• İstanbul 15 °C
  • Ankara 9 °C
  • İzmir 17 °C
  • Konya 10 °C
  • Sakarya 11 °C
  • Şanlıurfa 19 °C
  • Trabzon 16 °C
  • Gaziantep 14 °C
  • Bolu 6 °C
  • Bursa 15 °C

Uzun Atlama ve Sırıkla Yüksek Atlama Şampiyonluğum

Fahri TUNA

Okul Bitti Kardeş, Hayat Başlıyor Artık, Haydi?

Saatler saatleri, günler günleri, aylar ayları kovalayor  ve derken okul da bitiyor, evlendik de. İş lâzım şimdi.

Elimizde kapı gibi- her ne demekse, hep böyle derler ve ben daha kapı gibi bir diploma da hiç görebilmiş değilim- Endüstri mühendisi diploması var. Dolaşıyorum kurum kurum, pasaj pasaj. Daha askerliğini yapmamış yirmi üç yaşındaki ‘çaylak mühendis’e kim iş vermeyi düşünür? Kimse de düşünmüyor zaten. Haksız da değiller hani. Askerlik kararı aldırıyoruz ama sıra çok; bir yıldan önce bizi kıtaya almaları pek  mümkün görünmüyor. Kadim dost, mert delikanlı, cömert ve kalender adam Hadi Şahin kardeşimin destek, yardım, yol göstermeleriyle ekmeğimizi az çok çıkartıyoruz.

Eşyanın Ne Önemi Var; Mühim Olan Mutluluk

Karaağaçdibi’nde İnönü caddesi 27 nolu Bankacı Nevzat Ortaç ‘beyamca’yla Emel ‘hanımteyze’ye ait üç katlı evin en alt katında oturuyoruz;  öğrenci evini, artık aile evine dönüştürmüşüz. Osmanlı döneminin şaşaalı konaklarından eksiği olmayıp fazlası olan bu ahşap güzeli evin, aslında şimdilerde Büyükgazi İlkokulu olan mekandaki Ermeni Kilisesinin papazının evi olduğunu, evin de asrın başlarından itibaren ‘Papazın Evi’ olarak ünlendiğini öğrenecektim yıllar sonra; öğrenecek ve şaşırmayacaktım.

Evde fazla bir eşya yok. Ama eşyanın  önemi yok. ‘Hiç önemli değil’ sözü dilimde pelesenk o zamanlar.  ‘Mühim olan eşya değil insanlık’ diyoruz. ‘Eşya ile mutluluk nerede görülmüş’; aradan geçen otuz küsur yılda, mükemmel döşenmiş adeta köşklerde başlayan evliliklerin yarısının –resmi rakamlar % 48 diyor- boşanma ile bittiğini görünce, bu söz daha bir anlam kazanıyor gönlümde doğrusu.

Haklarını iade edelim: Ozanlar delikanlıları evimizi halılarla koltuklarla döşemişler, kap kacak almışlar, sağ olsunlar. Neredeyse temel hiçbir eksik yok evimizde. Mütevazı bir hayatımız var artık; yarına Allah kerim diyoruz.

Söğütlü Kantarı’nda Sakin ve Huzurlu  Günler

Dedim ya; ‘taze mühendis diploması’ bir işe yaramıyor. Çevre de nispeten zayıf.

Ev sahibimiz ‘Atatürk Nevzat Amca’ (Ortaç) bir çözüm buluyor bana; -o zamanlar baba parası yemekten bıkan yeni yetme bekârlar için pek tercih edilen bir yer olan – mevsimlik Şeker Kampanyası’nda iş ayarlıyor. On iki saat gece, on iki saat vardiyalı bir iş bu; yapacağımız Şeker fabrikasının kantarlarında pancar tartmak. Asgari ücrete çalışıyoruz, altı bin beş yüz lira asgari ücret, günde dört saatte mesai olduğundan, asgari ücretin birazcık üzerindeyiz. Bozdur bozdur harca, biter mi o kadar para.

İlk görev yerim Söğütlü Kantarı. O zamanlar henüz ilçe olmayan Büyük ve Küçük Söğütlü köylerinin ortasındaki meşhur pancar kantarı işyerimiz. Bir hafta gececiyiz bir hafta gündüzcü. İki tane Tesellüm Memuru var kantarımızda: Emekli astsubay Mehmet İr ve sınıf öğretmenliğinden atılma Saffet adında Söğütlülü bir ağbi. Tesellüm memuru kavramını da ilk orada duyuyor, orada öğreniyorum. Teslim alma memuru, kabul memuru demek zannımca.

İki tesellüm memuru dışında bir ben varım yüksek okul mezunu, bir de Hüseyin Tekcan var ticaret lisesi mezunu. Diğerler çalışanlar ilkokul mezunu. Bir de ‘meydancı’ denilen ağbilerimiz var, doğal olarak onlar da ilkokul mezunu.

İki Pancar Bölge şefimiz var; Mudurnulu (yahut Göynüklü) Abdullah bey, sarışın mülayim efendi biri. Diğeri Erzurumlu, esmer, karayağız, Ülkücü Rüstem Pirimoğlu. Hemen her gün kantarı kontrole geliyorlar resmi plakalı jeeple. İkisi de Ziraat mühendisi. Benim mühendis olduğumun farkında bile değiller. Hayat işte; aynı mürekkebi yalamış adamlarız, onlar beni ilkokul mezunu sanıyorlar. Yıllar sonra Rüstem Pirimoğlu işin aslını öğrenecek ve özür dileyecektir. Ne mana ve ehemmiyeti kaldıysa artık.

Güngörmüş Mehmet İr Ağbiden Hayatı Öğreniyorum Yavaş Yavaş…

İki amirimizden biri olan Mehmet İr ağbimiz, elli-elli beş yaşlarında, etli yüzlü, kalın kara kaşlı, ciddi ve asık suratlı, herkesin çekindiği bir astsubay emeklisi. Birçok meslektaşı gibi ömrü gurbette geçmiş, şu memleket senin bu il benim dolaşıp emekli olunca da doğup büyüdüğü topraklara, Büyük Söğütlü’ye dönmüş ağırbaşlı bir Manav. Yine birçok meslektaşı gibi içkiye de aşina biri. Güngörmüş, günler geçirmiş biri.

Nedendir bilinmez beni vardiyasına alıyor; gözü tutmuş olmalı. Artık iki ay kadar onun vardiyasındayım. Geceleri ikimiziz, gündüze döndüğümüzde ise yedi  sekiz kişi oluyoruz. Hayat ile ülke ile görev ile ilgili ‘uygulamalı’ türünden çok şeyler öğreniyorum Hulusi Kentmen kılıklı Mehmet İr ağbimden yavaş yavaş.

Öğle yemeklerini kendimiz yapıyoruz, para toplayarak. Ferizlili –aslen Orduluydu sanırım – Sami ağbi var bizden beş altı yaş büyük. Meydancı. Asıl mesleği kasaplıkmış. İnanılmaz lezzetli et yemekleri yapıyor bize. Ben henüz 66 kiloyum o zamanlar. Ama lezzet düşkünüyüm ta o zamandan. Soğanı, domatesi, kıymayı bu kadar iyi hemhâl eden, bu kadar lezzetli bir yemeğe dönüştüren başka bir adam, başka bir kişi göremedim yarım asırlık ömrümde.

Adapazarı Merkez Kantarı; Muazzez Abacı Firuze ile Ortalığı Kasıp Kavuruyor

Günler ayları, aylar günleri takip ediyor; Söğütlü’deki iki ay kadar ‘kampanya işçiliği’görevimiz, ikinci  bir emre kadar merkeze yani Adapazarı Şeker Fabrikası kantarına alınıyor. Sanırım merkezde bir kişi eksilmiş olmalı,  Adapazarı’ndan gidip gelmem nedeniyle ben tercih ediliyorum.

Söğütlü’ye göre burası daha renkli ve eğlenceli. Tekeler’in Manavlarından Metin Kabasakal Tesellüm Memurumuz. Kazımpaşa’dan Mustafa Çebi var, aslen Trabzonlu zannediyorum. Yine Kazımpaşa tarafından sonradan adını Faizspor taktığım Balkan kökenli İbrahim var, Arifiye’den Gürcü kökenli sarı kırmızı suratlı Osman Cebeci adında ilginç bir arkadaş var, Selami Çark var. 3-4 kişi daha var. Büyük bir kantar burası. Araçlar vızır vızır, biri gitmeden diğeri geliyor. Merkez yemekhaneye yemeğe gitmeye vakit bulamıyoruz çoğu kez.

Yine aralarında ilkokul mezunu kantarcılar da var; işimiz kantara gelen pancar  veya küspe yüklü traktörleri ve kamyonları tartmak. ‘Sabır ya Fahri’ diyor iç sesim sık sık; ‘Fabrikanın genel müdürü Zeki Baysal’la aynı diplomaya sahipsin. Ama o otuz yıllık sen otuz günlük mühendissiniz, çalış sabret bir gün sen de olacaksın!’ Nitekim –önce Allah’ın izni sonra da - bu ‘sabır ve çalışma’ beni bir çok göreve/makama getirecekti zamanla.

Yoğun çalışma temposunda kantarda sürekli müzik dinleniyor. 1983’ün yazında iki şarkı çok ama çok meşhur, hem Türkiye, hem biz onlarla yatıp kalkıyoruz: Muazzez Abacı o güzel sesi ve yorumuyla ‘Firuze’yle başı çekiyor, hemşerimiz Halit Çelikoğlu’nun sözlerini yazdığı Necdet Tokatlıoğlu’nun bestesi ‘Yılları durduracak / Güneşi doğduracak / Dünyamı dolduracak / Bir sevgi istiyorum’u naif, narin, duru sesiyle Samime Sanay nefis söylüyor.

İktisat Kitabı Gibi Adam Faizspor İbrahim ve Limanlar Kralı Mustafa Çebi

Tabi iş/çalışma ortamı bin bir zorluğunun yanında bin bir renkli ve eğlenceli yönler de içeriyor. Başımızdaki tecrübeli Tesellüm memuru Metin, güler yüzlü, neşeli, şakacı yardımsever bir kişi. İbrahim İktisat kitaplarından çıkıp gelmiş tam tipik bir ‘homo economicus’ yani ‘iktisadi adam’. Sınıfa götür, ders diye göster, öyle biri; her şeyi planlı, her şeyi ekonomik hesap üzerine. ‘Ben babama borç vermem arkadaş’ diyor sık sık, ‘geçen istedi, banka faizini uygulayarak borç verdim babama da, ayırmam arkadaş; devir hesap kitap devri‘ diyor. Piyasada faizler yıllık % 50 civarında zira. Ona ben ‘Faizspor İbrahim’ adını takıyorum. Dünya tatlısı biridir aslında İbrahim.  Hâlâ da telefonumda ‘İbrahim Faizspor’ olarak kayıtlıdır. Soyadını bilmem. ‘Armudun sapı var, üzümüm çöpü var’ derken yaşı elliyi geçti, hâlâ bekâr, bir kız bulup bize düğün davetiyesi getirecek diye bekliyoruz onu.

Mustafa Çebi maceraperest akıllı bir ‘uşak’. Durmadan gemilerden limanlardan okyanuslardan söz ediyor. Gözü pancardan çok okyanuslarda. Nitekim daha sonra denizci olacak, arada bana –bazen New York’tan, bazen Porto’dan, bazen New Jersey’den - kartlar atacaktır, dünyayı belki beş kez dolaşacak, kırk beş yaşına girerken de Jamaika’dan (ülke adını attım ama dünyanın başka bir ucundan olduğu kesin, belki de Rusya’dan) bir hanım bulacak evlenecektir. Can dosttur, merttir, fedakar ve vatanperverdir Çebi. Gönül adamıdır. Son gördüğümde ‘limanlara veda edip eve döndüğü’nü söylemişti bana. Ne kadar başarabilecekse, bilemem artık.

Uzun Atlama, Üç adım Atlama ve Sırıkla Yüksek Atlama da Türkiye Rekortmenliğim,                                                       Pek Bilinmiyor Maalesef

Bir de Gürcü Osman var Arifiyeli, kantarımızda. Aslında hoş, güler yüzlü, neşeli bir arkadaş. Ama hava atmayı da çok seviyor. Osmanlı Bankası reklamı gibiyiz aslında; ‘Yok birbirimizden farkımız, hepimiz bir parça ekmek için buradayız’. Ama o-iddiasına göre – Arifiye Doğanspor’un yıldız futbolcusu. Her gün bize gollerini, asistlerini, şöyle transfer teklifi aldığını, böyle 1.Ligde oynayacağını anlatıp duruyor. Önceleri ilginç gelen ve hoşumuza giden bu sohbet, zamanla hava atmaya dönüşünce, bendeki mizah yeteneğini fark eden Faizspor ile Çebi kulağıma ‘şuna bir ders verme zamanı gelmedi mi Fahri’ diyorlar, ben de harekete geçiyorum.

Öyle bir spor dalı bulmalıydım ki, yemeli bizim ‘Havalı Osman’. Yine bir çay molasında Çebi’nin ‘sen hiç spor yapmadın mı Fahri’ ara pasıyla topu ayağıma alıyorum, dripling ve çalımlarla ilerliyorum: ‘Ne demek, siz benim rekortmen sporcu olduğumu duymadınız mı yoksa, şaşarım size?’ ilk Osman atlıyor, ‘Ne sporu, ne rekoru? Yeme bizi arkadaş?’

Birden ilk gençliğim, on üç –on dört yaşım geliyor gözümün önüne; harman, bahçe, bostan kenarlarında Manavların ‘avla’ dedikleri ‘kazığa üç sıra tokatla çakılan’, ortalama bir metre yirmi santim yüksekliğindeki avluların üzerinden tutunmadan atladığım günler geliyor aklıma; hem Osman nereden bilecek ki o sporları; golü penaltı noktasından plase ilke ağlara gönderiyorum:  ‘Uzun atlama, üç adım atlama ve sırıkla atlamada Türkiye rekortmeniyim ben!’ O zamanlar şimdiki gibi ‘Google Amca’ da yok ki, foyamız otuz saniyede ortaya dökülsün. Bizim çetenin (Çebi, Faizspor, Metin) takdir ve tebrikleri karşısında Osman artık bana ‘rekortmen’ diye hitap etmeye başlıyor, bazen de ‘şampiyon’ demeye. Artık kantarın komedi filminin şifre cümleleri hazır: ‘Osman, Fenerbahçe ne kadar ücret teklif etti bakalım, hayatın kurtuldu desene?’ O da arada bana soruyor: ‘Yeni atletizm şampiyonası ne zaman?’ Osman’ın façasını elbirliği ile bozmuştuk. Bir daha göremedim otuz yıldır Osman’ı. Özlemişim de. İzmit’ymiş diye duyuyoruz. Görebilsek de doğrusunu anlatsak artık!

‘Kadınlar Bir, Erkekler Dokuz Doğurur’muş Meğer

Dokuz seksen üç yazı; Allah Tuna ailesine tatlı mı tatlı bir evlat verecek… O zamanlar ultrason denen alet icat edilmiş değil; belki de edilmiştir de Adapazarı’na kadar düşmüş değil henüz. Bebeğimizin cinsiyetinden haberimiz yok daha. Temmuz ayındayız, doğum yaklaşıyor. Günlerden üç Temmuz Pazar. Öğlene doğru ağrıları başlayan  Gülseren’le Müftülüğün yanındaki Doğumevi’ne kontrole gidiyoruz. Muayene sonrası doktor ‘her şey yolunda, bugün yarın doğarsa kız, bir hafta sonra doğarsa erkek olacak, hadi gözünüz aydın’ deyip gönderiyor bizi. Eve dönüyoruz; tatlı bir bekleyiş ve heyecan hakim evimizde.

Öğleden sonra ağrıları iyice artan eşim Gülseren’le Doğumevi’ne gidiyoruz. Onu hızla doğumhaneye alan ebe ve hemşireler bana da Tren yolu kenarındaki bekleme bankını gösteriyorlar. Bir dakika, beş dakika, on dakika; vakit geçmiyor. Bir ileri bir geri, yerime oturamıyorum telaştan ve sıkıntıdan. Bu arada bir atasözü üretiyorum yirmi üç yaşımda: ‘Kadınlar bir, erkekler dokuz doğuruyormuş meğer’ diye…

Kırk yaşlarında, Şeker Fabrikasında işçi olarak çalıştığını söyleyen biri daha var, yan taraftaki betonda oturan. Üç beş günlük sakalı, sivrice yüzü, elinde sigarası, mutsuz, umutsuz ve boş vermiş hali bugün bile gözümün önündedir. ‘-Senin ilk mi?’ diye soruyor bana, acele cevap veriyorum: ‘-Evet!’ ‘-‘Hâlinden belli zaten’ diyor. Ben ona soruyorum: ‘-Senin?..’ ‘-Benim altıncı’.. diyor ağbi.

‘-Hayır ebehanım, Benim oğlum değil kızım olacaktı!’

Derken bir ebenin kapıdan göründüğünü ve ;’Fahri Tuna burada mı?’ diye seslendiğini fark ediyorum, ‘- Benim, buyurun’ diyerek ona doğru hızlanıyorum: ‘-Gözünüz aydın! Bir oğlunuz oldu!’ diyor.  Ben sabahki doktora, yani kıza şartlanmış olmalıyım: ‘Hanımefendi, bir yanlışlık var, benimki kız olacak’ diye cevaplıyorum: ebe tekrarlıyor: ‘Allah Allah, sizin adınız Fahri Tuna değil mi kardeşim? ‘-‘Evet’, ‘İyi ya işte, sevinsenize, bir oğlunuz oldu, müjdeyi vermeğe indim!’, ‘-Bakın hanımefendi, bir yanlışlık yapıyorsunuz, benim oğlum değil kızım olacaktı bugün!’ Şaşkın, biraz da öfkeli bir sesle  ebehanım, ‘deli mi ne, adama oğlun oldu diyoruz, o kızım olacak diye tutturmuş, millet oğlan çocuğu için ağaca çıkıyor’ diye söylene söylene uzaklaşıyor ve eşimin sonradan bana ilettiğine göre, soruyor ona: ‘-Senin kocan biraz kafadan çatlak mı?’ ‘-Nereden anladın?’,            ‘-Adama ‘müjde, oğlun oldu’ diyorum, sevinçten uçacağına, ‘hayır, benim kızım olacaktı’ diye tutturuyor, kaçık mıdır nedir o’. Eşim yorgun, mutlu ama güçsüz bir sesle cevap veriyor; ‘- Siz onun kusuruna bakmayın, yarın verir size, müjde hediyenizi o!’ Ve, veriyoruz elbette.

Evimizin Yeni Misafiri:  Ahmet Arif  Tuna

 

Sevinç ve şükür göz yaşları arasında bir telaş başlıyor; bu esmer delikanlının (ki doğduğunda çok esmer  bir çocuktu, kırk gün sonra sarışın bir hâle dönüştü) adı ne olacak, ne olmalı, ne olabilir.

 

Eşim bana bırakıyor, sağ olsun. Aklımda iki yıl kadar önce, henüz on beş yaşındayken ALL (kan kanseri) hastalığından vefat eden rahmetli kardeşim Ahmet’in adı geliyor. Babamın adı da Arif. Bir daha erkek çocuğum ya olur ya olmaz. Felek diyor ki, ‘birleştir ikisini, çocuğun adı Ahmet Arif olsun’. Böylece hem geleneği (baba dede ve kardeş isimlerini sürdürmek çok eski bir Türk geleneğidir) yaşatmış olacağım, hem de ‘Hasretinden prangalar eskittim’ isimli enfes mısraları ve daha nice güzel şiirleriyle Türk edebiyatına damga vuran muhalif bir şairin ismine gönderme yapmış olacağım.

.

Sormam/onay almam gereken üç kişi var: Babam, eşim, Cihat Zafer’in tabiriyle ‘odunu sert çağa keskin balta’, benim tabirimle ‘tek kişilik çoğunluk’ Selahaddin Şimşek. Babama telgraf çekiyorum, ‘sükutunu ikrardan’ sayıyorum, eşim ‘Ahmet’i koyacağını biliyordum zaten (tahmin ediyordum manasına), ama Arif sürpriz oldu’ diyor, ‘gözleri zifiri karanlıkta ak sütün içinde ak kılı fark etmesiyle’ ünlü Selahaddin ağbimiz de ‘isabet etmişsin, münasiptir’ deyince. Yedinci günün sabahında ezan okuyarak fısıldıyoruz evimizin yeni yakışıklısının kulağına adını: ‘Ahmet Arif!...’

23.08.2013 
Bu yazı toplam 1462 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim