• İstanbul 16 °C
  • Ankara 24 °C

Prof. Dr. İbrahim Tüzer: Bir İroni Olarak Mahalle Kahvesi ya da Mehmed Âkif’te Hayat-ı Aile

Prof. Dr. İbrahim Tüzer: Bir İroni Olarak Mahalle Kahvesi ya da Mehmed Âkif’te Hayat-ı Aile
Bizim Mehmed Âkif Ersoy’u temelde üç hususta gündemde tutmamız gerekmektedir. Birincisi, onun sanat anlayışıdır.

Gerçekten Âkif, derinlikli bir sanat anlayışına sahip büyük bir sanatkârdır. İroni meselesine baktığımızda aslında onun çok da eski bir mesele olmadığını görürüz. Sokrates’ten itibaren ironi sürekli Batı’nın gündeminde olmuştur. Fakat ironi meselesi, sürekli anlam alanını geliştirerek, derinleştirerek devam ettirmiştir. Söz konusu bu çalışma, bir takım şeylere mekânın da içine dâhil edilmesiyle ironik olarak yaklaşmayı amaçlamaktadır.

Âkif “bütünlüklü bir sanatkâr” olarak sürekli gündemimizde tutulması gereken bir şahsiyettir. Burada bütünlüklü sanatkâr ifadesini bilerek kullanıyorum. Zira Türk edebiyatına baktığımızda, bütünlüklü sanatkâr olarak nitelendirebileceğimiz çok fazla isim yoktur. Benim bütünlüklü sanatkâr ifadesinden kastım, sanatın sadece poetikası üzerine söz söyleyip metin ortaya koymak değildir. Sanatıyla birlikte hayatını da birleştirerek ideal veya idealist bir bakış açısı ortaya koyabilmektir. Bu açıdan Mehmed Âkif Ersoy’u gündemde tutmamızı gerektiren ikinci husus da onun hayatı olarak karşımıza çıkmaktadır. Âkif, çok nitelikli, çok derinlikli, çok prensipli aynı zamanda akılcı ya da rasyonalist bir hayatın sahibidir. Belki de günümüzde bizlerin en çok ihtiyaç duyduğu husus da budur.

Âkif hem ideali temsil eden hem de idealist bir karaktere sahip olan biridir. Yaşamış olduğu hayatla ideal bir hayatın peşi sıra gitmiş, aynı zamanda da idealize edilebilecek kavramları da ortaya koyarak -misal Âsım gibi- örneklemeler kullanmıştır.

Âkif’i gündemimizde tutacak diğer üçüncü nokta ise, onun fikirleridir. Bu fikirler genel olarak, 19. Yüzyıldan sonra gelişen tarafıyla modern dünyada, aklı hangi şekliyle merkeze koyacağız, nereye kadar akılla birlikte hareket ederek yaşadığımız dünyayı mamur kılacağız gibi kaygılardan oluşmaktadır. Bizim bugün Âkif’i gerek sanatı, gerek hayatı, gerekse de fikirleri açısından sürekli yâd etmemiz ve her zaman gündemimizde tutmamız gerekmektedir.

Bu kısa girişten sonra, ironi meselesini ele alacak olursak, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, ironi Sokrates’le birlikte ele alınarak Batı’nın sürekli gündeminde olan, fakat ilerleyen süreç içerisinde kavramı niteliği değişen bir söz oyunu olarak karşımızda buluruz.

Burada kısaca ironinin ne demek olduğuna değinip daha sonra Mehmed Âkif’in “Mahalle Kahvesi”ndeki ironi anlayışından bahsedeceğim. Mehmed Âkif, aslında sadece “Mahalle Kahvesi”nde değil, farklı şiirlerinde farklı ironi türlerini de kullanmıştır. Âkif’in bunu bilinçli yaptığını söyleyebiliriz. Zira Âkif aynı zamanda sanat üzerine düşünen birisidir. Sebilürreşad’taki yazılarıyla ve diğer eserleriyle Âkif, sanatını daha derinli kılmak, onun niteliğini arttırmak, onun üzerine fikir ortaya koymak gibi gailelerle kendini o anlamda daha derinlikle kılmak ile ilgili bir faaliyet içinde olmuştur.

İroninin en önemli tarafı, Sokratik ironiden hareketle soru sorarak karşıdakini gülünç duruma düşürmektir. Söylenen sözle, kastedilen mananın farklı olduğunu ifade etmektir. Fakat burada esaslı bir mesele vardır. Özellikle Âkif’te bu meseleyi konuşmamızın sebeplerinden bir tanesi de budur diye düşünüyorum. Özellikle durum ironisi ve söz ironisi... Tiyatroda sıkça kullanılan bir dramatik ironiden söz ediliyor. Tiyatro sahnesinde bir oyun sergileniyor. Sahnede sergilenen tiyatroyu izleyen seyirciler var. Oyunu oynayan kahraman nasıl bir durum içerinde olduğunun farkında değil, fakat izleyici farkında... Örneğin, eşine ihanet eden bir kadın, eşinin yanlış anlaşılmasından dolayı cezalandırılıyor. Aslında ihanet etmemiştir. Seyirci de kadının ihanet etmediği bilgisine sahiptir. Fakat eşi bunu fark etmediği için sonuçta kadını cezalandırmış oluyor. Örneğin boğuyor. İşte bu tam da bir durum ironisi ya da trajik ironidir. Seyirci aslında kadının suçsuz olduğunu biliyor. Fakat bunun tam olarak sahnelenmesi için tablolara, yani görüntüye ihtiyaç var. Âkif, durum ironisinin yahut trajik ironinin niteliğini arttırmak için toplumdan sahneler sunuyor. Örneğin, şiir kitabına vermiş olduğu isim çok ilginç geliyor bana; Safahat. Yani toplumdan sahneler. Toplumun içerisine girmiş olduğu durumları sahnelemek. Özellikle Safahat’ın ilk iki kitabında gerek “Süleymaniye Kürsüsünde” olsun gerek “Fatih Kürsüsünde” olsun ya da “Mahalle Kahvesi”nde, “Meyhane” ya da “Seyfi Baba”da olsun sürekli toplumun içinden sahneler sunmaya başlıyor. Bunu yaparken de genelde birbiri yerine kullandığı iki kavram var. Öncelikle hicvediyor, daha sonra da ironi yapıyor.

İroninin tarihsel gelişimine baktığımızda, bu alanda söz sahibi olan uzmanlar, bu iki kavram birbiri yerine acaba ne kadar kullanılabilir şeklinde sormuşlardır. Yani yapılan şey hiciv midir, yoksa ironi midir? Âkif’in yapmış olduğu belirleme alanı hicvin ve ironinin bir arada kullanılarak o sahnenin daha belirgin olarak ortaya konulmasına yöneliktir. Yani evvela eleştirisini ortaya koyuyor, kimi hicvettiğini söylüyor, daha sonraki pasajda da kullanmış olduğu sözün çok daha başka manasına gelecek nitelikte bir anlam alanı oluşturmaya çalışıyor. Bu, ironin en tutarlı şekilde kullanıldığını söyleyebileceğimiz bir kullanılış biçimidir.

İroninin gelişimi, retoriği, temeli üzerine söz söyleyen önemli kişiler vardır. Mesela, Micro Robert, S0ren Kierkegaard bunlardan ikisidir. Burada bunların fikirlerine değinme imkânına sahip değiliz. Ancak tüm bu düşünce ve sanat teorisyenlerinin ortak bir kanaati paylaştıklarını söyleyebiliriz. İroni neden kullanılır? Yani ironi kullanan sanatkârın bir derdi vardır. O da ideal olanı yansıtmaktır. Yani söylenen sözün kastettiği anlamın ötesinde bir ideal olanı ortaya çıkarmak. İşte bu tam da Âkif’in yaptığı bir şeydir. Mevcut olanın ortaya konulması ama aslında “olması gereken”in işaret edilmesidir. Âkif’in özellikle sosyal temalı, özellikle durum ve trajik ironi ile birlikte örneklemeye çalıştığı hususların en başında gelen tavır budur. İroni teorisyenleri, bu türün -Âkif’in kullandığı gibi- aynı zamanda bilgelik türü olduğu noktasında da hemfikirdirler. Dolayısıyla bu bir bilgelik işidir. Bu bilgelik işi, Âkif’i neden anlamalıyız, neden zaman geçse de, asır başkalaşsa da Âkif’in fikirlerinin nasıl olduğuna, hayatının, sanatının nasıl olduğuna tekrar dönüp bakmamız gerektiğiyle de ilgili bir husustur. Şimdi söylemeye çalıştığımız hususları Âkif’in şiirlerinde nasıl ortaya konulduğuyla ilgili örnekler vererek “Mahalle Kahvesi”ne gelmek istiyorum.

Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi, özellikle toplumsal olanın anlaşılması için Âkif sahneler icat ediyor. Âkif bunu yaparken, bazen camii kürsüsünde oluyor, bazen mahalle kahvehanesinde yer alıyor, bazen meyhanenin içerisine giriyor, bazen sokakta yer alıyor; ama hep tablolar sunmaya çalışıyor bize. Safahat’ın ilk şiirlerinden olan “Tevhid yahut Feryat”ta Âkif, “Bir sahne demek âleme pek doğrudur elbet”1 demektedir. Yani Âkif, bizatihi, insanların içerisinde yaşamış olduğu o toplumun trajedisini, içerisinde bulunduğu durumu örneklerken de bir sahnenin merkeze çekilerek işaret edilmesi gerektiğinin bilincindedir. Bu sahnelerden bir tanesi “Süleymaniye Kürsüsünde” şiiridir. Biraz evvel işaret etmeye çalıştığımız husus burada karşımıza çıkıyor. Âkif, evvela eleştirisini, yani hicvini yapıyor. Bir vaiz olarak kürsüde bir cemaate hitap ediyor:

“Çalış!” dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,

Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!

Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,

Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya![1] [2]

Bu ifadelerin işaret ettiği şey bellidir. Âkif burada cemaate hitap ediyor ve bir hiciv ortaya koyuyor. Devam eden mısralarda Âkif şunları demektedir:

Birer birer oku tekmîl edince defterini;

Bütün o işleri rabbim görür; vazîfesidir...

Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!

Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak...

Hudâ vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak!

Onun hazîne-i in’âmı kendi veznendir!

Havâle et ne kadar masrafın olursa... Verir!

Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;

Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!

Çekip kumandası altında ordu ordu melek,

Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek!

Başın sıkıldı mı, kâfî senin o nazlı sesin:

“Yetiş!” de, kendisi gelsin, ya Hızr’ı göndersin!

Evinde hastalanan varsa, borcudur: bakacak;

Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.

Demek ki: her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın O;

Çoluk çocuk O’na âid; lalan, bacın, dadın O;

Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdîr-i veznen O;

Alış seninse de, mesûl olan verişten O;

Denizde cenk olacakmış... Gemin O, kaptanın O;

Ya ordu lâzım imiş... Askerin, kumandanın O;

Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;

Tabîb-i âile, eczâcı... Hepsi hâsılı O.[3]

Şimdi, burada da Âkif teveddüd-ü şe’ni aslında ne kadar yanlış anladığımızı ifade etmektedir. Kastetmiş olduğu şey bu, ama biz literal bir okumayla ancak ironiyi yakalayabiliriz. Yeri gelmişken değinmekte fayda vardır; literal okuma, edebi metni derinlikli okumak için müracaat edilen bir okuma biçimidir. Yani metni çoklu bir okumaya tabii tutma işidir. Çoklu bir okuma yaparken hep öğrencilerimize söylediğimiz şey şudur: Sözlüklerin birinci anlam değerlerinden kaçının. Zira birinci anlam değerleri sizi tek anlamlılığa götürür. Eğer bir metni birinci anlam değeri üzerinden okursak ironiyi kaçırırız. Çünkü ironi için metnin çoğul anlamlarının yakalanması gerekir. Bu açıdan bakıldığında Süleymaniye Kürsüsünde metni ara bir metin gibi durur. Metnin hemen girişinde hicvettiğinin ne olduğunu söyledim. Âkif devamında da yine bu hicvi netleştirme yoluna gider. Aslında bu, ironi geliştiren teorisyenler açısından kusurlu bir şeydir. Ancak bize göre, bu kusur Âkif metinleri için geçerli değildir. Kusur olan kısım şudur: Sözel olan ironi devam ettirilerek metnin derinlikli yahut bütünlüklü anlamının okur tarafından çıkarılması beklenir. Fakat Âkif bunu yapmaz, metnin o mübalağalı tarafına yine doğrudan kendisi müdahale eder ve anlam kırılması meydana getirir. Metnin devamında Âkif ‘in şu ifadeleri ironinin aslında kime göndermede bulunduğu da netleşmiş olmaktadır.

Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!

Biraz da saygı gerektir... Ne saygısızlık bu!

Hudâ’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;

Utanmadan da tevekkül diyor bu cürete... Ha?[4]

Âkif, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, yaşanılan sosyal hayattan sahneler sunmak gibi bir meselesi olduğu için, önce hiciv veya ironi sonra da muhatabın aslına gönderme yapma işini bilinçli yapar. Buna benzer bir kullanım yine “Koca Karı ile Ömer” şiirinde de karşımıza çıkar.

Ne sadâ var, ne bir yürür bîdâr;

Uhrevî bir sükûn içinde civâr.

Ömer olmuş gezer, sıyânet-i Hak...

Şu yatan beldenin huzûruna bak![5]

Bu ifadeleri düz anlamıyla, yani kelimeleri sözlük anlamıyla okuduğumuzda “toplumun huzurlu bir beldede yaşadığını” zannederiz. İşte ironi tam da budur. Yani zannettiğimiz şeyin aslında öyle olmamasıdır. Burada söylenen şey “toplumun huzurlu bir beldede yaşaması” iken, aslında kastedilen insanların ne kadar duyarsızlaştığıdır. Âkif’in bu şiiri, 1911-112 yıllarında, yani Balkan Harbi’nin yavaş yavaş toplumu kökünden sarsmaya başladığı bir dönemde yazılır. Söz konusu böyle bir sahnenin aktarılmasında Akif tam da bir ironist gibi hareket eder.

Diğer şiirlerinde de Âkif’in ironist kimliğini görmek mümkündür. Sözü çok uzatmadan bir de “durum ironisi”ne temas etmek istiyorum. Akif’in “Meyhane” adlı şiiri, “Mahalle Kahvesi” şiiriyle birlikte bütün külliyatı içinde mekân algısının ne tarzda ortaya çıktığının nitelikli bir şekilde örneklendiği metinlerin başında gelir. Akif, hemen hemen Safahat’ın birçok bölümünde camiiden, mezarlıktan vs. bahseder; ama müstakil olarak meyhaneye ve mahalle kahvesine dair şiirler yazmıştır. Bu, çünkü toplumu temelden sarsan, sosyal, psikolojik ve ahlaki bakımdan ele alınmasından dolayıdır. Akif “Meyhane” şiirinde de ironik olarak bir durumdan bahsetmektedir. Meyhane şiirinin önemli bir tarafı da benim metnimin başlığının ikinci bölümünü oluşturan aile hayatını kısmıdır. Söz konusu durum ironisi de burada ortaya çıkmaktadır. “Meyhane” şiirinde Akif, kocası zamanında eve gelmediği için şikâyet eden ve artık başka çıkar yol bulamadığı için de bizatihi meyhaneye kendi gelerek kocasını eve davet eden bir kadının hikâyesini anlatılıyor.

Ayol, nedir bu senin yaptığın? Utan azıcık...

Anan da, ben de, yumurcakların da aç kaldık!

Ne iş, ne güç, gece gündüz içip zıbar sade;

Sakın düşünme çocuklar aceb ne yer evde?

Evet, sen el kapısında sürün işin yoksa;

Getir bu sarhoşa yutsun, getir paran çoksa.[6]

Bu diyalog tam da meyhanede geçmektedir. Bu bir durum ironisidir. Yani bu evde, sokakta yahut meyhane kapsında yapılmaz. Özellikle sarhoşların yanında yapılır. Hatta söze sarhoşlar da dâhil olur. Manzumenin devamında adam dayanamaz, “-Cehennem ol seni hınzır orospu, git: Boşsun!”[7] der, ondan sonra ortalık karışır adam kendinden geçer, kadın da bayılır. Bu arada da söze diğer sarhoşlar girer. Onlar da kendi eşlerini de anlatarak kadının bu durumundan şikâyet etmeye başlarlar. İşte bu bir durum ironisidir. Bu muhaverenin, bu meselenin çözülmeye çalışıldığı yer bizatihi meyhanedir.

Devam edecek olursak, yukarıda ifade ettiğimiz gibi Akif, toplumsal olana yönelik mekânlar oluşturur. Bunlardan biri, önemli bir mekân olarak meyhane, diğeri de benzer şekilde mahalle kahvesidir. Mahalle kahvesinin bütününe bakıldığında -ki eğer bir metne, şiire, sanat eserine ironi açısından bakılacaksa özellikle Schlegel adlı teorisyenin ifadesiyle söyleyecek olursam, metnin mesajlarından ziyade bütününe bakmak gerekir. Yani metnin bütününe bakıldığında ancak ironiye dair bir fikir elde etmiş oluruz. “Mahalle Kahvesi”ne bu açıdan bakıldığında aslında merkeze konulan çok temel bir meselenin olduğunu görürüz. Bu da hayat-ı ailedir. Bu konu metnin sadece on dört dizelik kısmında geçer. Öncesinde mahalle kahvesi, çok müthiş bir mekân tasavvuru ile hatta sinematografiye varan görsel tarifiyle yazarlara verilir. Mekânın görsel olan tarafı çok önemlidir ve bu da hakikaten “Mahalle Kahvesi”nde bariz bir şekilde dikkat çekmektedir. Bir mekân, içerisinde yer alan insanları, sadece bedenlerini koruyan tarafıyla ele alınmaz. Örneğin mahalle kahvesine yahut meyhaneye sığınmış olanlar, o mekânla içerden derinlikli bir bağ kuramadıkları için sadece bedenlerini o mekânlarda sığınak olarak tutarlar. Ama nitelikli mekânlar sadece bedenlerin değil, ruhların da rahata erdiği mekânlardır. Mekânların üstünde bulunan çatılar içeridekileri sadece kar, tipi, yağmur gibi doğa olaylarından korumaz, onları aynı zamanda ruhlarına iyi gelen saldırılardan da korur. Zira mekânın insan ile kurduğu derinlikli ontolojik bir bağı vardır. M. Akif’in “Meyhanesi”nde ve “Mahalle Kahvesi”nde söz konusu olan mekân böylesi bir mekân değildir. Zira buralarda sadece bedenler tutulur, ruhlar ise aç kalır. Bu mekânın hemen girişinde hayat-ı aile kısmına söz getirilmeden evvel mekân anlatılmaya çalışılır. Fakat mekân anlatılmadan evvel, “Kapansın elverir artık bu perde pek kanlı! Mahalle kahvesi hâlâ niçin kapanmamalı?”[8] dizeleriyle adeta Akif mekanı genişleterek ele alır. Söz konusu mekânın genişlediği yer Osmanlı coğrafyasının işaret edildiği dönemidir. Söz konusu o dönemi Akif yine Mahalle Kahvesi”nde şu şekilde anlatır:

Ne hastahânesi kalmış zavallı eslâfin,

Ne bir imâreti, bitmiş elinde ahlâfin.

Kanallann izi yok köprüler harâb olmuş;

Sebillerin başıboş, çeşmeler serâb olmuş![9]

Sözün bu kısmında da Akif, hala ayağını mahalle kahvesinden içeri atamamıştır. Fakat Akif, o noktaya gelinceye kadar mekân algısını geniş tutmaya çalışır. Bir dönemler Osmanlı’da kahvehaneler olumlu anlamda çok da ciddi fonksiyonel değerler üstlenmiş mekânlardır. Zira 19. Yüzyılın sonuna değin, kahvehaneler ilmi konuların konuşulduğu, sohbetlerin yapıldığı mekânlardır. Âkif, işte onlara gönderme yapar. Fakat 19. Yüzyıla gelindiğinde, Âkif’in içerisine birazdan gireceği mekân artık kapanmalıdır.

“Hayât-ı âile” isminde bir ma’îşet var;

Sa’âdet ancak odur... Dense hangimiz anlar?

Hayât-ı âile dünyâda en safâlı hayat,

Fakat o âlemi bizler tanır mıyız? Heyhat!

Sabahleyin dolaşıp bir kazanca hizmetle;

Evinde akşam otursan kemâl-i izzetle;[10]

Bu sözlerle birlikte de Âkif, daha henüz mahalle kahvesinin içerisine girmedi, fakat içerisine giren insanların nelerden uzak olduğunu en başta bize işaret ediyor. Âkif, birazdan mahalle kahvesinin içerisine girip orayı tüm teferruatıyla, muazzam bir gözlem ve bakış açısıyla, fotoğraf kamerası titizliğiyle gördüğünü resmeden bir derinlikle mahalle kahvesini bizlere anlatacaktır. Bunun için de içerisinde bulunan insanların nelerden yoksun olduğunu bizlere duyurmaya çalışır.

Evinde akşam otursan kemâl-i izzetle;

Karın, çocuklann, annen, baban, kimin varsa,

Dolaşsalar; seni kat kat bu hâleler sarsa,

Sarây-ı cenneti yurdunda görsen olmaz mı?

İçinde his taşıyan kalb için bu zevk az mı?11

Akif, aile hayatıyla ilgili bu ifadeleri “Meyhane”de, “Seyfi Baba”da, “Asım”da, “Hakkın Sesleri”nde ve “Süleymaniye Kürsüsünde”de de söyler.

Karın nedîme-i rûhun; çocukların rûhun

Anan, baban birer âgûş-i ilticâ-yı masûn.

Sıkıldın öyle mi! Lâkin, biraz alışsan eğer

Fezâ kadar sana vâsi’ gelir bu dar çember.

Ne var şu kahvede bilmem ki sığmıyorsun eve?

Gelin de bir bakalım... Buyrun işte bir kahve:[11] [12]

Bu ifadeleri dedikten sonra Âkif kahveden içeriye adımını atar. Fakat bu öyle nitelikli bir gözlemdir ki, içeriye adım atarken bile kahvenin eşiğini de, kapısını da anlatır. İçeriye girdikten sonra da kahvede olanları bize teker teker sayar. İşte benim “Mahalle Kahvesi”nde sözünü ettiğim ironi de bu anlatılarda başlar. Burada bir iki tane daha örnek verip sözümüzü bağlayalım.

Gürültüsüz oyun isterseniz gelin damaya:

Zavallı, açmaza düşmüş... Bakın hesaplamaya!

Oyuncunun biri dalgın, elinde taş duruyor;

Rakîbi hâlbuki lâ yenkâtı’ bıyık buruyor.

Seyirciler mütefekkir, güzîde bir tabaka;

Düşünmelerdeki şîveyse büsbütün başka:

Kiminde el, filân aslâ karışmıyorken işe,

Kiminde durmadan işler benân-ı endîşe.

Al işte: “Beyne burundan gerek, demiş de, hulûl”

Taharriyât-ı amîkayla muttasıl meşgûl!

Mühendis olmalı mutlak şu ak sakallı adam:

Zemîne dâire şeklindeki yaydı bir balgam;

Abanmış olduğu bir yamrı yumru değnekle,

Mümâslar çekerek soktu belki yüz şekle![13]

Bu ifadeler söylenen, fakat söylenin ötesinde kastedilen çok daha farklı anlamlara sahip ifadeler olduğu için ironi olarak kabul edebileceğimiz ifadelerdir. Son bir örnek vererek bitirmek istiyorum:

Duyuldu bir iri ses, arkasından istiğfâr...

Meğer geğirti imiş.

-Pek şifâlı şey şu hıyar.

Cacık yedin mi, ne hikmet, hazır hemen teftîh...

-Evet şifâlı yemiştir...

-Yemiş mi? Lâ-teşbîh.

-Günâha girme. Tefâsîrde öyle yazmışlar...

Dayım demişti ki: Gördüm, hıyar hadiste de var:[14]

Yani, burada inanması zor olan bir şeyi kutsal olanla, hadis ya da ayetle takviye etmek söz konusudur. İşte bu tam bir ironik söylemdir. Metnin hemen sonuna yaklaşıldığında, yukarıda da söylediğim gibi, merkeze konulan aile hayatı tekrar hissettirilir. Yani aslında metnin yazılma sebebi, o kahvede bulunanların aile hayatının saadetinden, neşvesinden, huzurundan uzak kalmış olmalarıdır. Âkif mekânı muhteşem bir gözlem ile tasvir ettiği mahalle kahvesini ve orada bulunan adamların ahvalini anlattığı metnini şu nitelikli ifadelerle bitirir:

Tavanın pervazı altındaki toprak yuvadan,

Bakıyor bunlara, yan yan, iki çifte ince nazar:

“Ya sizin bir yuvanız yok mu?” diyor anlaşılan,

Dişi erkek çalışan yavrulu kırlangıçlar.[15]

 

80 Yıl Sonra Mehmed Âkif Ersoy, 2017

[1]      Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Ihlamur Yayınları, İstanbul, 2011, s. 38

[2] Ersoy, a.g.e., s. 201

[3] Ersoy, a.g.e., s. 201, 202

[4]      Ersoy, a.g.e., s. 202

[5]      Ersoy, a.g.e., s. 88

[6]      Ersoy, a.g.e., s. 51

[7]      Ersoy, a.g.e., s. 52

[8] Ersoy, a.g.e., s. 101

[9] Ersoy, a.g.e., s. 102

[10] Ersoy, a.g.e., s. 102

[11] Ersoy, a.g.e., s. 102

[12] Ersoy, a.g.e., s. 102

[13] Ersoy, a.g.e., s. 105

[14]    Ersoy, a.g.e., s. 106

[15]    Ersoy, a.g.e., s. 107

Bu haber toplam 1097 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim