Sözkonusu kutsama, öncelikle muhtelif iktidar odaklarına göz dağı vererek ontolojisini güvence altına alabilmek adınadır. Bunu herkes bilir. Ama daha derinde değişim değerini, ya da kısaca fiyatını maksimize etmeyi hedefler. Sanat eşsiz, derûnî ve bizâtihî kutsal ise değerli; değerli ise değişim değeri üzerinden değerli demektir. Modern dünyada sanatçı ile siyâsal ya da sivil seçkinler; meselâ Rönesans ve Post-Rönesans dönemindeki başat alıcısı olan, çoğu artık toprak geçmişini bırakan (absent lord )yeni şehirli soylular arasındaki ilişkiler; yavaş yavaş himâye ilişkisi olmaktan çıkıp müşteri ilişkisine dönüşür.
Sanatın ve sanatçını özgürlüğü modern dünyada elbette ki bir imkândır. Ama bu imkân kapitalizmin nesneleştiren baskıları altında giderek daha sınırlanıyor. Onun için sanat ve sanatçının özgürlüğü, kutsallığı, dokunulmazlığı vb yorumlar sadece kâğıt üzerinde çok şık duruyor. Siyâsal iktidar karşısında aslan kesilen sanatçılar, nedense sermayenin karşısında suskun kalıyor; hatta onu özgürleştirici bir dinamik olarak selâmlamaktan geri kalmıyorlar. Bazı sanatları bitiren siyâsal iktidardan çok sermayedir. Sermaye sanatların derinliğini sığlığa çeken ve ancak bu koşulla, her beğeniye ait vasatlar üzerinden yapmayı emrediyor. Sanatçılar kendilerini ve sanatlarını yavanlaştıran, sığlaştıran bu olguyu çoğu kez görmezden gelir. Hatta vak'ay-ı âdiyeden, hayatın icâbâtından bilir. Velinimetleriyle hesaplaşmaktan kaçarlar. (Bu olguyu derin bir şekilde analiz eden ve aslında sanatı var eden koşulların onu bitiren koşullar olduğunu sanat çevrelerinin yüzüne vuran Frankfurt Okulu'na diş bilemeleri de bu yüzdendir). Bu satırların yazarı elbette ki geçimlik dünyanın idâmesi adına susmayı bir insanlık durumu olarak anlar. Anlayamayıp; anlayış göstermekte zorlandığımız husus, sermayenin eş anlı olarak hem var ettiği hem de dumura uğrattığı sanatsal süreçlerin zarar hesabında, bunun gösterilmemesi, daha çok siyâsal iktidarlardan gelen müdahaleler yüzünden doğan zararlar içinde eritilmesidir.
Hikâye anlatmak çok ciddî bir iştir. Hikâyeler hayatın epik tarafını karartıyor ve gerçekten de gerçek edalarla anlatıldığı için üzerine konuşulacak alan bırakmıyor. Baudrillard'ın yazdığı gibi, artık temsiller bir şeyi değil, kendi kendisini üstelik boş boş temsil ediyor. Anlatılan hikâyenin olgunluğunu hissettirecek olan anlatılmayanları da düşündürmesidir. Hikâyeler kendi kendisini şişirdikçe değil; içine başka hikâyeleri aldığı sürece büyüyor ve inandırıcılığını arttırıyor. Şöyle bitirelim: Sokağa düşmüş, itilmiş kakılmış sanatın hikâyesi, önce eve alınıp, sonra dövülüp sokağa atılmak deneyimi ile kesinkes evsizleştirme ve kötü yola düş(ür)me deneyimi arasında dolaşan bir hikâye oluyorsa okunmaya değerdir.
30.04.2012 Yeni Şafak































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.