• İstanbul 8 °C
  • Ankara 3 °C
  • İzmir 16 °C
  • Konya 10 °C
  • Sakarya 7 °C
  • Şanlıurfa 17 °C
  • Trabzon 12 °C
  • Gaziantep 15 °C
  • Bolu 3 °C
  • Bursa 7 °C

Yaşanmış Hikâye

M. Ali ABAKAY

 

Profesör

Oturduğum dairenin kapısı çalınmadan telefonla uyarıdım:

-Müsaid iseniz gelebilir miyim?

Reddi, benim için nezaketsizlik olur, biz anamızdan-babamızdan öyle gördük.  Misafir hoş karşılanır, davet edilse de kendisi teklifte bulunsa da..

Evde kimsecikler yok. İkrâmda kusur etmemek lazım. Dolapta bir şeyler arıyorum, var var!..

Küçüğümüze aldığımız gofret, pasta, kek poşeti henüz boşalmamış. "Mahalle bakkalına gidip gelmesin ve gereksiz şeyler almasın,abur-cuburla sağlığını tehdit etmesin." düşüncesiyle arada bir güvenimizi kazanan markaların ürünlerini  alıp dururuz.

Misafir, umduğunu değil, bulduğunu yer, nihayetinde. Küçüğümüzün o gün bana olan katkısı oldukça önemli oldu.

Arabadır, ne de olsa mesafeleri azaltan, insanı uzun yolculuklardan alıkoyan. Kendi memleketimde vesaid yapılmadıkça, araba almayacağıma dair gençlik yeminimi bozduğum gün, yemin kefaretimi yerine getireceğim zaman, bir seneyle sınırlı kaldı, Rabbim bir kaza ve bela vermesin.

 

Çalan kapı ziliyle gelen misafirimizi içeri aldım. Ayakkabıların dışarıda bırakıldığı ortamda, usulcacık ayakkabısını da aldı, itirazımıza rağmen. Genelde misafir içeri alındıktan sonra evdekiler ayakkabıyı kapı önünde boynu bükük bırakmaz. Bu fırsatı bana bırakmayan misafirimiz, tevazzu sahibi biri olduğunu ispatlayınca, yüzümün kızarmasını saklayamadım.

Nihayetinde bir profesör, fakirhanemizi ziyaret etme şerefine bizi nail etmiş ve biz, ev sahibi olarak mahcubiyet içindeyiz.

Evin tenhalığı, yalnızlığımın işaretçisi sayılmaya yetti de arttı. Kimseciklerin bulunmadığına delalet eden odanın dağınıklığı, eve bir kadın elinin değmediğine tanıklık ediyordu.

Hoş-beş faslından sonra mevzû ele alınmadı. Bendeniz fakir, arada bir kaleme aldığım yazılarla boynumdan büyük işlere kalkıştığımın farkında olmadan, kitabı yayınlanmamış ise de yazdıkları kitap hacmini çoktan aşmış biri olarak, kendince tanınmış sayılan bir kalemdi, misafirin gözünde.

Her yazarın evinde kendisine mahsus bir çalışma odasının bulunması bir mecburiyet imiş ki ben fakirin çalışma odası ziyaret edilmek istenmese bile bu bizim için bir görevdi. Daracık, iki oda bir salondan ibaret olan hanemizde mecburen kitapların bulunduğu odaya geçildi.

Bir küçük oda... Bir yanda anamın verdiği üç-dört yün döşek ve yorgan istiflenmiş kenarda. Döşeklerin beri tarafında kapısı iple kapatılmış, son devrini yaşayan bir gardrop ve bizim etrafı dağınık göstermesin diye istiflediğimiz gereksiz değil de arada bir lazım olan edevat...Tekmili otuz iki parça...

Küçük masamın üstünde kitaplarım. Kendisine bu masa üstünde yer bulmuş bilgisayarım ve yanı başında kocaman bir sözlük...

Tahta sandalyeme eşlik edecek  ikinci sandalye evde mevcut değil. Etrafı toparlama gayretim sonuçsuz kalmakta. Yerde gelişigüzel kitaplar, üstüstte. Raf düzeneğinden yoksun kitaplarımı, sadece ben elimle bırakmış gibi dururum.

Şehirlerle haşır-neşir oluşumun haberdarı olan misafirimiz, elimizdeki kaynakları merak etmiş, kendisini cazibe alanına alan bu kitaplar olabilir. Nihayetinde kimi zaman dipnotlarla zenginleştirdiğimiz makalelerin kaynaklarını merak etmiş, sahaf derecesinde kitaba düşkün olan misafirimiz, belki aradığımı bulurum düşüncesiyle kurak toprakları suya kavuşturmak isteyenler misali sondajda bulunmuş; bir kaç kitap elde etsem, fotokopileri olsa razıyım.

Masada boynu bükük vazoda duran bir kaç karanfil, kendisine Zindandan Mektub'u hatırlatmış. "Kimindir, sizi bu denli hüzne gark eden şiir, Sayın Hocam  ?"  sualimize, cevap vermekte biraz zorlanıyor. Bir kenarda duran Çile'yi görüyor ve "İşte şairi " diyor, alelacele.

Hocamız, Üstadımız bizim fakirhaneye duhul ettikten sonra hem uzanıp kitap okuduğum hem yattığım kanepede muhabbeti koyulaştırıyoruz. Kendisini yalnız bırakıp mutfağa yöneliyorum. Arada iki-üç dakikalık bir mola var.

Bir iki kitabı karıştııryor, gördüm misafirimizi. Elimde çay tepsisi ve üzerinde birkaç parçadan oluşan ikrâmın göz süsleyen ihtişamı, misafirimizin acıkmış olduğunu göstermese de kendi hanemizde gücümüz bununla sınırlı.

Tepsiyi sehpaya bırakırken kapı zili çalıyor. Kapıya yöneliyorum. İkinci bir misafir. "İçerideki kim?"  sualine muhattab olan ben, şaşkınlığımı gizleyemiyorum:

-Buyrun Hocam!..

İçerdeki zatın kim olduğundan haberim yok. İçeriye alıyorum, ilk misafiri, yeni misafirle tanıştırmak için.

İlk misafir, elinde çay tepsisiyle avdet ediyor, oturma odasına. Yeni misafirle eski misafir tanııdk arkadaşlarmış.

Onlar, bi4rbiriyle konuşup muhabbete dalmış. Bana düşen kendilerini dinlemek:

- Ne güzel bir karşılaşmadır, Muhyeddin..

-Evet Hocam... Babam göndermişti de...

İlk misafirimin ev sahibimizin büyük oğlu olduğunu anlamakta gecikmiyorum.

-Ne yapıyorsun şu arda Muhyeddin?

-Hocam üniversitede danışmada kalmaktayım.

-Hocanın evinde gördüğümde ben şaşırdım da..

Muhyeddin, evin kirasını almak için geldiğini, içeri alındığında benimle daha önce karşılaşmadığı için durumu açmadığını, benim de başka misafir beklediğim için mahcubiyetimi anlamış olduğundan hemen konuya girmediğini söyleyince rahatladım.

çayını içen Muhyeddin'e kirayı köşedeki bakkala verdiğimi belirtince mahcubiyeti daha arttı:

-Hocam, kusura bakmayın. Ben gideyim...

Muhyeddin'i kapıya uğurladım, içimden bir oh çekerek.

İkinci misafirimizle esas konuya geçmede zorlanmadık. İsmini bildiğim, zatıyla tanışmadığım Profesör, kendisini takdim etti. Bendeniz fakir de yazdıklarımın ölçüsünde bir kaç söz ifade etme yolunu seçti.

Profesörün ziyaretinin sebeb-i hikmeti, son yazdığım makale imiş. Bulunduğu üniversitenin tarihini konu alan makalemizi okumuş ve makalemizi beğenmiş. Kendisi üniversitenin ilk haftasında bir brifing verecekmiş. Ders gibi bir konuşma imiş, yapacağı iş. Bende mevcut olduğunu sandığı kaynakları temin etme gayesiyle  bulunuyormuş, hanemizde.

Yazdığımız makaleye esas olan üç-dört gazeteyi, hemencecik getirdim, kendisine. Çok kıymetli evrak-ı metruke gibi yan odadan taşıdığım evin tek sehpasının üstüne bıraktım. Hemencecik fotoğraf makinesini çıkartıp şak şak!.. sesleri arasında gazeteleri çekti. Fotoğraf makinesi kıymetli olacak ki kanepenin sırt verilen yükseltisine bıraktı, düşmmesi için.

Çayımızı tazeledim. Bu gazeteleri kendisine değil, üniversiteye bağışlamamı ifade etti. Ben de gereğini yapacağımı ifade ettim, açık yüreklilikle.

Zaman pofesörler için çok değerli imiş. Ben, bunun böyle olduğunu bir kere daha gördüm. Bende mevcut böylesi gazetelerin, dergilerin bulunma olasılığını konuşmadık. Diğer makalelerimin başlıkları bile ele alınmadı, görüşmemizde.

Teşekkür ederek başka bir yere gitmesi gerektiğini ifade edince kapıya kadar kendisini uğurladım, merdivenden kayboluncaya kadar kapıyı kapatmadım. Sönen ara lambayı da açtım. Nihayetinde evimizi şenlendiren bir profesördü, gereği gibi karşılama bizim için şarttı.

"Pofesör, belki ileride bizi üniversiteye de alabilir." gibi bir düşünce kalbime yansımadı, değil. Bunu şeytanın vesvesesinden saydım, açıkçası. Biz kim profesör olmak kim? Üniversitede birbirini yiyenlerin karşılaştıklarında politikacıları aratmayan samimî görüntüleri, belleğimde eskimemiş.

"La havle!.." çekerek, içeri girdim, Yarım saat içinde iki misafiri ağırlamış, kazasız-belasız beklenmedik iki misafiri yolculamıştım. İster istemez hayaller kurmaya başlamaz mıyım? Beni görmek için gelip gidenlerin haddi hesabı yok. Üniversitedeki odamın önünde epeyce bir kalabalık. Öğretim üyeleri, bol unvanlı isimler, öğrenciler..

Gece yatamadığım için kanepeye uzanmış, sabahın dokuzunda uykusu bölünmüş biri olarak, uykusuzluğa yenik düştüğümü kabullenmişken yeni bir telefon gelmez mi:

-Koçum bana vermediğin gazetelerin kopyasını asistanıma aldırttım, haberin olsun!..

Gel de bu camiaya yardım et, bir daha... Arayan, bana dil döken, gazeteleri almak için yakaran, beraber öğretmen iken üniversiteye kapağı atan, şimdi gerçek manada olmasa bile unvanında "Profesör" yazılı arkadaşımız.

Telefonla konuşurken gözüme makine ilişmez mi? Dünyalar benim oldu, o an. Cevabım oldukça kısa oldu, kendisine:

-Asistanın makinesini bizim evde unutmuş. Sen gelir alırsın!...   Bir de ev sahibimin oğluna evi gösterdiği için selamlarımı iletirsiniz.

 

10.06.2013

Bu yazı toplam 1275 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim