Giriş
Osmanlı Devleti’nin son asırları, dış saldırı ve yıkımı kolaylaştıran iç gelişmelere sahne olmuştur. Savaşılan düşmana, devlet ve vatanına saldıran hasma benzeme, hayranlık meyli, iç dünyada yenilginin kabullenildiğini göstermektedir. Peşin yenilgiyi kabul eden bir yürek ve kafa ile hasma karşı mücadelede başarıya ulaşmak zordur. Teslimiyet duygusunun öne çıktığı yerde galibiyet değil, mağlubiyet söz konusudur. Zaten fiilî mücadelede, savaşan güç; aydın, okumuş zümre değil, Mehmetçiktir. Yalnız Mehmetçik yönetimiyle halk idaresinin, savaşılan düşmanla bütünleşen kafaların elinde olması, siyaset ve sıcak çatışmaların en büyük zaafıdır. Bu yüzden konu girişinde şu iddia ortaya konabilir: Osmanlı vatan topraklarını kaybetmeden önce, okumuş zümreleri kaybetmiş; savaş meydanlarında yenilgi almadan önce kafa ve yüreklerde yenilgi almış, sonra fiilî mağlubiyetler gerçekleşmiştir.
Yenilgi çağının tanıklarından olan Falih Rıfkı, çocukluk ve gençlik yıllarının bir çırpıda elden çıkan vatan varlığını şöyle tanımlar: “Biz Osmanlı İm- paratorluğu’nun son çocuklarıyız. Biraz büyüyüp kendimize geldiğimiz zaman memleket sınırlarının bir ucu Adriyatik, bir ucu Fars Körfezi kıyılarındaydı. Rüştiye Mektebinde okuduğumuz coğrafya kitabına göre ülkemiz daha da büyüktü. Mısır ve Sudan, Bulgaristan Prensliği, Bosna ve Hersek sınırlarımız içindeydi. Henüz Tuna’lar, Nil’ler ve Fırat’lar Türkiyesi’ydik. Şimdiki Doğu petrollerinin bütün kaynakları topraklarımızdaydı” (Atay, 2012: 8). Yalnız bu büyüklük coğrafyadadır, kafalarda değildir. Okumuşlar karamsardır, kendi ile kavgalıdır.
“Aydınlardaki karamsarlığa karşı halk maneviyatı yerinde”dir. “Halk maneviyatını ne Tanzimatçı padişah ve vezirleri ne de Meşrutiyetçiler değerlen- direbilmiştir.” (Atay, 2012: 18-19). Kozmopolit bir cereyana tabi olarak Avrupa hayranlığına sapanlar, hulâsa Tanzimatçılar” vardır. Bunlar, “şair Fikret’i, mütefekkir Rıza Tevfik’i ve Abdullah Cevdet’i ile bir kozmopolit Tanzimatçı Osmanlı hayatı”nı şekillendirenler vardır (Kara & İbanoğlu, 2011: 118). Onların yanında Osmanlıcılar daha az keskin ve iki yüzlü bir tutum içindedirler.
Osmanlı’nın fikir ve düşünce dünyasında yenilgisinin izleri, okumuşları üzerinden açıktan okunmaktadır. Zihin ve kalplere yerleşen yenilginin, meydanlara taşınması bundan sonra zor değildir. Atay’ın içeriden tanıklığı yerinde olacaktır. Onun gözlemlerine göre, biraz paralı gençlerin eğlence yeri Beyoğ- lu’dur. “Karşı” denen Beyoğlu, yarı Avrupa demektir. Halk farklıdır. Mal varlığını kısa sürede tüketen mirasyedilerin “sefahatlerine bütün mahalleli lanet eder”. Ama daha Avrupa’ya gitmeden kendi başşehrinde kültürel yenilginin kabul edildiği itiraf edilir: “Beyoğlu’nda bir İstanbullu Türk, “yerli”liğini kolayca hisseder. Dükkânlardan çoğu Türkçeden başka dil konuşmayana cevap vermeye ancak “tenezzül” eder. Yan sokaklardan bazılarının adları Fransız- cadır ve Fransızca yazılmıştır. “Büyük Kulüp”ün adı “Cercled’Orient”tır. Dili Fransızcadır. “Karşı” Türklerinin de Türkçe konuştukları pek duyulmaz”. Bu Tanzimat tipi Batılı, “Türklüğünden utanan, Türklüğünü saklayan bir “alafran- ga”dır. Bir göbek, çoğu iki, nihayet üç göbek ötesi Anadolu’nun bir kasaba veya köyüne çıkan bu Türkler saraya yahut Babıâli’ye çatınca ilk işleri soylarını da soyadlarını da unutmak olur” (Atay, 2012: 24).
Yeniklik iç dünyaya o kadar işlemiştir ki, Hristiyanların taş evlerine, kadınlarına, kıyafetlerine, Pera Palas Oteli’nde “koltuğuna gömülüp pipo veya sigarasını tüttüren” “En üstün” olan seyyaha, ikinci adam olan “Akşamüstü Le- bon Pastahanesi’nin ön masasında bir dostu ile şampanyasını içtikten sonra Atlas faytonuna binerek köprüye inen ve çatanası ile Bostancıdaki köşküne giden Anadolu Demiryolları Müdürü Hügnen”e özenti anlaşılır gibi değildir. Sevgili bile tiyatro sahnesine çıkan dekolte yüz kilodan ağır, pudralı, allıklı, yağlıboya tenli, gayrimüslim kadın Şamram tipidir (Atay, 2012: 32, 52-53).
Bütün dünya nimetlerinin hep Müslüman olmayanların elinde gözükmesi, iç dünyada değerlerine olan şüpheyi büyütmektedir. Okumuşlar kendilerine, mesleklerine göre model efendiler belirlemiştir: “Aydınlar veya aydıncalar Batı hayranlığında üçe bölünmüşlerdi: Kara subayı mı, varsa Alman yoksa Alman. Deniz subayı mı, İngiltere’nin üstüne olmaz, sivil aydının gönlü ise Fransız’daydı. Çocukken çevremdeki tartışmalardan hatırımda kaldığına göre bu hayranlıklar bilgi üstüne dayanan sağlam bir mantığa bağlı değildi.” Hayranlık kültürde çatışmayı büyütür. “Şapka, puttan sonra gâvurluğun başlıca alame- ti”dir. Ama Müslümanlar, “şapka önünde bir aşağılık duygusuna” kapılmış vaziyettedirler. 1908 “ihtilali” yapılır. Fakat ortada fikir yoktur. Yazılar, “yüzde doksanı” sıkılsa “içinden bir damla fikir” sızdırılamaz haldedir. Büyük bir devleti “göçüp gitmekten kurtarmak için yapılan ihtilalin” edebiyatı boş, “Adriyatik kıyılarından Basra kıyılarına kadar uzanan bu koskoca gövdenin” başı yok gibidir. Üniversitede anlaşamadığı edebiyat hocası Âkif olan Falih Rıfkı’nın, 1911’de yayınlanan ilk yazısının “başlığı: Mübareze-i İçtimaiyye. Gençleri ve gençliği geleneklerle dövüşmeye çağıran bir savaş yazısı”dır (Atay, 2012: 32, 52-53). O aslında “Türkiye’de en ileri Garpçılığı temsil” edenlerden olduğu kanaatindedir. Avrupa Birliği, söz konusu olduğunda söylenilemez ama, İslam Birliğini savunmak sapıklıktır: “Bir fikri sapık, İslam ittihadı emperyalizmini yeniden ortaya sürer” (Atay, 2012: 156, 161) deyiverir. Kendini koyu İttihatçı olarak tanımlayan Atay, dönem okumuşlarının yansıtıcısı durumundadır.
Avrupa Ayetlerinin Sunamayacağı Tipler
“Avrupa ayetleri”, bir noktada arayışı sürenler için geçerlidir. Avrupa’ya, “buldum” diye sarılan, kendini sele kapıp koyuvermişler için değildir. “Şadırvandan ürken çapa tırnaklı farmason, bukalemun kılığında züppeler, boynu yularlı bunak Paşa, şarap küpüne düşmüş şair, Tanrının Kitabına ‘Kitâb-ı Köhne’ ve imana ‘kara kuvvet’ diyen şaklabanlar, ar damarı çatlamış küfürbaz zındık ve Kâbe duvarını çifteleyen eşekler” için hiç değildir (Cerrahoğlu, 1964: 42).
Âkif, karşısında inat eden, ama arayışta olan bazı okumuşlara, “Avrupa ayetleri” okumaktadır. Onun, bu kavramla neyi kastettiğini, dostu Hasan Basri şöyle anlatır: “Durun, ben size ‘Avrupa ayetleri’ okuyayım, der mevzu bahis olan meselede Avrupa alimlerinin neler dediklerini, hangi memleketlerde o meselenin ne suretle tatbik edildiğini sayar, döker, nihayet muhatabını yola getirirdi. Üstadın kafasında ‘Avrupa ayetleri’ o kadar çoktu ki! (Çantay, 2008: 58).”
Âkif’in, “durun ben size Avrupa ayetleri okuyayım” yaklaşımının kaynağında dönem okumuş, bürokrat ve aydınlarındaki, Avrupa’yı medeniyetin kaynağı görme anlayışını düzeltme, gerekirse mizah malzemesi yaparak durdurma çabası vardır. Bu tavır aslında, millî varlığı, kültür ve değerler konusunda ayakta kalışı, siyasi istiklâli korunması endişesi ile öne çıkmaktadır. Çünkü, kültür mücadelesinin kaybı, değerlerin yitirilmesi veya değerlerden hasımlar adına savrulma, gerçek istiklâlin de kaybı anlamına gelmektedir. Batı Medeniyeti, kültür ve değerler üzerinden saldırırken, sömürge alanını genişletecek, tesiri altına aldığı insan ve coğrafyayı sömürgeleştirecek bir çabanın içinde olduğunun bilincindedir. Aydınlarımız, sivil-asker bürokratlarımız askerî saldırı karşısında savaşmayı, bir vatan görevi olarak bilirken, kültürel, değerler yönünden sömürgeleşmenin ne olduğunun bilincinde değildirler. İşte bu durum, gönüllü köleleşme gibi bir felaketin davetçisidir. Âkif, farkında olduğu bu gönüllü köleleşme sürecinin önüne gerilmeyi, okumuşlarımızı bu konuda uyarmayı düşünmektedir. Ama genel algı, Âkif’in duruşu ve kabulleri üstünden tersine işlemekte, onu dışlama tarzında cereyan etmektedir. Çarpıcı bir örnek olarak Kazım Karabekir’in tavrı verilebilir. Vatan savunmasındaki gayretleri göz ardı edilemeyecek durumda olan Karabekir, Sarıkamış’tan 26.7.1338/1922’de Başbakana, Genelkurmay Başkanına, bir general ve aynı zamanda milletvekili sıfatı ile yazdığı yazıda, İstiklâl Marşı üstünden Âkif’in bu yaklaşımını şöyle eleştirir:
“Düşmanlarımız ‘Türkler kabiliyetsizdir medeniyet kabul etmez’ diye iddia ederken milletimizi ‘evet medeniyet canavardır’ diye bağırtmak doğru mudur? Hilâle ve Cenabıhakka münacat kısımları ilâhiye yakışır, marşta maneviyatı kırar. Bütün bunlar şiir ve nutka girer fakat milletin İstiklâl Marşı için muvafık olmaz sanırım. Hüda, Cüda gibi kafiye hatırı sözleri halk söylemez, marşın güftesi de bestesi de halkın seviye ve harsına göre olmalı. Medeniyete canavar diyen bir marşın Paris’e gönderilmesi de garibdir. Kelimelerin kuvvetini ve güfte ile beste arasındaki münasebeti ve bunların Türkün ruhuna ve vicdanına yapacağı tesiri Fransızcaya tercümesinden okuyacak Fransız musikişinasları nasıl anlar. Onlar Fransızca güfteye uyacak ve kendi zevk-i millîlerine hoş gelecek beste arayacaklardır. İstiklâli uğruna çarpışan bir milletin ecnebi bir adama veya memlekete kendi marşını intihab ettirmesi (seçtirmesi) mucib-i teessürdür” (Karabekir, 2008: 1244).
Burada Kazım Karabekir Paşa’nın, millî marşın bestelenmek üzere Paris’e gönderilmesine tepki göstermesi haklıdır. Fransızcaya yapılacak çeviri üstünden bir Fransız bestekârının bestesinde, Türkün ruhuna, vicdanına yapacağı tesiri anlayamaması normaldir. Fransız, kendi millî zevkine uygun beste yapacaktır, tespiti de yerindedir. İstiklâlini kazanmak için çarpıştığı düşmanlarına, üstelik “Medeniyete canavar” diyen bir marşı bestelettirip beste seçtirtmek üzüntü konusudur. Bu tespitlere katılmamak mümkün değildir. Ama Avrupa’yı medeniyetle özdeş kabul eden anlayışın bir önceki tespitlerle temelden çeliştiğini görmemek nasıl değerlendirilmelidir? Düşmanlarımızın, kendilerini tek medeniyet olarak telkin edip, “Türkler medeniyet kabul etmez” telkinleri, aslında gönüllü teslim almanın bir propaganda malzemesi değil midir? “Medeniyet bizde, siz de bize benzeyin, teslim olun” çağrısı değil midir? Üstelik, İstanbul’u, İzmir’i, Bursa’yı, Adana’yı ve diğer vatan topraklarını işgal edenlerin saldırıları, yerli uzantıları üzerinden gerçekleştirdikleri katliamları, nasıl bir medeniyet olduklarını düşündürmeli değil miydi? Ermenilerin, Yunanlıların kimin aletleri olduğu, kavranmalı değil miydi? İzmir’de katledilen binlerce vatan evladının kanında, onları Kordon Boyu’na çıkaran, silahlandırıp saldırtan İngiltere, Fransa ve ABD’nin elleri yok muydu? Ermeni katliamlarının gerisinde durup onları silahlandırıp saldırtan Batılı devletlerin şehit, yetim, çocuk, ihtiyar kanları ile elleri boyalı değil midir? İşgalci İngiltere, Fransa, İtalya medeni de sadece saldırttıkları mı canavardır?
Avrupa Ayetlerinin Kaynağı
Okumuşlarımız Avrupa’yı doğru anlayamamışlardır. Batıya, hayranlık derecesinde meyil, gözleri körleştirmiştir. Bu batı yönelişi, normal değil, celladına aşıklık türünden bir anlayış kıtlığı veya körlük halidir. Âkif ise, batıyı erken keşfetmiştir. Yalnız tanıma çalışması, farklı mecralarda seyreder. Başlangıçta İslam’dan kopmadan zihnini kurcalayan düşünce, batıda gördüğü güzellikler için İslam’ı sorgulama tarzındadır.
Âkif, devrin aydın tipi üzerindeki Batı etkisini, kendi iç dünyasına bir yolculuk yapıp tahlil ederek değerlendirir. Zira o, “Ne Yahudiler ne Hıristiyanlar - sen onların dinine tabi oluncaya kadar asla senden hoşnut olmaz(lar)” (Bakara, 120), “Kâfirlerle ve münafıklarla savaş. Karşılarında çetin ol” (Tevbe, 73) gibi ayetleri okurken içinden, “acaba diğer milletlere karşı biraz şiddetli davranılmıyor mu; Müslüman olmayan kavimler hakkında daha merhametli olmak gerekmez miydi?” gibi düşünceler geçmektedir. İnandığı halde kalbine giren bu vesvesenin sebebini bulur.
Kastamonu Nasrullah Camisi konuşmasında, düşünce dünyasında yaşadıklarını, itiraf gibi toplumla paylaşır. Samimidir: “İnsan için kendi aleyhine bile çıksa hakkı, hakikati söylemek lazımdır. Ben de bir zamanlar Kitabullah’ı tilâvet ederken bu gibi âyatı celîleye geldikçe; ‘Acaba sair milletlere karşı biraz şiddetli davranılmıyor mu? Müslüman olmayan akvam hakkında daha merha- metkâr olmak icap etmez miydi?’ gibi düşüncelere dalardım. Vakıa bu hatıraların sırf şeytani vesveselerden başka bir şey olmadığını bilirdim. Lakin velev şeytani olsun. O düşünceleri içimden söküp atıncaya kadar hayli mücahedele- re mecbur kalırdım. Acaba bu vesvesenin menşei ne idi? Burasını araştıracak olursak işi biraz tabii görürüz. Öyle ya, gözümüzü açtık, Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa efkâr-ı umumiyesi nakaratından başka bir şey işitmedik. İngiliz adaleti, Fransız hamiyeti, Alman dehası, İtalyan terak- kiyâtı kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin eserlerini, bilmeyenlerimiz tercümelerini okuduk. Edebiyatları, hele edebiyatlarının ahlaki, insani, içtimai mevzuları pek hoşumuza gitti. Müelliflerin kıymeti ahlakiye ve insaniyelerini, eserleriyle ölçmeye kalkıştık. İşte bu mukayeseden itibaren aldanmaya, hatadan hataya düşmeye başladık. Bu adamların sözleriyle özleri arasında asla münasebet, müşabehet (benzeme) olamayacağını bir türlü düşünemedik. İşte okuyup yazanlarımızın çoğuna arız olan bu dalâl (sapma), bu hata bir zamanlar bana da musallat oldu. Bereket versin ki yaşım ilerledi, tecrübem arttı; hususiyle Avrupa’yı, Asya’yı, Afrika’yı dolaşarak Avrupalı dediğimiz milletlerin esaret altına, tahakküm altına aldıkları biçare insanlara karşı reva gördükleri zulmü, gadrı, hakareti gözümle görünce artık aklımı başıma aldım. Demin söylediğim şeytani vesveselere kapılmış olduğumdan dolayı Cenabıhakk’a tövbeler ettim.
Dünyada Avrupalıları bihakkın anlayan ve anladığını da iki cümle ile hülasa edebilen bir Müslüman varsa o da eâzım-ı (büyük) ümmetden fazıl-ı mağfur Hersekli Hoca Kadri Efendi merhumdur. Âlem-i İslam’ın en fedakâr, en faziletli erkânından Mısırlı Prens Abbas Halim Paşa bir gün musahabe esnasında demişti ki: -Hoca Kadri Efendi’yi zaten Mısır’dan tanırım. İrfanına, ulüvv-ü cenabına (yüksek kişilik) hayran olurdum. Bir aralık Fransa’ya uğramıştım. Paris’te ilk işim bu muhterem Müslümanı ziyaret etmek oldu. Kendisiyle biraz hoş beşten sonra dedim ki:
— Hocam! Senelerden beri burada oturuyorsun. Şarkın, garbın ulumuna, fünununa cidden vâkıf bir nâdire-i fıtratsın. Yakinen gördüğün şeyler tabiidir ki tecrübeni, görgünü artırmıştır. Öğrenmek isterim, Avrupalıları nasıl buldun?
— Paşa! Bu adamların güzel şeyleri vardır. Evet pek çok güzel şeyleri vardır. Lakin şunu bilmelidir ki o güzel şeylerin hepsi, evet hepsi yalnız kitap- larındadır.’
Hakikat, hoca merhumun dediği gibi Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu terakkileriyle ölçmek kat’iyyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı. Fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalıdır.” Âkif’in bu cümlelerini batıcılık açısından insanımızı dehşete düşürecek şu tespitleri takip eder:
“Bunların bütün insanlara, bilhassa Müslümanlara karşı öyle kinleri, öyle husumetleri vardır ki hiçbir suretle teskin edilmek imkânı yoktur. Sureta dinsiz geçinirler. Hürriyet ve vicdan diye kâinatı aldatıp dururlar. Hele biz Müslümanları, biz şarklıları taassupla itham ederler dururlar! Heyhat, dünyada bir mutaassıp millet varsa Avrupalılardır.
Gerçek Avrupalılardan daha mutaassıp bir cemaat vardır ki o da Amerikalılardır. Taassuptan hiç haberi olmayan bir millet isterseniz o da bizleriz ”(Âkif, 1336: 250).
Artık bu girişten sonra Âkif’in, ikna için “Avrupa ayetleri” okumasına sıra gelmiştir. Anlatımını, şahidi olduğu Alman taassubundan örneklerle pekiştirir.
Alman Taassubu
“Bilirim ki bu sözlerim sizin senelerden beri avutulmuş, uyutulmuş fikirlerinize biraz aykırı gelecektir. Onun için bir iki misal getirmek icap ediyor: Bilirsiniz ki bizim Harb-i Umumi’ye girmemizden en çok müstefit olan bir millet varsa o da Almanlardı. Biz Almanlarla birlikte olarak harbe girdik. Yüz binlerce şehit verdik. Yüz binlerce hanüman söndü. Milyonlarca sâmân (servet) kaynadı gitti. Şimdi Almanlar için ne lazım geliyordu? Ne yapacaklardı? Şüphesiz bütün dünyanın, bütün dünyadaki milletlerin kendilerine ilan-ı harp ettikleri bir zamanda böyle yegâne müttefikleri olan bizleri sinelerine basacaklar, bütün gazeteleriyle, bütün kitaplarıyla, bütün edipleriyle, bütün muharrirleriyle bizi alkış, teşekkür tufanları içinde boğacaklardı. Heyhat! Bu Umumi Harbin ilk senesinde ben mühim bir vazife ile Berlin’e gitmiştim. O aralık Almanya hükûmeti bize dedi ki: -Bizim meclis-i mebusanımızdaki bilhassa Katolik mebuslar kıyamet koparıyorlar: Almanlar gibi mütemeddin (medeni), mütefennin (ilimde ileri) bir millet nasıl oluyor da Müslümanlar gibi, Türkler gibi vahşilerle ittifak ediyorlar? Bu bizim için zül değil midir?.. diyorlar. Aman, makaleler yazınız, eserler yazınız, biz onları Almancaya tercüme ettirelim. Ta ki Müslümanlığın da bir din, Müslümanların da insan olduğu bunların nazarında taayyün (açığa çıkma) etsin.”
Alman okumuş ve siyasetçilerinin, Haçlı ordusu başında Anadolu’yu geçerken Silifke Çayında boğulan Alman İmparatoru Friedrik Barbarossa’yı (ö. 10 Haziran 1190), dolayısıyla, zengin II. Kılıç Arslan (1155-1192) Türkiye’si ile geri Almanya ilişkilerini bilmemesi mümkün müdür? Haydi onu bilemediler. Altı asırlık Osmanlı ilişkilerinden bîhaber olmaları akla ziyan bir durumdur. Ama geçmiş, Türkler lehine ise göz ardı edilebilir bir durumdur.
Almanların, insanı irkilten teklifine karşı Âkif’in tavrı farklıdır. Almanya üstünden Avrupa’yı da anlamak istemektedir: “Almanya hükûmeti haklıydı. Çünkü Alman Milleti nazarında Müslümanlık vahşetten, Müslümanlarsa vahşilerden başka bir şey değildi. Onların gazetecileri, romancıları; hele müsteşrik denilip de şark lisanlarına, şark ulum ve fünununa, şark ahlak ve âdâtına vâkıf geçinen adamları mensup oldukları milletin efkârını asırlardan beri bizim aleyhimize o kadar müthiş bir surette zehirlemişlerdi ki arada bir anlaşma, bir barışma husulüne imkân yoktu. Biz o sırada kendimizi onlara tanıtmak için tabii elden geldiği kadar çalıştık. Lakin tamamıyla muvaffak olduğumuzu asla iddia edemem. Heriflerin taassubu yaman! Kökleşmiş birtakım kanaatler hakkı görmelerine mâni oluyor” (Âkif, 1336: 250-251).
Âkif’in bu anlatımını, batıyı yüceltenlere kabul ettirmek mümkün müdür? Darülfünundan talebesi Atay, taassubun Türklerde olduğu iddiasını birçok defa ve saldırgan ifadelerle ifade eder. Ardından bunlar üstünden İslam Medeniyetine yüklenir. Ona göre, cehalet ve taassup, tüfeği, baskı makinesini, fesi, şapkayı, ilkokul-ortaokulu, lise yahut üniversiteyi istemez (Atay, 2012: 167). Kültürel konularla, ülke ihtiyacı olan teknik konuların birbirine boca edilerek yok edilmesi gereken hedef olarak İslami yönelişin gösterilmesi anlamlıdır. Kültürel duruş, vatan savunması ile yerli kültürel birlikteliğin önemini kavrama farklıdır.
Bundan sonra Âkif, Alman taassubuna karşılaştırmalı bir örnek verir. Ardından da Kudüs’ün işgali ile ilgili müttefik duruşu yerine Haçlı tavrının nasıl sergilendiğini izah eder: “Harp esnasında bilirsiniz ki Almanya İmparatoru İstanbul’a gelmişti. Biz safderun Müslümanlar Halife-i İslam’ın müttefiki sıfatıyla o misafire karşı nasıl hürmette, nasıl ikramda bulunacağımızı şaşırdık. Bu şaşkınlıkta o kadar ileri gittik ki Darülhilafe’nin, yani İstanbul’un minarelerini kandil gecesi imiş gibi kandillerle donattık. Alman Dostluk Yurdu binası kurulacak denildi. Bol keseden birkaç camimizi heriflere peşkeş çektik. Ha! Gelelim bizim bu gibi fedakârlıklarımıza karşı gördüğümüz mukabeleye. Kudüs-i Şerif’i bizim elimizden gasp ettikleri zaman bu felaket Harb-i Umumi üzerine büyük bir tesir ikâ’etmişti (düşürdü). Yani Filistin Cephesi’nin bozulması muharebe terazisini düşmanlarımızın tarafına iyice ağdırmıştı. Binaenaleyh müttefikimiz olan Almanlarla yine Almandan başka bir şey olmayan Avusturyalıların bu işten bizim kadar müteessir olmaları icap ederdi. İşe bakın ki Kudüs, velev ki İngilizlerin eline geçmiş olsun, velev ki bu memleketin düşman eline geçmesi, bu cephenin bozulması yüzünden muharebe bizim hesabımıza gaip olsun, tek Müslümanların elinde, Türklerin elinde kalmasın da hasmımız da olsa dindaşımız olan İngilizlerin eline geçsin, diyerek Viyanalılar şehrayin yaptılar. Evlerini donattılar. Bu meshereliği (gürültü/yaygara) menedip yakılan elektrik fenerlerini söndürünceye kadar Avusturya hükûmetinin göbeği çatladı. Artık taassubun hangi tarafta, hürriyetin, müsamahakârlığın hangi tarafta olduğunu bu misallerle de anlamazsanız kıyamete kadar anlayacağınız yoktur ”(Âkif, 1336: 251).
Fransızcayı kendi kendine, sonradan öğrenen, Batı düşünürlerini kendi dillerinden okuyarak tanıyan Âkif’in daha söyleyecekleri vardır. O, hiçbir zaman Batı kültürünün, Batı tekniğinin ve sosyal görüşünün düşmanı değildir. Batıdan yararlanmayı, şiirlerinde de belirtmiştir. “Bir ümmet adamı olmakla beraber, batıya açık olan bir penceresi vardı. Fransız edebiyatçılarından La- martin’e hayrandı. Lamartin’den Hugo’dan, Dode’den ilham almış ve çeviriler yapmıştır” (Toros, 1998: 47). Onun için Âkif’in, Batı taassubu hakkında söz söyleme yetkisi, hatta hakkı vardır. Bir örneği de Amerika’dan seçer: “Avrupalıları, Amerikalıları dinsiz derler. Size bir hakikat daha söyleyeyim mi? Dünyada din ile en az mukayyed olan bir memleket varsa o da bizim memleketimizdir. Bugün Cuma olduğu halde Kastamonu’nun en şerefli bir camiinde görüyorsunuz ya, kaç saflık cemaat bulunuyor! Dünyanın en mamur, en müterakki, en yeni memleketi olan Berlin’de pazar günü büyük kiliseler hınca hınç doludur. Hem kiliseleri dolduran cemaati avamdan ibaret zannetmeyiniz. Bütün kibarlar, zenginler, milletin münevver dediğimiz tabakasına mensup adamlar, temiz temiz giyinmiş halk bu cemaati teşkil eder. İngiltere’ye gidiniz şayet cumartesi gününden etinizi, ekmeğinizi tedarik etmezseniz pazar günü aç kalırsınız. Çünkü kıyamet kopsa dini bir gün olan pazar günlerinde hiçbir dükkânı açtı- ramazsınız. İngilizler duasız sofraya oturmazlar, duasız sofradan kalkmazlar.”
Sözün burasında Âkif, önemli bir Avrupa ayeti durumda olan örneğini vurgular: “Rumeli zenginlerinden bir adam tanırım ki ziraat tahsili için yetişmiş bir oğlunu Amerika’ya göndermişti. Çocuğun kendi ağzından işittim. Diyordu ki: -Memleketin acemisiyim. Lisanlarını layıkıyla bilmiyorum. New York’ta bir otelde bulunuyordum. Gece canım sıkıldı. Oturduğum odada bir piyano vardı. Azıcık şunu tıngırdatayım dedim. Sazın perdeleri üzerinde parmaklarımı hafifçe gezdiriyordum. Aradan iki üç dakika henüz geçmemişti ki odanın kapısına yumruklar inmeye başladı. ‘Ne oluyoruz?’ diye kapıyı açtım. Bir de baktım ki otelcinin karısı hiddetinden ateş kesilmiş, bana alabildiğine sövüyordu. Karı benim ne barbarlığımı ne saygısızlığımı ne ahlaksızlığımı, hülasa hiç tutar bir yerimi bırakmadı. Meğer o gece Hristiyanların eızzesinden yani velilerinden birisinin gecesi imiş. O geceyi o veliye hürmeten ibadetle geçirmek icap edermiş! Piyano çalmak maazallah küfür derecesinde günahmış! Artık karıya memleketin acemisi olduğumu, bu hatanın benden kastım olmaksızın sadır olduğunu anlatıncaya kadar akla karayı seçtim.”
Bu nakilden sonra Âkif, bizim diyardan bir örnekle kıyası gözlere batırır: “Bizim diyarda Cuma Namazı kılınırken tavla şakırtıları, sarhoş naraları duyulduğu nadir vakalardan değildir, zannederim. Görüyorsunuz, herifler dinlerine nasıl sarılmışlar, asabiyet-i diniye meselesinde ne kadar ileri gitmişler! Bu da sebepsiz değil. Çünkü onların doğar doğmaz beşikte, biraz büyüyünce eşikte dinî, millî telkinat ile kulakları dolar. Müslümanlara karşı husumet, adavet hisleri her fırsattan bil-istifade kendilerine verilir. Kendi cinslerinden, kendi dinlerinden, kendi renklerinden olmayan mahlukat-ı beşeriyenin insan sayılamayacağı, bunların kafalarına iyice yerleştirilir. O sebepten bir Avrupalının, bir Amerikalının, bir şarklıyı, hele bir Müslümanı sevmesine imkân yoktur. Ressamları meydana getirdikleri türlü türlü resimlerle, şairleri şiirlerle, hikâ- yecileri gayet maharetle yazılmış romanlarla, siyasileri gazetelerle hep onların bu hislerini canlandırır dururlar” (Âkif, 1336: 251).
Âkif, işin bu noktasında, Hristiyan dünyasının kendi dışındakilere bakışını şekillendiren emperyalist bakış açıları, sömürgeci yapıları ile onlara güç veren ilim ve teknolojilerini ayırmaya özellikle dikkat eder. Uyarısı hayatidir. Belki “Avrupa ayetleri”nin can damarı buradadır. Batılılar gibi bağnazlık, içimizden çıkan batı hayranları gibi celladına teslimiyet yoktur. Doğru anlama, doğru değerlendirme çabası vardır: “bu heriflere karşı olan buğzumuzu hiçbir vakit onların ilimlerine, fenlerine, sanatlarına sıçratmamalıyız. Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara yetişemezsek yaşamamıza, bize emanetullah olan din-i İslam’ı yaşatmamıza imkân yoktur. Biz Müslümanlar bin tarihinden itibaren çalışmayı bıraktık. Atalete, sefahate, ahlaksızlığa döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açtılar, alabildiğine terakki ettiler. Görüyorsunuz ki, denizlerin dibinde gemi yüzdürüyorlar. Göklerde ordular dolaştırıyorlar. Madem ki dinin müdafaası farz-ı ayındır, madem ki eda-yı farzın mütevakkıf (bağlı olduğu şeyle yapılabilen) olduğu esbabı elde etmek farzdır, o halde düşmanlarımızın kuvvet namına neleri varsa hepsini elde etmek için çalışmak efrad-ı Müsliminin her birine farz-ı ayındır. Ne hacet! ‘Ve e’ıddu lehüm mesteta’tüm min-kuvvetin’: Düşmanlara karşı ne kadar kuvvet tedarik etmeye, hazırlamaya muktedirseniz derhal hazırlayınız1 emr-i ilahisi sarihtir. Şüpheye, tereddüde, düşünmeye, taşınmaya mahal yoktur. O halde ne yapacağız? Aramıza sokulan fitneleri, fesatları, fırkacılıkları, komitecilikleri, daha bin türlü ayrılık gayrılık sebeplerini ebediyyen çiğneyerek el ele, baş başa vereceğiz. Hep birden çalışacağız. Çünkü bugün dünyanın, dünyadaki hayatın tarzı büsbütün değişmiş. Yalnız başına çalışmakla bir şey yapamazsın. Toplar, tüfekler zırhlılar, şimen- düferler (tren), limanlar, yollar, tayyareler, vapurlar, elhasıl düşmanları bize üstün çıkaran yarım milyar Müslümanın birkaç milyon Frenk’e esir olmasını temin eden esbap ve vesait ancak cemiyetler, şirketler tarafından meydana getirilebilir. Demek, Müslümanlar Allah’ın, Kitabullahın, Resulullahın emrettiği, tavsiye ettiği vahdete, birliğe, cemaate sarılmadıkça ahiretlerini olduğu gibi dünyalarını da kurtaramazlar” (Âkif, 1336: 252).
Âkif Avrupa’yı Erken Keşfetmiştir
Âkif, “Avrupa’ya karşı dik ve keskin bir istiklâl taraftarıdır. Çanakkale şiiri, hâlâ her gün kulaklarınızda akisler bırakan, İstiklâl Marşı müstakil yaşamanın zevkini alan ve istiklâl yoluna kurban olmayı bilen bir adamın hislerini ifade etmektedir.” Birinci Dünya Harbi’ni gören ve Avrupa’nın yirmi milyon insanı (Kara&İbanoğlu, 2011: 231) öldürdüğünü bilen Âkif, “Tek dişi kalmış canavar” diyordu. İkinci Dünya Harbi’ni görse ve öldürülen insan miktarının ilk dünya harbinde telef edilenlerin üç katı olduğunu müşahede etseydi, her halde “canavar” demez çok daha aşağılık bir kelimeyi telaffuz ederdi. Âkif’in çok önceden anladığı emperyalist niyet ve saldırganlığı, bir itiraf gibi ölümünde dile getirenler olmuştur[1] [2]. Âkif’in batıyı tespiti, İslam Medeniyetine bağlılığı,
kendisini şair, fikir sahibi saymayan saldırgan tiplerin artmasını sağlamıştır. Batı adına, Âkif’e saldırılardan usanmayan, sıkılmayanlar vardır.[3] [4]
Gençlik modeli olarak sunduğu Asım’a, Almanya yani Avrupa yolunu göstermesi hangi anlama gelmektedir? İki gücü elde etmeye gönderdiği açıktır: Ma’rifet, bir de fazilet... iki kudret lâzım. Avrupa’dan züppe dönülmeyecetir. Avrupa’nın hakikî ilmini, çalışkanlığını, gerçek sanatını alıp dönecektir.
Âkif kalkınma konusundaki şark gevşekliğine, Fransızların meşhur yazarları Gustav Lebon’dan örnek verir. Bir Mısır prensine, doğuyu, İslam Me- deniyeti’ni incelediğini söyleyen Lebon, şu soruyu sormuştur: “Allah peygamberlerin en akıllısını size göndermiş. Kitapların en iyisini sizin elinize vermiş. İklimlerin en latifi, toprakların en zengini, insanların en mutisi, en zekisi sizde bulunuyor. Böyle iken nedir bu sizin sefaletiniz? Mümkün olsa da size beş altı sene şeyhülislâmlık etsem memleketinizi cennete çevirirdim!” Şair, adamı doğrulamaktadır: “Hakikat bizler hazinelerin üzerine oturmuşken gelip geçene avuç açan dilencilere, ekin ambarlarına yaslanmış olduğu halde, açlıktan ölen sersemlere döndük!” Atalarımızın bize kanları, canları pahasına emanet ettikleri koca koca iklimler, dünyanın en zengin en verimli topraklarını vere vere bugün “avuç içi kadar yere tıkıldık kaldık.” Önceleri “düşman önünden perişan bir halde kaçarken arkada sığınabilecek, barınabilecek bir ocak yahut bir bucak bulabiliyorduk. Artık dinimizi, imanımızı, ırzımızı, namusumuzu, çoluğumuzu, çocuğumuzu barındırabilmek için arkamızda hiçbir yer kalmamıştır.”
Avrupa Ayetleri Karşısında Çözüm
Âkif, mandacılık, sömürgeci devletlerin merhametlerine sığınma gibi küçültücü yönelişlerin hiçbir fayda getirmeyeceği kanaatindedir. Hak, başta hayat hakkı olmak üzere merhamet dilenerek, bir köşede ağlayarak elde edilecek bir durum değildir. Dünya çalışırken Müslümanların meskenetten kurtulması, uyanması, çalışması, birleşmesi gerekmektedir. Bu konuda, Balıkesir Zağnos Paşa Camisi konuşmasında çarpıcı bir kıyas verir: “Milyonlarca, milyarlarca mahluk: -Yaşamak hakkımdır, bu hakkı benden kimse alamaz- diye haykırıp dururken senin, benim gibi bir miskin bir köşede ağlamış, inlemiş, merhamet dilenmiş. Hiç tesiri olmaz, hatta duyulmaz. Çocuk yürümezden evvel bilirsiniz ki emekler. Biz Müslümanlar da tıpkı henüz doğrulamayan, yürüyemeyen sabiler gibi yerlerde emekler dururken bir de gözümüzü açtık, gördük ki etrafımızdaki milletler göklerde uçuyorlar. Gelip çöldeki masumların tepesine ateşler yağdırıyorlar. Biz Bandırma’dan İstanbul’a kadar adam akıllı vapur işletemezken herifler Bahr-i Muhiti (okyanus) altından geçiyorlar. New York’tan dalıyor, Hamburg’dan çıkıyorlar ki aradaki mesafe bizim vapurların ayağıyla bir aylık yoldur. Berlin’den uçuyorlar, Trabzon’a konuyorlar. Biz ise hâlâ yeryüzünde yürümeyi temin edemedik” (Âkif, 1336: 183).
Âkif, bir “Avrupa ayetinde”, batı gelişmesinin temeline ışık tutar. Gereksiz hayranlık yerine batının neden geliştiğinin anlaşılmasını ister. Neticede onlar da insandır. Hayranlık yerine, nasıl geliştiklerinin anlaşılması gerekmektedir. Anlatımı sade ve düzdür: “Tabiat bin çelik pazuya sahipken insanın bir cılız kolu nasıl kâinata hâkim oluyor? Nasıl bu kadar kuva-yı tabiiyeyi hükmü altına alıyor? Yanlışın var. Bu kadar işleri gören bir kol değil, binlerce, milyonlarca koldur. Bunların hepsi bir araya gelmiş, teşrik-i mesai etmişler, geceli gündüzlü çalışıyorlar, uğraşıyorlar. Çünkü anlamışlar ki birleşmeseler kendilerini her taraftan kuşatan tehlikelere karşı duramayacaklar. Demek birleşmekte zaruret var. Bu ıztırar (mecburiyet) olmasaydı, birleşmeleri de mümkün olmazdı. İşte biz şimdi derdimizin başını bulduk. Başkaları zarureti görünce birleşmişler, biz ise o zarureti görmediğimiz içün bu birliği vücuda getirememişiz yahut gördüğümüz halde temin-i vahdet cihetine yanaşmamışız. Bugün hayatın, maişetin, ihtiyacâtın aldığı tarz itibarıyla bir insan tek başına bir iş göremiyor. Ne fabrikalar ne demiryolları ne vapurlar ne limanlar ne hastahaneler, ne camiler, ne mektepler, ne ticaretler, ne de din ve vatanı müdafaa edecek toplar, tüfekler, cephaneler... Elhasıl hiçbir şey ferdi sa’y ile, yani tek başına çalışmakla kabil olamıyor. Bugün hayat öyle bir şekil almış ki tek başına çalışan bir adamın alnından damlayan terler tıpkı gözyaşı gibi dökülüp gidiyor, hiç faide temin etmiyor. Ne zaman bir yere gelmiş binlerce alın birden terlerse işte o vakit bu sa’yin yeryüzünde bir eseri, bir izi görülebilir. Madem ki tek başına sarf olunan mesainin kıymeti yoktur, biz de aramızda vahdeti temin ederek topluca çalışmaya koyulmalıyız. Cemaatsiz yaşamaya, cemaatten ayrılmaya gelmez, cemaat-i İslamiyenin kesafet peyda etmesi için çalışmalıyız” (Âkif, 1336: 184).
Âkif, parçalanma, birleşememe, gayretsizlik gibi sosyal hastalıkların arkasında, öğretilmiş çaresizlik gibi bir moralsizliğin olduğunu da tespit eder. Sözleri yine yalındır: “Acaba biz Müslümanlar niçin bu hale düştük? Bunun illetini ben şöyle görüyorum: Doğduğumuz günden itibaren babalarımız, analarımız, hocalarımız, siyasilerimiz, ediblerimiz, şairlerimiz, muharrirlerimiz bize istikbâl için ümit verecek bir şey söylemediler. Ben çocukluğumdan beri: Biz yaşamayız. Avrupalılar terakki eylemiş. Siz çok fena günler göreceksiniz!..’ nakaratından başka bir şey işitmedik. ‘Çocuklar, siz geceli gündüzlü çalışınız ki bu memleket kurtulsun’ diye bizleri sa’ye, mücahedeye sevk edecekleri yerde rast gelen adam ruhlarımıza, kalplerimize yeis mayası aşıladı. Garbın terakki- yatından bahsederlerken diyeceklerdi ki: ‘Evlatlar, görüyorsunuz ya, Avrupalılarla bizim aramızda çok mesafe var. Bu mesafeyi telafi edecek surette çalışınız. Yoksa daha geride kalır, mahvolursunuz. Sakın azminize fütur getirmeyiniz!..’ Evet, böyle diyeceklerdi. Lakin demediler. Bilakis yüz binlerce halk bu devletin batacağına kail (aklı yatmış, inanmış) idi. Bir taraftan Avrupalıların terakkiyatı gözlerimizi kamaştırdı. Diğer taraftan muhitimizin bu gibi makus telkinleri sinirlerimizi uyuşturdu” (Âkif, 1336: 184).
Sonuç
Batı Medeniyeti yayılmacılığının en önemli ayağı, güdümüne alacağı ülkelerdeki hayranlar zümresidir. Bunlar aracılığı ile rakip ülkeler uyuşturulup, kontrol altına alınabilmektedir. Batı gelişmişse, çalışıp, gayret edilerek, güç birliği yapılarak gelişmenin, dolayısıyla istiklâlin ve ayakta kalmanın yollarını edinmek gerekmektedir. İlerlemede faydalanılması gereken batı ilim ve teknolojisi ile onun ilim ve teknolojiyi sömürgeciliğin aleti haline getiren canavar yüzünün ayrılması lazımdır. Âkif’in en çok anlaşılamadığı veya anlaşılmak istenmediği yön de burasıdır. Vatanseverliği ve dürüstlüğüne, karakterine bir şey diyemeyenler, bu yönden ona haksız yere yüklenmişlerdir. Halbuki Âkif, vatan, bayrak, din ve namus düşmanlığını, işgali, katliamı canavarlık görmüştür. Gözlerdeki büyüyü kaldırabilmek için de zorlu olan yolu seçmiştir. Saldırgan batıyı görünce onun yani Batı Medeniyeti denilen iki yüzlü “rezil âlemin, bir an evvel hâk ile yeksan olmasını” temenni etmesi, vatanseverliğinin bir gereğidir. Bu sözlerden, ilim, irfan düşmanlığı çıkarılmamalıdır. Onun, bütün insanlar hesabına, bilhassa Müslümanlar adına istediği medeniyet, her ‘manâsıyla pâk, yüksek, namuslu, vakarlı bir medeniyettir, yani bir medeniyet-i fazıladır.’ Burada kastettiği, İslam Medeniyetidir. Batı Medeniyeti, maddi alandaki ileriliğini manevi alanda gösterememiş, hatta tam tersi ihmal etmiş, bile bile mahvetmiştir. Onun için “Avrupalıların ne mal olduklarını anlayamayanlara”, “Avrupa ayetleri” okuyarak onların gözlerini açmak, hatalarını tashih edip düzeltmelerine fırsat oluşturmak istemiştir. Okumuşların, işgalcilerin içerideki müttefikleri gibi bir konuma kendilerini yerleştirmeleri, milletin geleceği, istiklâli açısından bir felakettir. Batı ile ilişkinin gerçekten anlamaya, tedbir geliştirmeye, varlığımızı korumaya dönük bir anlayışla sürdürülmesi gerekmektedir. 1930’lu yıllar yeterince anlaşılmayan Âkif’in 2020’li yıllar anlaşılması, umut verici olacaktır.
KAYNAKÇA
Atay, F. R. (2012). Batış Yılları. Pozitif Yayınları. İstanbul.
Cerrahoğlu, A. (1964). Bir İslâm Reformatörü Mehmed Âkif. İstanbul Matbaası.
Çantay, H. B. (2008). Âkifnâme Mehmed Âkif. Erguvan Yayınevi. İstanbul.
Ersoy, M. A. (2011). Safahat. Yayına Hz. Necmeddin Turinay. TOBB Yayınları. Ankara.
Edib, E. (1381/1962). Mehmed Âkif Hayatı-Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları. Sebilürreşad Neşriyatı. İstanbul.
Kara, İ. & İbanoğlu, F. (2011). Sessiz Yaşadım Matbuatta Mehmed Âkif 1936-1940. Zeytinburnu Belediyesi Yayınları. İstanbul.
Karabekir, K. (2008). İstiklâl Harbimiz, C. II. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul.
Karaman, H. et. al. (2008). Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Ankara. Ersoy, M. A. “Mev’ıza”, Sebilürreşad, c. XVIII, S. 458, s. 183-186.
Ersoy, M. A. (1339/1336). “Nasrullah Kürsüsünde”, Sebilürreşad, 15 Rebiulevvel 1339/25 Teşrinisani 1336, c. XVIII, S. 464, s, 249-259.
Şengüler, İ. H. (1992). Açıklamalı Mehmed Âkif Külliyatı, C.9-10. Hikmet Neşriyat. İstanbul.
Toros, T. (1998). Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre: Namık Kemâl, Mehmed Âkif, Abdülhak Hâmid, İbnülemin, Yahya Kemâl, Abdülhak Şinasi. İsis Yayınları. İstanbul.
[1] Kur’an, Enfâl Suresi, ayet 60: Şj> û? fSiisâl Lpçb: ‘ “Ve e’ıddû lehüm mesteta‘tüm min-kuvvetin” (onlara karşı elinizden geldiği kadar güç ve savaş atları hazırlayın); İslam’a göre savaş gücüne sahip olmak, savaşa hazırlanmaktan maksat, başka dinden olanlarla fiilen savaşarak insanları öldürmek değildir. Onların maddi ve manevi olarak kendilerine ve başkalarına zarar vermelerini engellemektir. Bu da düşmandan daha güçlü olmakla mümkündür. Sağduyusunu yitirmemiş olanlar, ortada zaruret bulunmaksızın kendilerinden daha güçlü bir topluluğa saldırmazlar. Sembol niteliğindeki savaş araçları ile ilgili isimler, “maksadı gerçekleştirmede en etkili olan silahlar ile diğer araç gereçler, askerî eğitim, savunma ve savaş stratejisi gibi savunma ve zafer için gerekli olan her türlü askerî güç ve imkânlar” demektir (Karaman vd., 2008: 702-703).
[2] Kurun, Âkif’in vefatı üzerine şu ifadeyi yazar: “Bilhassa Millî Mücadele senelerinde İstiklâl Marşı’nı ve emperyalizmi temsil eden Avrupa’nın o zaman memleketimize karşı gösterdiği kin ve gayze
mukabele olmak üzere millî heyecanları söyliyen diğer şiirlerini yazmak suretile bu şöhretini bütün memlekete yaymıştır” (Kara & İbanoğlu, 2011: 85).
[4] Bunlardan biri, Nurullah Ataç’tır: “Âkif’in, bir insan olarak kıymeti ne olursa olsun, bir şair sayılması hayli zor işlerdendir. Hele onda fikir aramak, fikre hürmetsizlik olur. Din şairi, din filosofu değil, mahalle kahvesi hatibi. Hani: “Tesettür kalktı, ortadan bet bereket de kalktı” sözü yok mu, Âkif mütemadiyen onu tekrar edip duruyor. Medreseleri ıslah edelim, mektebleri ıslah edelim, namazımızı kılıp orucumuzu tutalım, ıslah edelim, ibadet edelim. Bütün Âkif’i okuyun başka bir şey bulamazsınız. Hayır, buna “reaction”, hatta düpedüz “irtica” fikriyatı, ideologiası demek bile fazladır. Eski zaman hasreti... Hangi eski zaman? Ayağı poturlu, Priol saatli köy ağalarının kalaylı maşrapadan şerbet içip namaz kıldıkları devir. Asım’ı okuyun, bakın bundan başka bir şey var mı?... Var; Asım Almanya’ya gidip tahsilini bitirecek, oradan bize “terakkiyat-ı hazıra-ı medeniye”yi getirecek. Kültür, irfan diye bir şeye lüzum yok.” (Kara & İbanoğlu, 2011: 162-163).
![100. Yılında İstiklâl Marşı ve Mehmed Âkif Kitabı](https://www.tyb.org.tr/d/news/16654.jpg)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.