçek, Mehmed Âkif Ersoy’un Şiiri Üzerinde Bir İnceleme, Ege Üniversitesi, SBE, Doktora Tezi, İzmir, 1995.

Yüksek lisans ve doktora düzeyinde yapılan bu çalışmalar tabii ki önemli ve değerlidir. Yüksek lisans düzeyinde yapılan tezlerin akademik hayatın ilk

 

basamağı olmaları nedeniyle nitelikleri ve nicelikleri değerlendirilmeye tabi tutulmasa da doktora düzeyinde yapılan çalışmaların hem nicelik hem de nitelik bakımından yeterli olmadıklarını burada belirtmek gerekir. Yukarıda sıralanan doktora tezlerine bakılacak olursa tezlerden ikisinin yabancı, dör­dünün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı araştırmacılar tarafından hazırlandığı; yabancılar tarafından hazırlanan iki tezin karşılaştırmalı çalışmalar, diğer dört tezin ise genel anlamda Mehmed Âkif’in sanatı, dili ve üslubu üzerine yapıl­mış çalışmalar olduğu görülür. Ne yazık ki onun dindar kişiliği, kahramanlığı, fedakârlığı, dürüstlüğü, sadakati, mücadele azmi üzerine doktora düzeyinde henüz bir çalışma yapılmamıştır. Millî Mücadele’nin manevi kahramanı olan Mehmed Âkif ile ilgili yeterli ve derinlikli romanlar yazılmamış, sinema film­leri yapılmamış, belgeseller çekilmemiştir.

Onun eserinin ismi olan Safahat; safhalar, devreler, dönemler, aşamalar demektir. Millî Mücadele Dönemi’nde hangi safhalardan geçtiğimizi, hangi sıkıntıları aştığımızı anlatan bu eserinin dinî, tarihî, siyasi, sosyolojik ve psi­kolojik tahlilleri üniversitelerimizde doktora düzeyinde incelenmemiştir. Safa- hat’ın salt bir şiir kitabı olmadığının, aynı zamanda muazzam bir siyasetname olduğu gerçeğinin henüz farkına bile varılamamıştır.

İşte bu çalışmada ileride yapılacak çalışmalara bir başlangıç olsun diye bu “bilinmez meşhur” Mehmed Âkif Ersoy ve onun istiklâl düşüncesi anlatılmaya çalışılacaktır.

Mehmed Âkif Ersoy’un Hayatı

Mehmed Âkif’in TBMM arşivinde bulunan sicil dosyasındaki tercüme-i hâl belgesinde onun 1873 yılında İstanbul’da doğduğu, babasının Fatih mü­derrislerinden İpeklizâde Mehmet Tahir Efendi, annesinin Buharalı bir hanım olduğu belirtilmiştir. Söz konusu belgede ayrıca, Mehmed Âkif’in medresede, mülkiye idadisinde ve baytar mektebinde eğitim gördüğü; Arapça, Farsça ve Fransızca bildiği; evli ve Sebîlürreşâd Başmuharriri olduğu, 29 Aralık 1936’da İstanbul’da vefat ettiği bilgileri yer almaktadır (Vefat tarihi sehven farklı yazıl­mıştır. Mehmed Âkif Ersoy’un vefat tarihi 27 Aralık 1936’dır.).

Sözü edilen belgenin, “Hayatının türlü değişikliklerine ait tamamlayıcı bilgiler” başlığında da şöyle denmektedir:

“İlk tahsilini Fatih müderrislerinden pederi Mehmet Tahir Efendi’den okumuş. Mülkiye İdadisi’ni de bitirerek Baytar Mektebi’ne devam etmiş ve Baytar Mektebi’ni de birincilikle bitirerek Orman ve Maadin Neza­retine memur olmuştur.

Edebiyata merakı olan bu zat Edebiyat-ı Cedîde’ye intisap ederek Ser- vet-i Fünûn, Sırat-ı Müstakim (Sebilürreşad) ve sair mecmualara yazı yazmağa başlamış; Darü’l-hikmetü’l-İslamiye cemiyetine girerek Baş­kâtipliğe tayin edilmiş ve kendisini Arabistan ve Almanya’ya gönder­mişlerdir.

Büyük Harp’ten sonra Sebilürreşad Başmuharrirliği yaparken Anado­lu’ya geçerek Birinci Büyük Millet Meclisine Burdur Milletvekili olarak katılmıştır.” (TBMM Arşivi, Milletvekili Özlük Dosyası).

“Devlet-i Âliyye-i Osmaniye Tezkiresidir” başlığında yer alan nüfus cüz­danındaki bilgilere göre de isminin Mehmed Âkif Efendi, babasının isminin Tahir Efendi, annesinin Emine Şerife Hanım, doğum tarihinin 1290 (1873), doğum yerinin Bayramiç, milletinin İslam, sanat sıfatının Orman Nezareti’n- de Baytar Müfettişi, medenî durumunun evli olduğu bilgileri yer almaktadır (www.evliyazadevakfi.com/mehmet-Âkif-ersoy-kimdir/).

Mehmed Âkif’in Birinci Büyük Millet Meclisinde Burdur Milletvekili ol­ması, Meclisin Ankara’da toplanmasından bir gün sonra Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal’in yazılı talimatı üzerine gerçekleşmiştir. Mustafa Kemal tarafından Konya’da 12. Kolordu Kumandanı Fahreddin Beyefendi’ye hitaben gönderilen 24.04.1936 tarihli yazıda şöyle denmektedir:

“Konya’da 1. K.K. Fahreddin Beyefendi’ye,

İstifadesinde musırr bulunan Burdur Livası Büyük Millet Meclisi aza­sından ve Ahz-ı Asker Reisi Miralay İsmail Beyefendi’nin yerine liva-yı mezkûr Büyük Millet Meclisi azalığına Ankara’da bulunan Şair Meh- med Âkif Efendi’nin intihabının temin ve neticenin iş’ar buyurmasını rica ederim.

Büyük Millet Meclisi Reisi

Mustafa Kemal /İmza” (ATASE, Belge 1: 1-70).

Bu yazı üzerine Burdur Milletvekili olarak aday gösterilen Mehmed Âkif, mazbatasında yer alan bilgilere göre yapılan seçimde kullanılan 58 oyun tama­mını alarak ittifakla Burdur Milletvekili seçilmiştir (TBMM Arşivi, Milletve­kili Özlük Dosyası).

Mehmed Âkif, milletvekilliği döneminde sadece yasama faaliyetiyle ye­tinmemiştir. Millî Mücadele’nin sürdüğü dönemde pek çok vilayete gidip vaaz ve konferanslar vermiş, milleti Millî Mücadele’ye inandırmaya ve bu müca­delede yer almaya çağırmıştır. Nitekim 4 Teşrinievvel 336 (4 Ekim 1920) tari­hinde Büyük Millet Meclisi Riyaset-i Celilesine verdiği dilekçede millete Millî Mücadele’nin önemini anlatmak için Kastamonu havalisine gitmesinin faydalı olduğunu belirtip izin talebinde bulunmuştur.

Mehmed Âkif’in bu talebi, Müdir-i Umumî tarafından Büyük Millet Mec­lisi Riyaset-i Celilesine arz edilmiş ve 6 Teşrinievvel 336 (6 Ekim 1920) tarihin­de Divan Kararı çıkarılarak bir buçuk ay izinli sayıldığı Heyet-i Umumiye’ye bildirilmiştir (TBMM Arşivi, Milletvekili Özlük Dosyası). Onun bu görevde iken Kastamonu’daki Nasrullah Camii’nde ve Karesi’deki Zağanos Paşa Cami- i’nde verdiği vaazları büyük ses getirmiş, vaazlarının metinleri basılarak mem­leketin pek çok iline gönderilmiştir.

Mehmed Âkif ayrıca, Millî Mücadele’yi anlatması için Teşkîlât-ı Mahsusa tarafından Rumeli, Arnavutluk, Arabistan ve Anadolu’nun daha pek çok yeri­ne gönderilmiş, bu vazifelerini de başarıyla yerine getirmiş ve bu uğurda hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Mehmed Âkif, I. Dünya Savaşı yıllarında Alman­ya’da esir alınan Müslüman askerlerle iletişim kurulabilmesi için Almanya’nın talebi ve Teşkilat-ı Mahsusanın görevlendirmesi üzerine Almanya’ya, ardından yine aynı teşkilatın görevlendirmesiyle Necid’e gönderilmiştir.

Millî Mücadele zaferle kazanıldıktan sonra da 1923 yılının Ağustos ayında milletvekili seçimleri yenilenmiş ve yapılan milletvekili seçimlerinde Mehmed Âkif aday gösterilmediğinden milletvekilliği 12.07.1339 (12.07.1923) tarihin­de son bulmuştur (TBMM Arşivi, Milletvekili Özlük Dosyası).

Mehmed Âkif, İstanbul Polis Müdürlüğü tarafından 5 Teşrinievvel 1341 (15 Ekim 1925) tarihinde verilen pasaportla Mısır’a gitmiş ve oraya yerleş­miştir. Mısır’a yerleştikten sonra eşi İsmet Hanım’a gönderdiği mektuplardan büyük maddi sıkıntılar yaşadığı anlaşılmaktadır. Nitekim TBMM arşivinde muhafaza edilen İstiklâl Mahkemeleri dosyalarından (Ankara İstiklâl Mah­kemesinde yargılanan damadı Ömer Rıza [Doğrul]’ya ait dosyadan) çıkan ve proje koordinatörlüğümüzde yayına hazırlanıp TBMM tarafından basılan “Kabulünün 100. Yılında Millî Mutabakat Metnimiz İstiklâl Marşı ve Mehmed Âkif Ersoy / Belgeler” adlı çalışmamızda (Koçin et. al., 2021) da yer verilen 30 Teşrinisani 341 (30 Kasım 1925) tarihli mektubunda Mehmed Âkif Bey şöyle der:

“... Havalar burada hâlâ yaz. Orası nasıl? Hesapça şimdi Fuad Şemsi Bey aylığı göndermiş olacak. Aman bir parça kömür edindikten sonra borçlara yavaş yavaş serpiştirmeye bak! Bir sene kadar dişinizi sıkarsa­nız inşaallah ilerisi geniş olur. Zaten civarımızdaki borçları temizleye- bilsek ötekileri yavaş yavaş verilebilir. Ben buradan yardım edebilmek için çok düşünüyorum lakin imkânı yok. Üç lira çocuğun yol masrafı, iki lira çamaşır, traş, posta ve saire masrafına gidince aylık bitecek. Ma­mafih bu beş lira da son derecede tasarruf edilmek şartıyla idare eder. Her ne ise Allah’a bin şükür olsun beylerden, paşalardan âlâ yaşıyoruz. Maksat şu borçların çaresine bakmak.” (TBMM Arşivi, IM_T3_K085_ D172-38_G278_0007).

Mehmed Âkif, hanımı İsmet Hanımefendi’ye gönderdiği bir başka mektu­bunda da yine benzer sıkıntılardan ve damadı Ömer Rıza Bey’in polis müdüri­yetine götürüldüğünden bahsetmektedir:

“İsmet,

Fırtınadan bizim evin beşik gibi sallandığını yazmıştın da ben onu mü­balağa zannetmiştim. Halbuki sonradan aldığımız haberlerde otuz kırk yıldan beri emsali görülmemiş havalar estiği bildiriliyordu. Her ne ise geçmiş olsun.

Burada çıkan gazetelerden biri Ömer Rıza Bey’in Polis Müdüriyetine götürüldüğünü yazıyor. Bu bâbda bana malumat veriniz. Vakıa Rıza Bey’in mesuliyeti mucip hareketlerde bulunmayacağından şüphem yok. Lakin herhâlde meraktan kurtulmak için sizden bir iş’ar bekliyorum.

Sizin henüz kömür alamadığınızı düşündükçe müteessir oluyorum. İnşaallah iki üç yüz okkalık bir araba olsun tedarik edebilmişsinizdir. Buradan benim yardım etmekliğim şimdilik kabil olmayacak. Bilirsin ki imkânı olsa hiç durmam. Artık sen idarenin yoluna bakmalısın. Va­kıa borç da çok...

İnsan bir felaketin vuku bulmaması için elinden geldiği kadar çalışmalı şayet vuku bulursa bu sefer onun refahı için elinden geldiği kadar çalış­malı. Eğer çaresi olmayan dertlerden ise beyhude yanıp yakılmakta hiç mana yoktur.” (TBMM Arşivi, İM, T-3,85-175/18-278-14).

İsmet Hanım’ın eşi Mehmed Âkif Bey’e yazdığı cevapta söz konusu habe­rin doğru olduğu, kendisine duyulan hasret ve bu olayın dışında kendilerinin bir sıkıntılarının olmadığı dile getirilmiştir:

“Âkif Beyciğim,

Buralarda ekseriya havalar lodos gidiyor. Deniz ile alakadar olmadı­ğımızdan bundan bir şikâyetimiz yok. Bilakis kömür cihetinden isti­fade ediyoruz. Bu yakınlarda ben hafif bir hastalık geçirdim. Şimdiki hâlde iyiyim. Yalnız fazla zayıfım. Çoluk çocuk cümlemiz iyiyiz. Sizin de afiyette dâim olmanızı temenni ederiz. Allah’a şükür yakın zamana kadar hiçbir gailemiz, hiçbir endişemiz yoktu. Yalnız sizden ayrı uzak bulunmak bizi müteellim ediyordu. Fakat bu iftirak bizim için artık adeta bir eski, hemhâl bir aşina gibi idi. Onunla ünsiyet etmiş gibi idik. Bahusus muntazaman gelen mektupla, afiyet haberleriniz ile teselli bulmakta idik. Sizin de duyduğunuz o hadise olmasa idi hayatımız­dan hiçbir şikâyetimiz yoktu.” (TBMM Arşivi, IM_T3_K085_D172- 38_G278_0013).

Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığından (BCA) temin edilen bazı belgelerden, Mehmed Âkif’in Mısır’da başka sıkıntılar da yaşadığı, Türki­ye’de olduğu gibi Mısır’daki her hareketinin de hükûmet tarafından yakından takip edildiği ve hareketlerinin belgelerdeki kayıtla “irtica” kapsamında değer­lendirilip soruşturulduğu anlaşılmaktadır. Örneğin Dâhiliye Vekili N. S. Çıtak imzasıyla İstanbul Valiliğine hitaben gönderilen 26.6.1936 tarihli yazıda “Şair Âkif’in İstanbul’a geldiği gazetelerde okunmuştur. Ne zaman geldiğinin, geliş se­bebinin ve durumunun tetkîki ve takibini rica ederim.” denmektedir (BCA-121- 10-0-0/2-6-1).

İstanbul Valiliğinin biri 28 Ağustos 1935, diğeri 6 Eylül 1935 tarihli iki ra­poru ile Kahire Elçiliğinin 29 Temmuz 1936 tarihinde “Emniyet İşleri Umum Müdürlüğüne”; Şam Konsolosu’nun 5 Ağustos 1936 tarihinde “Dâhiliye Vekâ­leti Emniyet İşleri Umum Müdürlüğüne”; Halep Konsolosu’nun 20 Ağustos 1936 tarihinde “Emniyet İşleri Umum Müdürlüğüne”; Kudüs Konsolosu’nun 20 Ağustos 1936 tarihinde “Emniyet İşleri Umum Müdürlüğüne”; Beyrut Baş- konsolosu’nun 29 Ağustos 1936 tarihinde “Emniyet İşleri Genel Müdürlüğü­ne” hitaben gönderdikleri raporlara (BCA-121-10-0-0/2-6-1) bakılacak olursa yukarıda belirtilen tetkik ve takibin uzun süreli olduğu görülür.

Ancak Mehmed Âkif ile ilgili gönderilen bu raporlarda verilen bilgiler bazen farklı bazen de çelişkilidir. Söz konusu raporların bazılarında Mehmed Âkif’in hükûmet aleyhinde menfi propaganda yaptığı; muhaliflerle görüştüğü; hilafetten, medrese ve tekkelerden bahsedip Türk inkılapçıları tekfir ve tel’in ettiği belirtilirken bazılarında da münzevi ve mütevazı bir hayat yaşadığı, re­jim aleyhinde en ufak bir eleştirisinin olmadığı belirtilmektedir.

Dâhiliye Vekâletinin talimatı üzerine İstanbul Valiliğinin Mehmed Âkif hakkında yaptığı 28 Ağustos 1935 tarihli tetkikat ve tahkikat ile ilgili yazıda şu bilgiler yer almaktadır:

“3- İslam şairi Âkif’in hilafet propagandası:

Bir zamandan beri Mısır’da ihtiyari ikamet eyleyen İslam şairi un­vanıyla maruf Safahatçı şair Âkif, üç haftadır Antakya ve civarında dolaşmaktadır. Âkif, Antakya’ya maruf Arapçı Türklerden Cemil Bey Berekât tarafından davet edilmiştir. Cemil Bey Berakât, Suriye devleti­nin sâbık reisi ve hâlihazırda Suriye Meclis-i Mebûsan Reisi Arap vata­nilerinden Suphi Berekât’m küçük biraderidir...

Şair Âkif, Antakya’da hep eşrâf ile düşüp kalkmaktadır. Şerefine birçok ziyafetler verilmiştir. Antakya eşrâfının hemen hepsi ya Arap milliyetçi-

si veya Fransız uşağıdır. Binaenaleyh bu iki grup da İslamlık ve hilafet meselelerinde pek mutaassıptırlar.

Şair Âkif, bu içtimalarda ulu orta hilafetten, hilafetin lüzumu, şer’î ve aklî ve siyasisinden bahsetmektedir ve her vesile ile Ankara hükâmeti erkânını tenkid ederek şeair-i İslamiye ve adat-ı mütahassene-i kavmi- yeyi mahv u heder eylediklerini söyleyerek hilafet lehinde ve bahusus halife Abdülmecid lehinde pek müessir propagandalarda bulunmakta­dır... Ve orada hemen hemen yalnız Türkiye’den, hilafetten, medrese ve tekkelerden bahsolunarak Türk inkılapçıları tekfir ve tel’in olunu­yorlar.

Şair Âkif, Abdülmecid’den bahseylerken onu medh u senâ sadedinde demiştir ki ‘Halife, ecnebi devletlerinden birçoğu tarafından defaatle muavenet teklifine maruz kaldı. Fakat bir ecnebi ve gayri Müslim or­dusu marifetiyle ecdadının tahtına ve peygamberin postuna oturmağı bir zül, bir günah sayan halife bu tekliflerin hepsini reddeyledi. O ancak Türk ve Müslüman omuzuna ittikâ ederek makâm-ı meşruuna çıkmak istiyor, bugün de uzak değildir.’. Şapka ve Türkçe ezan hakkında bir­çok kimseler şair Âkif’ten re’yini sormuş o da ‘Şapka giymek, doğrudan doğruya Avrupalı’ya benzemek maksadıyla yapıldığı gibi tamamen kü­fürdür. Türkçe ezan ise katiyyen mekruhtur. Namaz câiz değildir. Latin hurufatı ise ilham-ı Kur’an-ı Kerim’i tağyir eylediği cihetle şer’an mek- ruhdur. Aynı zamada Türk Müslümanla Arap Müslümanı birbirinden ayıran bu üç bid’at-ı seyyie menkul vech haram, mezmûm ve mekruh­tur.’ cevabını vermiştir.” (BCA-121-10-0-0/2-6-1).

6 Eylül 1935 tarihli raporda da şu bilgilere yer verilmiştir:

“. Şair Âkif, Antakya’da pek mühim bir tesir husule getirmiş, adeta Türkiye idare-i hazırası aleyhinde zehirler saçmıştır. Şair olması, dinî malumatı bulunması, Türkiye Darülfünununda hocalık ve Ankara Bü­yük Millet Meclisinde mebusluk yapması ve İstiklâl Marşının nâzımı sıfatını taşıması itibarıyla her söylediği söz fevkalâde bir dikkat ve tesir husûle getirmiştir.

Şair Âkif, Türkiye ricalinden de yegân yegân bahsederek Atatürk hak­kında demiştir ki ‘Rauf Bey, Türkiye’ye avdet eylemiş, fakat kabil değil bir mevki ihrâz edemez. Zira Fevzi Paşa, Rauf Bey’i çekemez. Çünkü Gazi Paşa defaatle hayatını, şerefini ve mevkiini Rauf Bey’e medyûn- dur. Topal Osman vakasında, Sivas Kongresi zamanlarında kaç kere Rauf Bey, Gazi’yi kurtarmıştır. İşte bu minnettarlık makûs bir netice vermiş ve iyilik yapacak yerde Rauf Bey’i mahve çalışmıştır.’

Şair Âkif, halife meselesine dair dinî birçok adla ve ahkâm zikrederek ilgâ-yı hilafeti en büyük bir dinsizlik addeylemiş ve mahaza ‘Çok geç­meyerek halife makamına avdet edecektir.’ demiştir.” (BCA-121-10-0- 0/2-6-1).

Ancak Kahire Elçiliğinin Mehmed Âkif’in Kahire’deki faaliyetlerine dair Emniyet İşleri Umum Müdürlüğüne gönderdiği yazıdaki bilgiler, yukarıdaki bilgileri doğrulamamaktadır. Kahire Elçiliği Kâtibi Kâzım Hastekim imzalı ve 29 Temmuz 1936 tarihli yazıda şu bilgiler yer alır:

“23 Temmuz 1936 tarih ve 95/81 numaralı yazımda da arz eylediğim veçhile geçen sene çok hasta olan Mehmed Âkif, doktorların tavsiyesi üzerine berâ-yı tebdîl-i hava Suriye’ye gitmişti. Üç seneye yakın Kahi- re’de bulunduğum müddetçe diğerlerinin olduğu gibi şair Âkif’in hâl ve vaziyetini de daima göz önünde bulundurdum. Hilvan’da Prens Abbas Halim Paşa’nın dairelerinden birinde bilâ ücret ailesiyle birlikte oturan şair Âkif’in gayet münzevi yaşadığı ve ekseri zamanları gerek kendinin ve gerek ailesinin hastalığı ile geçtiği ve Mısır Darülfünununda ücretle edebiyat dersi verdiği ve bu hizmetine mukabil eline ancak yirmi Mısır lirası kadar para geçtiği ve bu para ile de son derecede zaruret ve müzâ- yaka içinde yaşadığı bi’t-tahkik anlaşılmıştır. Rejimimiz aleyhinde ve bilhassa Hilâfet lehinde propaganda yaptığı, en ince tahkîkatıma göre burada vaki olmamıştır. Kahire’de ‘yüz ellilik’ ve muhaliflerle de düşüp kalktığı tespit edilememiştir. Eğer rejimimize karşı en ufak bir hâl ve hareketi görülmüş ve duyulmuş olsaydı çok evvelden yüce makamları­na arz edeceğim bedihidir.” (BCA-121-10-0-0/2-6-1).

Mehmed Âkif, yakalandığı kanser illetinden dolayı 16 Haziran 1936 tari­hinde İstanbul’a dönmüştür. Ancak Mehmed Âkif’in bu dönüşü de Dâhiliye Vekâleti tarafından merak edilmiş ve şüphe ile karşılanmıştır. “Emniyet İşleri Emniyet Müdürü” imzasıyla “Millî Em. H. Reisliği’ne” hitaben yazılan yazıda bu durum şu şekilde ifade edilmektedir:

“Yurdumuza dönen ve tedavi için yattığı hastaneden çıkıp Beyoğlu’n- da Mısır Apartmanı’nın beşinci katında Abbas Hilmi Paşa ailesinden Prenses Emine’nin vekili Avukat Fuad’ın yanında oturan Şair Mehmed Âkif’in hariçle yapacağı muhaberesini lütfen kontrol ettirilmesine mü­saadelerini saygı ile arz ve rica ederim.” (BCA-121-10-0-0/2-6-1).

Dâhiliye Vekili N. S. Çıtak imzasıyla İstanbul Valiliğine gönderilen 21.7.1936 tarihli yazıda Mehmed Âkif’in, evinde kaldığı Prenses Emine ve avukatı Fuat ile ilgili olarak da inceleme yapılması istenmiştir:

“Şair Mehmed Âkif’in, yanında kaldığı bildirilen Avukat Fuat’la Pren­ses Emine’nin sarih hüviyet, seciye, siyasal durum ve geçmişleri hakkın­da bilgi verilmesini rica ederim.” (BCA-121-10-0-0/2-6-1).

İstanbul Valisi N. Salih Kılıç imzasıyla 28.12.1936 tarihli şifre ile Emni­yet İşleri Umum Müdürlüğüne gönderilen yazıda “Şair Mehmed Âkif, 27.12.1936’da ölmüştür. Cenazesi 28.12. 1936’da Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’ndan kaldırılarak namazı Bayazıt Camii’nde kılındıktan sonra Edirnekapı Mezarlığı’na defnedilmiştir.” bilgisi arz edilmiştir (BCA-121-10-0-0/2-6-1).

İstanbul Valisinin aynı tarihli şifreye ek olarak “Yüksek İç Bakanlığa” hi­taben yazdığı raporda cenaze merasimine kimlerin katıldığı, mezarlıkta alçı ile yüzünün kalıbının alınmış olduğu ve merasime katılanlardan bazılarının Mehmed Âkif’ten sitayişle bahsettiği şeklinde detay bilgiler de verilmiştir (BCA-121-10-0-0/2-6-1).

Mehmed Âkif ile ilgili takibat onun vefatından sonra da devam etmiş; üniversite öğrencileri ve bazı sivil toplum kuruluşları tarafından seneidevriye- lerinde yapılan toplantı vb. etkinlikler dikkatle takip edilip raporlandırılmış ve bu raporlar ilgili makamlara gönderilerek bazı öğrenci ve sivil toplum kuruluş­ları hakkında adli işlemler gerçekleştirilmiştir.

Millî Mücadele’nin zaferle kazanılmasından ve Cumhuriyet’in ilan edil­mesinden sonra bu mücadelenin manevi cephesinin önde gelen ismi Mehmed Âkif’in Mısır’a yerleşmesi bu alanda çalışma yapan araştırmacıların üzerinde durduğu önemli konulardan biri olmuştur. Bu araştırmacılardan biri olan M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif’in 1925’te Mısır’a yerleşmesine ilişkin şu de­ğerlendirmede bulunur:

“Mehmed Âkif’in, vatanını terk ederek bir daha dönmemecesine Mı­sır’a gidip, ‘ihtiyar-ı gurbet’ etmesinin gerçek sebebi, ‘rejim düşmanı’ sayılarak polis tarafından takip altına alınmış bulunmasıdır.” (Düzdağ, 2003: 14).

M. Ertuğrul Düzdağ, bu iddiasını Mehmed Âkif’in yakın arkadaşlarından Neyzen Tevfik’in kardeşi ve Millî Mücadele yıllarında Ankara’da Mehmed Âkif ile kalmış olan veteriner arkadaşı Şefik Kolaylı’nın 31 Aralık 1950 tarihinde yaptığı konuşmadaki şu sözleri ile pekiştiriyor:

“Pendik Bakteriyolojihânesi Müdürü idim. Âkif bana geldi. Yanın­da Prof. Fazlı Yegül de vardı. Yarın Mısır’a gideceğini ve arz-ı vedâa geldiğini söyledi. Çocuklarının tahsil ve terbiye çağı olduğunu, şimdi Mısır’a gitmekle çocuklarının tahsillerinin sekteye uğraması muhtemel bulunduğunu ileri sürerek kararından vazgeçmesinde ısrar ettik. Âkif, büyük bir hüzün ve te’essür içinde dedi ki, ‘Arkamda polis hafiyesi gez­diriyorlar. Ben, vatanını satmış ve memleketine ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum.” (Düzdağ, 2003: 15).

Mehmet Kurtoğlu da Mehmed Âkif’in Mısır’a yerleşmesi ile ilgili M. Er- tuğrul Düzdağ ile benzer değerlendirmelerde bulunur:

“Âkif, Millî Mücadele’nin kazanılması ve Cumhuriyetin kurulması ile birlikte mefkûresinin gerçekleşmediğini görmüş, büyük bir hayal kırık­lığı yaşamıştır. Ankara’da 1922’de Mısır’a gitmeden önce kaleme aldığı

Leyla şiiri, onun bu dönemde yaşadığı ruh halini ele veren şiirlerinden- dir. Âkif bu şiirinde,

‘Barındırmaz mısın koynunda ey toprak?’ derim, ‘yer pek’, Döner imdâdı gökten beklerim, heyhât, ‘gök yüksek’.

diyerek başlayan mısralarıyla ruhî ıstıraplarını dile getirmiştir. Zira ‘İs­tiklâl Harbi sonunda kurulan yeni Türkiye’nin dayandığı laik esaslar, onun yıllardan beri bağlandığı, hiçbir hadisenin sarsmadığı idealinin gerçekleşme ümidini kırmış, onu adeta bir ışık dünyası içinde yaşatan bu idealin tam da gerçekleşeceğini umduğu bir zamanda sönüvermesi, hayal sukutu, içinden çıkılmaz bedbinliklere düşürmüştür.” (Kurtoğlu, 2016: 334-35).

M. Ertuğrul Düzdağ gibi Mehmet Kurtoğlu da iddiasını onun yine Millî Mücadele Dönemi’ndeki yakın arkadaşlarından Hasan Basri Çantay’ın anlat­tıklarından hareketle pekiştirir:

“Bu konuda yakın dostu Hasan Basri Çantay’ın anlattıkları önemlidir. ‘Çanakkale zaferinin yıldönümüdür... Bir tören yapılıyor... Çanakkale şehitleri anılacak. Zamanın meşhur zibidi şairi kürsüye geliyor, ‘ma­alesef’ diyor; Çanakkale şehitleri için güzel, şehitlerimizin şanına layık bir Türk şairi tarafından şiir yazılmadı. Çanakkale destanını yazan maalesef Türk değildir. Çaresiz Türk olmayan bir adamın şiirini oku­yacağız’ yâvesini savuruyor istemeye istemeye Âkif’in şiirini okuyor. Merhum bu hadiseyi duyar. Çok pek çok müteessir oluyor; o kadar ki koskoca adam bir çocuk gibi ağlıyor. Çanakkale şehitlerinden onu ayırmak, sen Türk değilsin demek... Tahkir etmek. Âkif’in en hassas yerine, en hassas teline dokunmak. Bu hareket ve hakaret, zamanın zamane şairi, devlet şairi, resmi şair tarafından yapılmış. Tam o sı­rada da gençliğinin kısm-ı azamını hamamda geçirmiş yazar, CHP’nin resmî gazetesinde bir başmakale yazmış. Âkif’e, ‘Hadi git artık, sen kumda oyalan!’ demiş. Âkif bunu da okuyor. Ve artık Türkiye’de du­ramıyor.” (Kurtoğlu, 2016: 36).

Yukarıda örnek olarak yer verilen resmî yazılar ile TBMM Arşivi’ndeki İstiklâl Mahkemeleri belgeleri arasında çıkan kendisine ve eşine ait mektup­lardan ve bu konuda yazılan bazı kitap ve makalelerden anlaşıldığı kadarıyla Mehmed Âkif’in daha önce birkaç kez değişik sebeplerle ve geçici sürelerle ziyaret ettiği Mısır’a Millî Mücadele kazanıldıktan ve yeni bir devlet kurul­duktan sonra gidip yerleşmesi ve orada on yıl kaldıktan sonra ancak ağırlaşan hastalığı nedeniyle 16 Haziran 1936 tarihinde İstanbul’a dönmesi bir görev icabı değil, bir zorunluluktan ve Cumhuriyet’in ilanından sonraki dönemde yönetime olan küskünlüğünden ya da yönetime olan güvensizliğinden kay­naklandığı anlaşılmaktadır.

Mehmed Âkif’in İstiklâl Düşüncesi

İstiklâl, Arapça “killet”ten gelir. “Kendi başına olma, kimseye tabi olmayıp kendi kendine olma; az görme, azımsama” (Şemseddin Sami,?: 103); “yalnızlık” (Ahteri Mustafa Efendi, 2009: 441) gibi anlamları vardır.

“İstiklâl” kelimesi, Tanzimat ile birlikte bağımsızlık, kimseye bağlı bu­lunmama, ölümden korkmadan kendini tehlikeye atma, tehlikeli işlere yiğitçe atılma gibi anlamlarda kullanılmaya başlanmıştır. Ama bu kelime, Mehmed Âkif ‘in İstiklâl Marşı’nda kullanması ile birlikte ilk kez bağımsızlık, maddi veya manevi bakımdan kimseye tabi olmamak, kimsenin buyruğu ve boyun­duruğu altında yaşamamak, kimseye hesap verme mecburiyetinde olmamak gibi hakiki anlamına kavuşmuştur.

Mehmed Âkif Ersoy’un istiklâl düşüncesi, Müslümanların hür, bağımsız ve refah içinde yaşamasıdır. Bu düşünce ve inanç, milletin bağımsızlığına kas­teden emperyalistlere karşı bir protesto mahiyetinde yazdığı İstiklâl Marşı’nda saklıdır. Bir millî mutabakat metni olan bu marş, Millî Mücadele döneminde verilen ölüm kalım mücadelesinin destanıdır ve ilhamını Kur’an-ı Kerim’in yanı sıra şehitlerin kanından almıştır. Onun bu istiklâl düşüncesini anlamadan onu anlamak, eserlerini anlamak, mücadelesini anlamak, hicretini anlamak, fedakârlığının sınırını/sınırsızlığını ve sebebini anlamak mümkün değildir.

Mehmed Âkif’in istiklâl düşüncesi din, vatan ve milletle hayat bulan bir düşüncedir. Ona göre bu üç kavram birbirinden asla ayrılmaz. Âkif için bu üç kavram en kutsal değerleri ifade eden kavramlardır. İnsanlar bu yüzden ölümü, yaralanmayı, sakat kalmayı, canından ve cananından vazgeçmeyi göze alır. Millî Mücadele Dönemi’nde verilen ölüm-kalım mücadelesi de bu değer­ler uğruna verilmiştir. Çünkü bu değerler olmadan yaşanmaz. Ölüm ancak bu değerler için göze alınır. Mehmed Âkif, bu değerleri korumak için Millî Mücadele’ye fiilen katılmış ve İslam âleminin kurtuluşunun bu mücadeleye bağlı olduğunu düşünmüştür. Bu yüzden şiirlerinde, yazılarında ve vaazların­da Müslümanların gaflet uykusundan uyanmasını, üzerindeki ölü toprağından silkinmesini dile getirmiş; “Kastım budur şehre varam / Feryad u figan kopa- ram” diyen Yunus Emre gibi o da Anadolu’yu âdeta şehir şehir gezerek milleti bilinçlendirmeye, istiklâli korumak için Müslüman milletleri uyandırmaya ça­lışmıştır. Bu bağlamda, Batı’dan bilim ve teknolojiyi almak ancak son din olan İslam dinine, bu dinin gerektirdiği İslami anlayışa, şekillendirdiği gelenek ve göreneklere, manevi ve kültürel değerlere bağlı kalmak gerektiğini savunmuş­tur.

Âkif’in İslam anlayışı, Kur’an-ı Kerim’e ve Hz. Peygamber’in sünnetine dayalı bir anlayıştır. O özel yaşamında da inandığı dinî prensiplere uygun bir yaşam biçimi sergilemiştir. Onun bu karakteristik özelliği kendisini tanıyan­ların dikkatini çekmiş, sevenleri ve sevmeyenleri tarafından takdirle karşılan­mıştır. Orhan Okay, onun bu özelliğini şu şekilde anlatır:

“Mehmed Âkif hakkında yazılmış bütün biyografiler; yakınlarının ve hasımlarının yazıları, ona şairdir, değildir diyenler; gericidir, değildir hükmünü verenler; değişmeyen, ortak bir noktada birleşirler: Âkif, ha­yatı boyunca belli ahlâkî prensiplerin adamı olarak yaşamış bir karak­ter adamıdır. Dostları arasında her zaman dürüst ve sözüne güvenilir bir insan olarak kalmıştır. Bütün Safahat’ında, nesir yazılarında ve va­azlarında ortaya koyduğu İslamî prensiplere, husûsî hayatında da son derece bağlı kalmıştır.” (Okay, 1989: 13).

Mehmed Âkif’e göre insanı üstün kılan, maddi gücü değil sahip olduğu imanı ve manevi değerleridir. Mehmed Âkif bu yüzden Millî Mücadele he­nüz kazanılmamışken yazmış olduğu İstiklâl Marşı’na “Korkma!” diyerek başlamıştır. Bu kelime, Kur’an-ı Kerim’in Tevbe Suresi’nin 40. ayetinde geçen ve “üzülme /korkma” anlamına gelen “La-tahzen” kelimesinden mülhemdir. Sözü edilen ayetin, Hz. Peygamber’in Hz. Ebubekir ile birlikte Mekke’den Me­dine’ye hicret ettiği sırada saklandıkları Sevr Mağarası’nda nazil olduğu riva­yet edilmektedir. Ayetin anlamı şöyledir: “Eğer siz ona (Resulullah’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir. Hani, kafirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebubekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı, o, arkadaşına, ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir.’ diyor­du...” (Tevbe, 40).

Bir mücadelenin zafere ulaşması için öncelikle mücadele edenlerin cesur olmaları ve zafere kavuşacaklarına samimiyetle inanmaları gerekir. Mehmed Âkif’in İstiklâl Marşı’na “Korkma!” kelimesi ile başlaması bir taraftan milletin cesaretli olması için yapılan bir telkin olarak görülürken diğer taraftan onun zafere olan inancını ve samimiyetini gösterir. Mehmed Âkif’in, yine Kur’an-ı Kerim’in Âl-i İmrân suresindeki 139. ayetinden ilhamla söylemiş olduğu,

Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın

Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın

mısraları, bu zaferi nasıl bir iman ve ümitle beklediğinin ve geleceğe olan ima­nının göstergesidir. İşaret edilen ayetikerimede Allah şöyle buyurur: “Gevşek­lik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız üstün gelecek olan sizsiniz.” (Âl-i İmran, 139).

Mehmed Âkif, Sebîlürreşâd’da “Ye’se Düşenler Müslüman Değildir” başlıklı makalesinde de Kur’an-ı Kerim’deki konuya ilişkin ayetleri göstererek Müs- lümanlara ye’se (ümitsizliğe) düşmenin haram olduğunu ve bunun nedenini açıklar:

“. Ey cemaat-ı Müslimîn! Bu okuduğum ayât-ı celilenin birincisi Sû- re-i Yûsuf’da, ikincisi Sûre-i Hicr’de, üçüncüsü Sure-i Zümer’de, dör­düncüsü de Sure-i Secde’dedir. Dördü de ye’si, Allah’ın rahmetinden, inayetinden, nusretinden ümidi kesmeyi, suret-i kat’iyyede nehy edi­yor. Bunun neuzubillah küfür olduğunu, dalal olduğunu açıktan açığa ümmete bildiriyor. Evet, ayat-ı kerime sarihtir. Hiç te’vil götürür yeri yoktur.

Lakin neden ye’is bu kadar şiddetle nehiy buyuruluyor? Neden ye’is da- lal ile küfür ile bir tutuluyor? Bakalım bu noktayı biraz tedkik edelim. Evet, uzun uzadıya düşünmeye hacet yok. Bir Müslüman ye’se düştüğü gibi Cenabıhakk’ın fisebilillah çalışanlara va’d buyurmuş olduğu necatı, selameti, muvaffakiyeti, nusreti inkar etmiş oluyor. Hiçbir surette hulf etmesine, haşa yalan çıkmasına imkan tasavvur edilemeyen va’d-i İla­hiye inanmamak, acaba Müslümanlıkla te’lif edilebilir mi?

Bu dünyada güvenilecek, dayanılacak, hiçbir hadise ile hiçbir inkılab ile zerre kadar sarsılmayacak, müteessir olmayacak bir şey varsa o da Cenabıhakk’ın inayeti, merhametidir” (Sebilürreşad, 3 Şubat 1337: 293-294).

Mehmed Âkif’e göre manevi değerlere dayanmayan hiçbir şey insani bir değer taşımaz. Mehmet Kaplan, onun bu düşünce biçimine ve karakteristik özelliğine şu şekilde işaret eder:

“Âkif’in esas konusu dünya ve cemiyettir. Onun için din, insanları ni­zama sokan ve yükselten bir kuvvettir. Âkif, Müslümanlığa sadece bir ahiret dini gözüyle bakmıyor, onun dünyayı da düzeltebileceğine iman ediyordu.

Âkif’e göre insanları kötüleştiren ihtiraslarıdır. İhtirasları tanzim eden kuvvetler -din bunların başında gelir- ortadan kalktı mı, fertler de ce­miyetler de hayvanlık seviyesine düşerler.” (Kaplan, 2009: 174-175).

Batılıların hiçbir haklı gerekçeleri olmadığı hâlde İslam coğrafyasına sal­dırmaları bunun somut delilidir. Ancak Müslümanların başlattıkları mücadele hem insani hem de Müslüman olmalarının gereğidir. Mehmed Âkif, istiklâl düşüncesini gerçekleştirmek için Batı’nın bu çirkin yüzünü ortaya çıkarmaya, milleti uyandırmaya çalışmıştır. Batı’nın güçlü ordusundan, gelişmiş silahla­rından korkmaması için de yaşanılan zaman kan ve barut kokusuyla dolu ol­duğu hâlde şanlı maziye ve ebedî bir istikbal ve istiklâl fikrine yer veriyor:

“Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım.”

Mehmed Âkif, istiklâle kavuşmanın ve onu korumanın da bir bedeli oldu­ğunu, istiklâle kavuşmanın Hakk’a inanmakla mümkün olabileceğini İstiklâl Marşı’nın son dörtlüğünde yer alan mısralarda şöyle dile getirir:

“Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!”

Ancak bu mısralarda Mehmed Âkif, milletin bu inanca sahip olduğunu ve istiklâli hak ettiğini söylese de Müslüman milletlerin İslam’ı yanlış anladıkla­rını, bu yüzden de İslam’ı yaşamadıklarını, din yerine hurafelere inandıkları­nı ve bununla mücadele etmek gerektiğini de söylüyor. Çünkü din en yüksek kıymettir. Temelindeki birlik (vahdet), hak (adalet), ezeliyet ve ebediyet fikri, “devlet-i ebed-müddet” ve ölmezlik inancını doğurmuştur. Bu yüzden Âkif’in Allah’tan istediği en büyük şey mabedine yabancıların el dokundurmaması ve dinin temeli olan kıymetlere şehadet eden ezanların yurdun üstünde ebedî olarak yankılanmasıdır. Çünkü İslam coğrafyasında günde beş kez yankılanan ezan İslamiyet’in temelini teşkil eder. İslami değerlere önem veren, inandığı gibi yaşayan ve yaşadığı gibi düşünen, düşüncelerini de özgürce ve samimi bir dil ile ifade eden Mehmed Âkif, ezan seslerinin yurdun üstünde ebediyen yankılanmasını İstiklâl Marşı’nda şu şekilde dile getirir:

“Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:

Değmesin ma’bedimin göğsüne namahrem eli!

Bu ezanlar -ki şehâdetleri dînin temeli-

Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli”

Mehmed Âkif’in, istiklâlin şartı olarak gördüğü bir başka değer vatan­dır. İnsan, hayatını kaybederse vatan ve milletin var olacağı ümidiyle teselli bulur. Ama vatanını kaybederse kendisinin ve milletinin varlığı da tehlikeye düşer. Şehitlerin vatan için ölümü göze almaları bundandır. Mehmed Âkif’e göre şehitlerin kanıyla sulanan vatan her şeyden üstün ve değerlidir. Öyle ki vatan, can ve canandan da kıymetli ve sevgilidir. Mehmed Âkif, vatanından ayrı düşmemek için gözünü kırpmadan her şeyini feda etmeye hazır olduğunu şu mısralarla dile getirir:

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?

Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ!

Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.”

Mehmed Âkif, muhtelif cephelerde muhtelif düşmanlara karşı savunulan vatanın İslam’ın elde kalan son toprak parçası, son kalesi, son vatanı ve yurdu; zaferden sonra kurtulacak vatanın da bütün Müslümanların sığınağı ve vatanı, verilen mücadelenin bütün Müslümanların ölüm kalım mücadelesi olduğuna inanır. Bu yüzden bütün Müslümanların ortak düşmana karşı birlikte müca­dele etmelerini ister:

"... Görüyorum ki evlatlarımızın, kardeşlerimizin bir kısmı muhtelif cephelerde, muhtelif düşmanlara karşı İslam’ın şu elimizde kalan son yurdunu müdafaa için canlarını veriyor, kanlarını döküyor. Halbuki o cephelerin arkasında bulunanlardan bir kısmı ellerini, kollarını bağ­lamış, her türlü muvaffakiyetten ümidini kesmiş, hissiz, hareketsiz; en yaman, en acıklı akıbetleri bekleyip duruyor. Ne duruyorsunuz? Sizler böyle ye’se dalarsanız, ‘Artık İslam için halas çaresi kalmamıştır. Artık dinin son yurdu olan bu topraklar da mutlaka bizim elimizden çıka­caktır.’ diye kötürümler gibi elleri kolları bağlı durursanız halimiz ne olur? Hiç düşünmüyor musunuz?

Geliniz, Allah’ın inayetinden ye’se düşmek suretiyle bilerek bilmeyerek daldığımız dalalet girdabından silkinip çıkalım. Cenabıhakk’ın kudre­tine, azametine va’d-i İlahisinin hulf şaibesinden beraetine olan imanı­mızı tecdid edelim.” (Âkif, 3 Şubat 1337: 293-294).

Mehmed Âkif ‘in istiklâlden ayrı düşünmediği bir diğer önemli unsur mil­lettir. Onun tasavvur ettiği toplum İslami değerlere önem veren, bilgili, gayret­li, samimi, ümitvar ve birlik içinde olan bir toplumdur. Ne var ki Mehmed Âkif’in bu şekilde idealize ettiği toplum tasavvuru realiteden uzaktır. Özel­likle Millî Mücadele’nin başlarında toplum cahil, ümitsiz, tam bir karışıklık ve bedbinlik içindedir. Mehmed Âkif, şiirlerinde toplumun içinde bulunduğu bu vahim durumu resmederken realist tablolar çizmiştir. Bu tablolarda İslam ümmeti paramparçadır. Mehmed Âkif, Müslümanların içinde bulunduğu bu duruma isyan eder. Ancak Nurettin Topçu’nun da belirttiği gibi Âkif’in isyanı, insan ruhunun telefiyle sonuçlanan, kin, kibir ve hüsran barındıran isyan de­ğildir. Aksine, Topçu’nun ifadesiyle, “merhametle başlayarak ümit ve iman ile beslenen” bir isyandır. Ama bazen bir tuğyan olur. Topçu bu durumu Âkif’in şiirlerinden birini örnek vererek şöyle anlatır:

“Cemaatin yuvarlandığı ahlâksızlık uçurumu önünde onun isyanı da haşin bir darbe halini alır. İman dolu sanatı o zaman esefle dolu bir sille, bir tuğyan, bir nefret, sanki ilahi bir kin, bir mahşer hükmü olur:

Vefa yok, ahde hörmet hiç, emanet lafz-ı bî-medlul;

Yalan rayiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhul.

Yürekler merhametsiz, duygular süfli, emeller hâr;

Nazarlardan taşan mana ibadullahı istihkâr.

Beyinler ürperir, ya Rab, ne korkunç inkılap olmuş!

Ne din kalmış ne iman, din harab, iman türab olmuş

Mefahir kanasın gitsin de vicdanlar kesilsin lâl...

Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken durmaz istiklâl!” (Topçu, 1998: 84-85).

Mehmed Âkif, toplumun yaşadığı bu vahim durumun müsebbibi olarak İslam’ı görmez. Aksine İslam’ı en yüce değer, gayret, samimiyet ve kahramanlık dini olarak görür:

Şehamet dini, gayret dini ancak Müslümanlıktır.

Hakiki Müslümanlık en büyük kahramanlıktır.

Cebânet, meskenet, dünyada sığmaz ruh-ı İslam’a

Kitabullahı işhad eyledim-gördüm ya- davama.

O imandan velev pek az nasip olsaydı millette

Şu üç yüz elli milyon halkı görmezdin bu zillette.

Âkif’in isyanı bu yüzden İslam’a değildir. Onun asıl isyanı İslam’ı anla­madıkları ve yaşamadıkları için görevlerini hakkıyla ifa etmeyen/edemeyen, milleti bu hâle getiren cahil, menfaatçi din adamları, vaizler, hocalardır. Âkif, Sırâtımüstakîm’deki bir makalesinde bu duruma tepkisini şöyle anlatır:

“Lakin mev’ize bermütad İsrailiyat olacaksa vazgeçtik! Cemaat-i Müs- limîne artık içtimaiyat lazım, içtimaiyat! Şarkta, garpta, şimalde, cenupta ne kadar Müslüman varsa zillet içinde, sefalet içinde, esaret içinde yaşadığını; sefil bir milletin elinde kalan dinin kabil değil i’lâ edilemeyeceğini bilmeyen, anlamayan vaizi kürsüye yanaştırmamalı. Vâiz milletin mâzisini, hâlini bilmeli, cemaati istikbale hazırlamalı.

Hele hoca efendilerimiz hiç kürsülerin semtine uğramıyorlar. Görecek­siniz, ramazanda yine kürsüler şuradan buradan koşup gelen medrese, mektep görmemiş ümmî hocalar tarafından işgal olunacaktır!

Hocamız Halis Efendi hazretlerinden niyaz ederiz: Ya bu kürsülere ramazanda birer adam çıkarsınlar yahut bu ceheleyi cemaatin başına bela etmesinler. Doğrusu bu herifleri dinledikçe gençlerdeki dinsizlik modasını hemen hemen ma’zûr göreceğim geliyor. Eğer dinin ne ol­duğunu bunlardan öğrenseydim mutlaka İslam’ın en büyük düşmanı olurdum.” (Abdulkadiroğlu & Abdulkadiroğlu, 1987: 52).

Mehmed Âkif ‘e göre milletlerin hayatı, bekası, istiklâli ve selameti için birlik içinde olmaları ilahi bir kanundur. Anadolu’da yaşayan bir avuç Müs- lümanın başlattığı bu mücadele bütün Müslüman milletlerin istiklâli içindir. Mehmed Âkif’in sahip olduğu bu fikir, bu düşünce ve bu anlayış aslında bütün İslam şairlerinde vardır.

Vahdetin, birliğin bir ilahi kanun olması sebebiyle Mehmed Âkif, pek çok şiirinde birlik ve beraberliğin önemine değinir. Bir şiirinde yer alan şu mısralar onun bu konudaki düşüncesini ortaya koyar:

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez

Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez

Mehmed Âkif bir başka şiirinde de birlik ve beraberliğe verdiği önemi şöyle anlatır:

Değil mi cephemizin sînesinde iman bir;

Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;

Değil mi ortada bir sîne çarpıyor, yılmaz,

Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!

Âkif’in bütün derdi İslam ve İslam ümmetinin birlik ve beraberliği, hür­riyet ve refahıydı. İnançlarından taviz vermeyen, onurlu bir duruş sergileyen Mehmed Âkif, Millî Mücadele’nin sürdüğü yıllarda (10 Şubat 1921 tarihinde), Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği vaazda Müslümanların vahdetine, birlik ve beraberliğine şu şekilde vurgu yapar:

“Öyle ya, gözümüzü açtık, Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa efkâr-ı umûmîyesi nakaratından başka bir şey işitme- dik...Edebiyatları, hele edebiyatlarının ahlâkî, insanî, İçtimaîmevzula- rı pek hoşumuza gitti... Avrupa’yı, Asya’yı, Afrika’yı dolaşarak Avrupalı dediğimiz milletlerin esaret altına, tahakküm altına aldıkları biçare in­sanlara karşı reva gördükleri zulmü, gadri, hakareti gözümle görünce artık aklımı başıma aldım. Demin söylediğim şeytanî vesveselere kapıl­mış olduğumdan dolayı Cenabı Hakka tövbeler ettim.

Cenabıhakk, ‘inneme’l-mü’minune ihvatun’ (Mü’minler birbirlerinin kardeşinden başka bir şey değildir) buyuruyorken yazıklar olsun ki biz o kardeşlikten çok uzakta bulunuyoruz. Ancak ayda, alemde bir kere camiye geliyoruz.

. ‘Bir müminin diğer mümine karşı vaziyeti yekpare bir duvarı vücu­da getiren perçinleşmiş kayaların birbirine karşı aldığı vaziyet gibidir... Öyle olacaktır. Öyle olmalıdır.’ Hadis-i şerifini elbette işitmişsinizdir.

.Ümmet-i İslamiye’nin dünyada, ukbâda felahını, necâtını, saadetini, refahını, sâmânını temin eden emirler yok mu, işte onların her biri Al­lah’ın bir sünneti, yani bir kanunudur.

...Demek, milletlerin hayatı, bekâsı, istiklâli, selâmeti için, aralarında vahdet hüküm-ferma olması lüzumu bir kanun-ı İlâhî imiş!

Ey cemaat-i Müslimin! Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tay­yarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi hevasına, kendi menfaa­tini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır.

.Asırlardan beri âlem-i İslam’ın başında olarak Ehl-i Sâlip ile çarpı­şıyoruz.

Ey cemaat-i Müslimin! İşte bugün bizden istedikleri ne filân vilâyet ne filân sancaktır; doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatı­mızdır, varlığımızdır, devletimizdir, dinimizdir, imanımızdır.

. biz elimizdeki şeriatin ahkamına, esasat-ı fazılasına tamamıyla sa­rıldığımız gün yakamızı kurtarmış oluruz.” (Sebilürreşad, 25 Teşrinisa­ni 1337: 249-259).

Özetlemek gerekirse Mehmed Âkif ‘in istiklâl düşüncesinde genel anlam­da bütün milletlerin istiklâli vardır. O, Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında şöyle der: “Biz bütün milletlerin istiklâli için harp ediyoruz.” (Sebîlürreşâd, 25 Teşrinisani 1337: 249-259). Mehmed Âkif’in bu sözünü dikkate aldığımızda onun istiklâl düşüncesinde genelde bütün milletlerin özel anlamda ise Müslü­man milletlerin istiklâl düşüncesi vardır. Onun bu istiklâl düşüncesinde de şu unsurların yer aldığını söyleyebiliriz:

1.Bağımsız ve mamur bir ülke,

2.Uğruna her şeyi feda etmeye değer hürriyet,

3.Hak ve adaletin sağlandığı meşru bir düzen,

4.Müslümanların birlik ve beraberliği,

5.Dindar, uyanık ve çalışkan bir toplum,

6.Bilgili, yerli, yenilikçi ve müsamahalı aydınlar,

7.Hakperest ve heyecanlı bir gençlik.

Şunu da unutmamak gerekir ki Mehmed Âkif’in istiklâl düşüncesi aynı zamanda Millî Mücadele’ye iştirak edenlerin de istiklâl düşüncesidir. Mehmed Âkif’in kendisi ve ilhamını Kur’an-ı Kerim ve şehitlerin kanından alarak yaz­dığı İstiklâl Marşı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan her ferdin hatta bütün bir İslam ümmetinin ortak değeridir.

Yaşadığı dönemde “İslam Şairi” olarak ün kazandığı gibi TBMM arşivinde bulunan seçim mazbatasında da İslam şairi olarak tavsif edilmiştir. Bu sebeple onun maddi mirası elbette soyundan gelenlere aittir; manevi mirası ise her­kesindir. O, hayatını maddi sıkıntılar içinde sürdürdüğü hâlde İstiklâl Marşı ödülü olarak kendisine verilen 500 lirayı almamış ve Dârülmesai’ye bağışla­yarak milletine vefasını ortaya koymuştur. Onun bu vefasına karşılık bugün bizim de yapmamız gereken görevler vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1.Mehmed Âkif’in bu vefalı tarafını unutmamak; bu duyguyu diri tut­mak,

2.Onun eserlerini ona olan vefa borcumuzdan dolayı herhangi bir mad­di kazanç beklemeden yayına hazırlayıp dağıtmak,

3.Eserlerinde referans verdiği asr-ı saadet örneğinde olduğu gibi Müslü- manlar olarak birlik ve beraberlik içinde yaşamak,

4.Maddi silahların üstünlüğüne aldırmadan sarsılmayan bir iman ile egemenliğimize; din, kültür ve medeniyetimize; istiklâl ve istikbalimi­ze sahip çıkmak,

5.Her zaman ve her hâlükârda Hakk’ın, hakikatin, adaletin temsilcisi ve koruyucusu olmak,

6.Mazlumun, mağdurun, yoksulun yanında ve hamisi olmak.

Son söz olarak şunu demek isterim: Sivilinden askerîne, komutanından rütbesiz neferine kadar Millî Mücadele’ye emek verenlere, bu uğurda malını ve canını feda edenlere; din, namus, millet, vatan ve istiklâl için şehit düşen­lere minnettar olduğumuzu bir kez daha belirtir; cümlesine Allah’tan rahmet dilerim.

KAYNAKÇA

Arşiv Kaynakları

ATASE, Belge 1: 1-70.

BCA-121-10-0-0/2-6-1

TBMM Arşivi, IM_T3_K085_D172-38_G278_0007

TBMM Arşivi, IM_T3_K085_D172-38_G278_0013

TBMM Arşivi, İM, T-3,85-175/18-278-14

TBMM Arşivi, Milletvekili Özlük Dosyası.

Telif-Tetkik Eserler

Abdulkadiroğlu, A. & Abdulkadiroğlu, N. (1987). Mehmed Âkif Ersoy’un Makaleleri. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. Ankara.

Ahterî, M. E. (2009). Ahterî- Kebir (Hazırlayanlar: Ahmet Kırkkılıç - Yusuf Sancak). TDK Yay. Ankara.

Âkif, M. (3 Şubat 1337). Ye’se Düşenler Müslüman Değildir. Sebilürreşad, C.18, 467.

Düzdağ, M. E. (2003). Mehmed Âkif / Mısır Hayatı ve Kur’an Meâli. Şule Yay. İstanbul.

Kaplan, M. (1989). Şiir Tahlilleri 1 / Tanzimat’tan Cumhuriyet’e. Dergâh Yay. Ankara.

Koçin, A., Kumbuzoğlu, M.A., Balıbey, A., Kesikbaş, Ö. (2021). Kabulünün 100. Yılında Millî Mutabakat Metnimiz İstiklâl Marşı ve Mehmed Âkif Ersoy / Belgeler. TBMM Yay. Ankara.

Kurtoğlu, M. (2016). Taceddin Dergahı’nda İstiklâl Şairi / Mehmed Âkif. Vakıflar Genel Müdürlüğü Yay. Ankara.

Okay, O. (1989), Mehmed Âkif / Bir Karakter Heykelinin Anatomisi. Akçağ Yay. Ankara.

Özek, A., Karaman, H, Turgut, A., Çağrıcı, M., Dönmez, İ. K., Gümüş, S. (Yayına Hazırlayanlar) (1993). Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali. Türkiye Diyanet Vakfı Yay. Ankara.

Sami, Ş. (?). Kamus-ı Türki. (Yayına Hazırlayanlar: Raşit Gündoğan-Ebul Faruk Önal), T.C. Kültür Ba­kanlığı Yay. İstanbul.

Sebilürreşad, 21 Mart 1337, C. 18, S. 464.

Sebilürreşad, 25 Teşrinisani 1337, C.18, S. 464.

Topçu, N. (1998). Bütün Eserleri 10 / Mehmed Âkif. Dergâh Yay. İstanbul.

Online Kaynaklar

https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/

www.evliyazadevakfi.com/mehmet-Âkif-ersoy-kimdir/

 

100. Yılında İstiklâl Marşı Büyük Bilgi Şöleni
12 Mart 2021 - TBMM
100. Yılında İstiklâl Marşı ve Mehmed Âkif Kitabı
Bu haber toplam 659 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim